İmaj, bir bireyin, bir grubun ya da bir şeyin temsili ya da resmidir. Bu anlamda imajlar hafızamızın ortaya çıkardığı yanılsamalardan ya da oluşumlardan başka bir şey değildirler. Ancak imajlar şekilsiz olan gerçekliğe anlam yükleyerek bilginin ve anlayışın oluşturulmasında rol oynayabilirler.
Dünya siyaset sahnesindeki aktörlerin davranışlarının açıklanmasında temel oluşturan imajlar insanların hem kendilerini hem de başkalarını algılayışlarını şekillendirme bakımından önemlidirler. Bu, belki en açık şekilde milliyetçilikle ve ulusal imajın rolüyle ilgili olarak geçerli olan bir husustur.
İmajları analiz etmenin değeri, bize küresel geleceğin şekillendirilmesiyle ilgili ipuçları vermekten çok şu an mevcut olan küresel nitelikli eğilimleri ortaya koymalarından kaynaklanmaktadır. Bu imajların ortak noktalarından bir tanesi her birinin değişik şekillerde olaylar tarafından yalanlanmasıdır.
Geleceği bilmek mümkün değildir, çünkü eğilimler kaçınılmaz şekilde eninde sonunda kendi çizgilerinden sapacakları için mevcut eğilimlerle ilgili tahminler her zaman yanlış çıkmaktadır. Bundan başka mevcutla ilgili bilgimiz her zaman sınırlı kalmaktadır. Sonuçları etkileyen çok sayıda faktör olduğu için düşüncemiz ne kadar geniş kapsamlıysa bu, problemi daha da derinleştirmektedir.
Sınırların olmadığı bir dünya imajı Ohmae’nin eserleriyle ortaya çıkmıştır. Küreselleşmenin aşırı-küreselci modelinin temel fikirlerini öne çıkaran bir imajdır. Bu imaj küreselleşmeyi devlet ve egemenliğin geleneksel anlamları açısından oldukça dramatik sonuçlar doğuran ekonomik, kültürel, teknolojik ve siyasi değişimler dizisi olarak tanımlamaktadır.
Küreselleşme gittikçe gelişirken, sınırları aşan nitelikte insanların, malların, paranın, teknolojinin ve fikirlerin artan akışı bir varlık olarak devleti zayıflatmakta ve ulusal hükümetlerin kendi sınırları içerisinde olan şeyleri kontrol etme kapasitelerini sarsmaktadır.
Sınırların olmadığı dünya nasıl bir dünya olacaktır? En başta küresel karşılıklı bağlantılılığın ve hızlanmış bir şekilde karşılıklı bağımlılığın öne çıktığı bir dünya olacaktır. Aşırı küreselcilere göre birbirine kenetlenmiş küresel bir ekonominin ortaya çıkışı herkes açısından refahın artışı olasılığını ortaya çıkarmaktadır.
Buna göre dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar ekonomik kaynaklar en verimli şekilde kullanılacaklar ve küresel ekonomiye dahil olan bütün ülkeler ve bölgeler fayda elde ederken maddi eşitsizlikler azalacaktır. Bu anlamda İkinci Dünya Savaşı’nın sona erişinden beri temel eğilimin Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumların da çabalarıyla serbest ticaret yönünde olması zengini daha da zenginleştirdiği gibi fakirinde fakirliğini azaltmıştır.
Ancak sınırların olmadığı bir dünyanın ortaya çıkaracağı siyasi sonuçlar da daha az önemli olmayacaktır. Dünya politikasına yönelik aşırı küreselci modelin temel problemi, küreselleşmenin artışının devletleri zayıflatma ve ulusal sınırları işlevsiz hale getirme düzeyini abartıyor gözükmesidir. Artan küreselleşmenin ortaya çıkardığı durumlar devletleri dönüştürmüştür, fakat devletler tarihin çöplüğüne atılmamıştır.
Gerçekten Çin ve Rusya gibi devletlerin ortaya koyduğu gibi küreselleşme modernleşmenin bir aracı olarak yeniden önem kazanmış olan devletleri bazı açılardan güçlendirmiştir. Ayrıca sınırların olmadığı bir dünyanın uyum, barış ve refah özellikleriyle öne çıkan bir dünya olacağı görüşü en azından iki nedenden dolayı şüpheye açık bir görüştür. Birincisi, küreselleşme kültürel ve siyasi geri tepmeler üretmiştir.
Yabancı ve tehdit edici değerlerin ve uygulamaların empoze edilmesine bir tepki olarak etnik milliyetçiliğin ve dini fundamentalizmin yükselişi bu duruma işaret etmektedir. İkincisi, sınırların olmadığı bir dünyanın herkesin, artan fakat paylaşılan refahtan pay alarak kazançlı çıkacağı bir dünya olacağı da garanti değildir. Piyasa temelli ekonomik sistemler her zaman yapısal eşitsizlikler ortaya çıkarmışlardır.
Ulusal kapitalizmden küresel kapitalizme geçiş bu tür eşitsizlikleri tamamen ortadan kaldırma yerine daha da arttırmıştır.
Demokrasiler dünyası imajı, cumhuriyetçi liberalizme dayanmaktadır. Tarihi, devlet otoritesinin sözleşme temelli olması konusunda on yedinci ve 18. Yüzyıl’da ortaya konan fikirlere kadar uzanmaktadır. Bu düşüncenin modern versiyonu, demokratik yönetişime yönelme ile otokrasi ve otoriter yönetimden uzaklaşma yönünde karşı konulmaz bir eğilim olduğuna işaret etmektedir. Francis Fukayama gibi “tarihin sonu” teorisyenlerine göre demokrasi, daha doğru ifade etmek gerekirse liberal demokrasi insanlık tarihinin son noktasını temsil etmektedir. Bunun nedeni liberal demokrasinin hem toplumun bütün üyelerine sosyal hareketlilik ve maddi güvenlik olasılığı sunması hem de vatandaşlara devletin müdahalesi olmaksızın kendilerini geliştirme imkanı tanımasıdır
Fukayama ile Doyle gibi teorisyenlere göre demokrasi yönünde görülen karşı konulamaz nitelikteki eğilimin ortaya çıkardığı temel sonuç, barışın genel olarak yaygınlaşması ve kesin şekilde devletler arasında büyük çaplı savaşlar çıkması olasılığının azalmasıdır. Bu tahmin “demokratik barış” tezine dayandırılmıştır.
Demokratik barış tezine göre demokratik devletler arasında zaman içinde savaş olasılığının azalmasının nedeni, devletlerin liberal-demokratik değerlere doğru eğilim göstermesiyle değerlerin homojenleştirilmesidir.
Demokrasi yönünde eğilim olduğu iddiasıyla ilgili olarak ortaya konan tarihsel kanıtlar üç demokratikleşme dalgasına dikkat çeken Huntington tarafından daha da geliştirilmiştir. Bu dalgalardan birincisi ABD, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde 1828-1926 tarihleri arasında görülmüştür. İkinci dalga 1943-1962 yılları arasında Batı Almanya, İtalya, Japonya ve Hindistan’’da ortaya çıkmıştır. Üçüncü dalga ise Yunanistan, Portekiz ve İspanya’daki sağcı diktatörlüklerin yıkılması ve Latin Amerika’da dalgalanmalar ve komünizmin yarattığı hayal kırıklıkları ve 1989-91’de çözülüşünden sonra da devam etmiştir.
1989-91 yıllarında Doğu Avrupa’da yaşanan olaylar( SSCB’’nin dağılması ve Berlin duvarının yıkılması), 1992-95 Yugoslavya’nın dağılma sürecinde eski nefretleri zincirlerinden boşalmış ve bazı durumlarda piyasa kapitalizmine geçişte uygulanan şok tedavisiyle bağlantılı olarak suçlarda ve yolsuzluk olaylarında bir patlamaya neden olmuştur. Bu şekilde uzun dönemli barışa doğru gidiş yerine kaos ve istikrarın yeniden ortaya çıktığı izlenimi edinilmiştir.
Bu bağlamda komünizmin çöküşünün ve Soğuk Savaş’ın sona ermesinin temel önemi yeni bir demokratikleşme yönünde fırsatlar sağlaması olarak gözükmemiştir. Bunun yerine bu iki olgu istikrarlı iki-kutuplu dünya düzeninden, doğasında istikrarsız çok-kutupluluğu barındıran bir düzene geçişi ortaya koymuşlardır.
Demokratik olmayan ülkelerin dünya sahnesinde önemi de demokrasiler dünyası ve “ demokratik barış “ düşünceleriyle ilgili yeni şüpheler ortaya çıkarmıştır. Çin ile Rusya farklı şekillerde otoriter yönetimin demokrasiye göre avantajları olduğunu göstermektedirler. Bu durumlardan bir tanesi, uzun dönemli planlama gerçekleştiren ve ABD tipi girişimcilik kapitalizminin neden olduğu istikrarsızlıkları azaltan güçlü bir devletin piyasa güçlerini dengelediği devlet kapitalizminin ortaya koyduğu başarıdır. Benzer şekilde otoriter devletler iklim değişikliği sorunlarının gerektirdiği sert politikaları uygulamada demokratik devletlerden daha iyi durumdadırlar.
Çatışma halindeki medeniyetler fikri Soğuk Savaş sonrasında Samuel Huntington’ın eserlerinde geçen medeniyetler çatışması teziyle ortaya çıkmıştır. Bu tezin özünü şu iddia oluşturmaktadır: 21.Yüzyıl dünyasının temel özelliği artan gerginlikler ve çatışmalar olacaktır, fakat bu çatışmalar ideolojik, siyasi ya da ekonomik nitelikli olmaktan çok kültürel karakter taşıyacaktır.
Küresel siyasetle ilgili olarak oluşturulan bu imaj en büyük etkisini 11 Eylül terör saldırılarından sonra göstermiştir. Bu dönemde “küresel” ya da “İslami” terörizm, uygarlıkla ilgili bir olgu olarak yorumlanmış ve İslam ile Batı arasındaki düşmanlığın bir göstergesi olarak görülmüştür. Gerçekte uygarlıklar ya da kültürler düşünüldüğünden daha karmaşık, parçalanmış ve dış etkilere açıktır. Farklı kültürlere, dinlere ya da etnik gruplara mensup insanların en azından göreli olarak barış ve uyum içerisinde bir arada yaşadıklarıyla ilgili tarihsel kanıtlar da kaçınılmaz medeniyetler çatışması düşüncesini zayıflatmaktadır.
Küreselleşme eğilimi siyasi ve kültürel kimlikler ne olursa olsun dünyanın değişik yerlerindeki devletlerin ekonomik değerler ve uygulamalar bakımından birbirlerine benzemesine neden olmaktadır. Bu yöndeki başka bir gösterge de insan hakları doktrininin güçlenmesi ve kültürleri aşan nitelikte destek bulmasıdır.
Birçoğu muhtemel ya da kaçınılmaz gelecek modelleri olarak geliştirilmiş olsalar da imajlar tahmin değildirler. İncelenen imajların değeri, onların bize küresel geleceğin şekillendirilmesiyle ilgili bakış açıları kazandırmalarından çok, şu an mevcut olan küresel nitelikli önemli eğilimlere işaret etmelerinden kaynaklanmaktadır.
Hangi imaj olursa olsun, özgürlük, adalet, eşitlik, dayanışma ve kardeşlik temelinde üretim ve paylaşım yapmalıdır. Bunu yapmayan imaj nefsinin esiri olan, heva ve hevesler peşinde koşan, servet-şöhret ve şehvet budalası mahlukatlardan ibaret sürülerden başka bir şey değildir.
Misafir