Milliyetçiliğin 200 yılı aşkın bir süredir dünya siyasetinin en etkili gücü olduğu söylenebilir. Fransız İhtilal’ından günümüze kadar dünya siyasetinin şekillenmesinde en önemli ideolojik güç olarak, savaş ve devrimlerin çıkmasına katkıda bulunmuştur. Yeni devletlerin doğuşu, imparatorlukların parçalanması ve sınırların yeniden çizilmesiyle yakından bağlantılıdır ve mevcut rejimleri yeniden şekillendirmek için olduğu kadar desteklemek içinde kullanılmıştır.
Milliyetçiliğin en büyük başarısı, ulusu, siyasal yönetimin temel birimi olarak tesis etmesi olmuştur. Fakat milliyetçiliğin etkisinin doğası ciddi tartışmalara konu olmuştur. Milliyetçilik, şaşırtıcı çeşitlilikte siyasal biçimler alabilen bukalemun gibi bir ideolojidir.
Farklı dönemlerde, ilerici ve gerici, demokratik ve otoriter, özgürleştirici ve baskıcı, saldırgan ve barışçı vs. olmuştur. Bunun sonucu olarak kimileri, tek ve tutarlı bir siyasal güç olarak milliyetçiliği reddederek iyi ve kötü milliyetçilikler arasında ayrım yapmaktadır.
Milliyetçiliğin özgürleştirici veya ilerici şekli, klasik siyasal milliyetçilik olarak bilinen biçimde görülebilir. Klasik milliyetçilik, Fransız İhtilal’ına kadar geri gider ve onun değerlerinin çoğunu içerir.
Fakat milliyetçiliğin niteliği ve dünya siyaseti açısından sonuçları derin görüş ayrılıkları içermektedir. Milliyetçilik siyasal özgürlük davasını ilerletmiş midir, yoksa yalnızca saldırganlık ve yayılmacılığı mı meşrulaştırmıştır? Tüm bunlara rağmen modern uluslar daha önce hiç olmadığı kadar baskı altındadır. Ulus devletler, küresel siyasal, ekonomik ve kültürel ağlarla iç içe geçerek ve artan göç dalgalarıyla çok kültürlü –melez bir toplum yapısı haline dönüşmüştür.
Onun için, küreselleşmenin milliyetçiliği zayıflattığı genel kabul gören bir görüştür. Soğuk Savaş’tan sonra yeni ve kültürel, etnik veya dinsel benlik davasıyla bağlantılı olarak genellikle büyük oranda etkili milliyetçilik biçimleri doğmuştur. Milliyetçilik, aynı zamanda küreselleşmenin homojenleştirici etkisine bir tepki olarak, göç ve çok-kültürlülüğe karşı bir direniş aracı olarak yeniden doğmuştur.
Fransız İhtilali’yle gelişen milliyetçilik akımından önce ülkeler, “eyaletler” veya “krallıklar” olarak düşünülüyordu. Ülkede yaşayanlar “tebaa” idi ve bu insanların siyasal kimlikleri, ulusal kimlik veya vatanseverlikten ziyade yöneten kişi veya hanedana bağlılıkla oluşuyordu. Fakat Fransa’da XVI. Louis’ ye karşı ayaklanan devrimciler, bunu halk adına yaptılar ve halkı “ Fransız ulusu(halkı)” olarak tanımladılar. Dolayısıyla milliyetçilik, “kralın tebaasının” “Fransa’nın vatandaşlarına” dönüşmesi gerektiği fikrini yansıtan devrimci ve demokratik bir öğretidir. Fakat bu fikirler, yalnızca Fransızlara özgü değildi. 19. Yüzyıl başlarında yükselen milliyetçilik dalgası tüm Avrupa’yı sararak, İber yarımadasından Rusya sınırlarına kadar bir dizi devrimleri tetikledi. Avrupa’da doğmuş olan milliyetçilik doktrini, 20.Yüzyıl’da Asya ve Afrika halklarının sömürge yönetimine karşı ayaklanmasıyla tüm dünyaya yayıldı.
Bununla birlikte milliyetçilik, karmaşık ve derin bir biçimde eleştirilen siyasal bir olgudur. En basit haliyle milliyetçilik, ulusun, siyasal örgütlenmenin en temel ilkesi olduğu ve olması gerektiği inancıdır. Ama ulus nedir? Günlük konuşmada “ulus”, “devlet”, “ülke” hatta “ırk” gibi sözcükler genellikle birbiriyle karıştırılır veya birbirinin yerine geçebilecekmiş gibi kullanılır. Uluslar arası politikada “Amerikalılar”, “Çinliler”, “Ruslar” vs. yapılan atıflar yaygın bir biçimde duyulur, oysa aslında kastedilen şey bu halkların hükümetlerinin eylemleridir. Birleşik Krallık örneğinde bu kavramın bir ulusu mu yoksa dört farklı (İngiliz, İskoç, Galler ve Kuzey İrlanda) ulustan oluşan bir devleti mi ifade ettiği konusunda bir karışıklık vardır. Kuzey Afrika’daki Arap halkları da buna çok benzer sorunlar yaşamaktadır. Örneğin Mısır, Libya ve Irak kendi başlarına ayrı uluslar olarak mı, yoksa ortak dil(Arapça), ortak din(İslam) ve ortak Bedevi kabile geçmişinden gelen köken temelinde tek ve birleşik bir Arap ulusunun parçası olarak mı görülmelidir?
Bu zorluklar, bütün ulusların nesnel ve öznel unsurların yani kültürel ve siyasal niteliklerin bir karışımı olmasından kaynaklanır. En temel düzeyde uluslar, kültürel birimler ve ortak değer ve gelenekleri, yani spesifik olarak ortak dil, din ve tarihi paylaşan ve genellikle aynı coğrafi alanda yaşayan insan topluluklarıdır. Bu açıdan ulus, nesnel faktörlerle tanımlanabilir; gerekli kültürel kriterleri yerine getiren insanların aynı ulusa ait oldukları, getiremeyenlerin ise ulusa ait olmadıkları veya yabancı ulusların üyeleri oldukları söylenebilir. Bu unsurlar, milliyetçilik siyasetini mutlak surette şekillendirmektedir. Örneğin Kanada’daki Quebec milliyetçiliği, büyük ölçüde Fransızca konuşan Qubec ve ağırlıklı olarak İngilizce konuşan Kanada’nın geri kalanıyla aradaki dilsel farklılığa dayanmaktadır. Hindistan’daki milliyetçi gerilimler, Pencap’taki Sihler’in ayrı bir vatan mücadelesi ve Keşmirde’ki Müslümanların Keşmir’i Pakistan’a katma çabaları örneklerinde olduğu gibi istisnasız bir şekilde dinsel farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte yalnızca nesnel faktörleri kullanarak ulusu tanımlamak imkansızdır. Öyle ya da böyle bütün uluslar, az ya da çok kültürel bir çeşitliliğe sahiptir. Başlıca üç dil ( Fransızca, Almanca, İtalyanca) ve çeşitli lehçelerin kullanımına rağmen İsviçre ulusu varlığını sürdürmektedir. Kuzey İrlanda’da rakip milliyetçiliklerin ortaya çıkmasına yol açan Katolik ve Protestanlar arasındaki ayrım İngiltere’de geçerli değildir ve Almanya gibi ülkelerde yalnızca küçük bir öneme sahiptir.
Dolayısıyla, kendisini millet olma şeklinde gösterdiği varsayılan kültürel birliğin tespiti zor olmaktadır. En iyi olasılıkla kültürel birlik, herhangi bir net formülden ziyade çeşitli kültürel unsurların değişken bir bileşimini yansıtır. Bu da, son aşamada ulusların üyeleri tarafından yalnızca öznel olarak tanımlanabileceğini gösterir. Nihai analizde ulus, psiko-sosyal bir varlık, yani kendilerini doğal siyasal bir topluluk olarak gören ve vatanseverlik şeklinde paylaştıkları ortak sadakat ve duygu ile ayırt edilen bir grup insandır. Ulus olmanın siyasi boyutu, ulus ve etnik grup arasındaki farkta açıkça görülür. Şüphesiz bir etnik grup, toplumsal kimliğe ve kültürel gurur duygusuna sahiptir, fakat ulusun aksine kolektif siyasal özlemleri yoktur: egemen bağımsızlık veya siyasal özerklik oluşturmaya ve bunları sürdürmeye çalışmaz. Bir ülkenin olmaması, nüfusun az oluşu veya ekonomik kaynaklara sahip olmama gibi derin ve somut zorluklara rağmen milliyetçi özlemlerin devam etmesi, ulus olmanın psikolojik boyutunu açıkça gösterir.
Kürtlerin hiçbir zaman siyasal bir birlik sağlamamış olması ve şu anda Türkiye, Irak, İran ve Suriye’ye dağılmış olmasına rağmen Orta Doğu’nun Kürt halkları milliyetçi özlemlerini korumaktadır.
Fakat ulusu tanımlayan unsurlar konusundaki kafa karışıklıkları, milliyetçilik olgusu üzerindeki fikir ayrılıklarıyla harmanlanmıştır.
Milliyetçilik bir duygu mu, kimlik mi, siyasal bir doktrin mi, ideoloji mi yoksa toplumsal bir hareket midir? Yoksa bunların hepsi midir? Bir de milliyetçiliğin doğuşu en iyi nasıl açıklanabilir? Milliyetçilik çalışanlar, 1970’lerden beri giderek artan ölçüde iki genel kampa ayrılmıştır.
1.Primordialistler(primordializm): Ulusal kimliği tarihsel olarak tanımlar. Devletten veya bağımsızlık arayışından çok öncesine kadar gidebilen ortak kültürel miras ve dil, ulusların kökenidir. Bu anlamda bütün milliyetçiler primordialisttir. Primordializmin hakim temaları şunlardır:
* İnsanlar, doğaları gereği grup yönelimlidir ve ulus bunun bir ifadesidir.
* Ulusal kimlik, üç temel unsur tarafından şekillendirilir. (Ortak ata, ortak dil ve ülkesel bir aidiyet duygusu)
*Uluslar tarihsel varlıklardır, daha basit etnik topluluklardan organik olarak evrilirler.
*Milliyetçilik, akrabalık bağlarına benzeyen derin duygusal bağlılıklarla nitelenir.
J. Herder’in de dediği gibi, her ulusun, kendisini şarkı, mitoloji ve efsaneler olarak dışa vuran ve ulusa bir yaratıcılık kaynağı sunan bir özü (Volksgeist) vardır . Herder kültürcülüğünün sonuçları, ulusların eski zamanlara kadar geri götürebilecek doğal veya organik kimlikler olduğu ve aynı nedenle, insan toplumları var oldukça varlığını devam ettireceğidir.
Örneğin Anthony Smith, modern uluslarla” etnikler” olarak adlandırdığı modern öncesi etnik topluluklar arasındaki bağlantıyı vurgulamıştır. Bunun anlamı, milliyetçiliğin etnisitenin bir çeşidi ve modern ulusların öz itibariyle ezeli etnik toplulukların güncellenmiş versiyonları olduğudur.
2. Modernistler: Milliyetçiliğe dair modernist yaklaşımlar, ulusal kimliğin değişen toplumsal ve siyasal koşullara bir tepki olarak şekillendiğini ileri sürer. Modernizm, çoğu örnekte milliyetçiliğin kökenlerini modernleşme sürecine ve özellikle sanayileşmenin doğuşuna bağlar.
*Endüstriyel ve kapitalist ekonomilerin doğuşu, geleneksel toplumsal bağları zayıflatmış ve yeni sosyal gerilimler üreterek birleştirici bir ulusal kimlik ihtiyacı yaratmıştır.
*Ulusal kimlik duygusunu şekillendirmede genellikle devletler kilit bir rol oynar, yani devletler ulustan önce gelir ve bir bakıma onu
“ inşa eder”
*Kitle okur- yazarlığı ve kitle eğitiminin yaygınlaşması, ulusal kimlik inşasına önemli ölçüde katkı sağlamıştır.
Eric Hobsbawm gibi Marksistler, milliyetçiliği ulusal kimliğin sınıf kimliğinden daha güçlü olmasını sağlayıp, dolayısıyla işçi sınıfını mevcut güç yapılarına bağlayarak, yönetici sınıfın toplumsal devrim tehdidine karşı koymak için kullandığı bir araç olarak görme eğilimindedir.
Daha önceleri liberal ve ilerici hareketlerle ilişkilendirilmiş olan milliyetçilik, giderek muhafazakar ve gerici siyasetçiler tarafından benimsenerek toplumsal bütünlük, düzen ve istikrarı ya da emperyalist yayılma projelerini geliştirmek için kullanılmıştır.
Çok-uluslu imparatorlukların yerine ülkesel ulus-devletlerin geçiş süreci, 20.Yüzyıl’da Afrika ve Asya’ya yayılmıştır. Gerçekten de 19. Yüzyıl Avrupa emperyalizmi, gelişmekte olan dünyanın büyük bir kısmında sömürge- karşıtı veya “ulusal özgürlük” hareketleri yaratarak, milliyetçiliği bir bakıma özgün bir küresel öğretiye dönüştürmüştür.
Son olarak, ulus devletlerin ekonomik ve siyasal güç açısından eşit olmaması ve bu durumun devam edecek gibi görünmesi çerçevesinde çoğu insana göre, gerçek ulusal self-determinasyon, yakalanması zor bir hedef olmaya devam etmektedir. Bu eğilim, küreselleşmenin ilerlemesi ve devlet egemenliğinin erezyonuyla daha da güçlenmiştir.
Bunlara rağmen milliyetçilik, yalnızca ulusal birlik ve bağımsızlığın elde edilmesiyle ilişkili özgürleştirici amaçları desteklememiştir. Aynı zamanda saldırganlık siyaseti, militarizm ve savaş yoluyla da ifade bulmuştur. Yayılmacı milliyetçilik, pek çok bakımdan milliyetçiliğin özünü oluşturan eşit haklar ve self-determinasyon ilkelerine dayalı inançların antitezidir. Bu bağlamda ulusal haklar, bütün ulusların haklarına saygıya değil, spesifik bir ulusun diğerlerinden üstün haklarına işaret eder. Dolayısıyla yayılmacı milliyetçiliğin sürekli tekrarlanan ve kimilerine göre tanımlayıcı teması ulusal”şövenizm” fikridir.
Şövenistler, kendi halklarını özgün, özel ve bazı bakımlardan “seçilmiş bir halk” olarak görürken diğer halkları ya zayıf ve değersiz ya da düşman ve tehdit olarak görür. Zehirli bir anti-Semitizm tarafından da desteklenen “Aryanizm” yoluyla Alman halkını (Aryan ırkı), kaderinde dünya hakimiyeti olan “üstün ırk” olarak betimleyen Alman Nazileri, buna dair bir örnek olabilir.
Bu bakış açısına göre milliyetçiliğin gelişimi, bağımsız ulus-devletler arasında denge ve uyumdan çok derinleşen bir rekabet ve sürekli çatışmayla ilişkilendirilir. Gerçekten de bazıları, milliyetçiliğin başlangıçtan itibaren şövenizm mikrobu kaptığını ve bir insanın kendi halkını diğerlerine tercih etmesinin doğal olduğu varsayımının temelinde ırkçı inanışları en azından imalı biçimde hep bünyesinde barındırdığını savunmaktadır.
Bu doğrultuda milliyeçilik, özünde baskıcı ve yayılmacı biçimde karşımıza çıkabilir. Dolayısıyla milliyetçiliğin bütün biçimleri, bir tür yabancı düşmanlığı (zenofobi) sergileyebilir. Saldırganlık ve yayılmacılık, Birinci Dünya Savaşı’na giden yıllarda Almanya ve Rusya’da gelişen pan-milliyetçilik biçimlerinde de görüldü. İkinci Dünya Savaşı’na giden gerilimlerde, benzer şekilde Almanya, İtalya ve Japonya’nın izlediği ve milliyetçiliğin ilham verdiği emperyalist genişleme programlarıyla şekillendi. Dolayısıyla milliyetçilik, 20. Yüzyıl’ın iki dünya savaşının da başlangıcını açıklama konusunda en önemli unsurların başında gelir.
1992-95 yılları arasında Yugoslavya’nın parçalanmasıyla sonuçlanan ve Bosnalı Sırplar’ın Müslümanlara karşı giriştiği etnik temizlik ve “Büyük Sırbistan”ı inşa etme anlayışı etnik milliyetçilik akımının bir yüzkarası olarak yakın tarihte yerini almıştır.
Misafir