İnsanoğlunun ortaya çıkışı ve ilk insan topluluklarından bu yana şiddet olgusu da insan ve çevresiyle beraber var olmaya devam etmiştir. Tarihsel süreçle birlikte şiddetin gitgide farklı bir sürece evrildiği günümüz olaylarıyla açıkça göze çarpar. Bununla birlikte bazı sosyolojik araştırmalar da birçok toplumda yüksek düzeyde şiddetin, yaşamın doğal yapısı içinde olağan kabul edildiğini göstermektedir. Çünkü kabul gören şiddet de meşrudur. Hatta şiddet genellikle çözmenin bir aracı olarak onay görür.
Şiddet, “öteki/düşman olarak belirlenen kişi veya grubu yıpratmak veya yıldırmak adına uygulanan fiziksel/ psikolojik güç yahut kuvvetler bütünüdür.”
Geçmişe dönüp baktığımızda temel yaklaşımlardan en bilineni ve üzerinde en çok tartışılanı şiddetin insan doğasından kaynaklı oluşudur. İnsan doğasına ilişkin mikro düzeyde kabul edilmiş iki farklı söylem mevcuttur. Birincisi, Hristiyanlık teolojisinden kaynaklı insanın özünde/ doğuştan günahkar olduğuna dair tarihsel olmayan ontolojik açıklamalardır. İkincisi ise insan doğasının vahşi hatta kana susamış bir karakteri olduğunu ama bu hasletin gelecekte farklı kurumsal koşullar altında değiştirilebileceğini veya daha barışçıl bir biçim alabileceğini kabul eden görüştür.
Aslında barışçıl bir biçim alması gerekirken hem geçmiş yüzyıl hem de içinde bulunduğumuz zaman dilimi barıştan çok savaşlara ve çatışmalara tanıklık etmiştir. Geçmiş yüzyıl, Dünya Savaşlarında belki de insanlık tarihinin en acımasız olaylarını tecrübe ederken, kimisi Ortadoğu’da İslam Devleti kurmak adına veya kimisi aynı coğrafyaya demokrasi ve barışı getirmek adına ne türlü savaşlar verildiğini, bununla birlikte masum sivil halkın nasıl katledildiğini gözler önüne sermiştir. Aynı zamanda bu çekişmelerden nemalanarak, fırsatçılık göstererek bağımsızlık bahanesiyle birtakım grupların da şiddete eğilimleriyle insanoğlunun nasıl kana susamış bir varlık olduğuna şahit olmuşuzdur.
Siyasal şiddet çok karmaşık bir mahiyet arz eder. Bir taraftan, bilerek isteyerek ya siyasal amaçlarla kasten cezalandırmayı ya da fiziki ceza tehdidini kapsar. Siyasal şiddet, devletin etkinliği ve meşruiyetinin erozyona uğramasının bir semptomu olarak görülebilir.
İnsanın olduğu her yerde şiddeti görmek kaçınılmaz bir durumdur. Siyasal şiddet ise bireysel şiddetten dini ve etnik çatışmalara, devlet politikaları ve iç savaştan askeri müdahalelere ve halk hareketlerine kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan bir olgu olarak karşımıza çıkar.
Modern devletin “meşrulaştırılmış” zor aracı olarak kabul edebileceğimiz siyasal şiddet, bir düzen verme, hizaya getirme yöntemi olarak öne çıkarken, devlet tarafından toplumsal uzlaşmanın dışında kaldığı değerlendirilen “ötekilerin” davranışını dönüştürme amacıyla uygulanan yıkıcı, zarar verici eylemlerin yanı sıra “sözün bastırılması” yoluyla siyasal alanı mümkün olduğunca daraltma ve tüm itiraz edenleri kriminalize etme şeklinde de kullanılır. Diğer yandan siyasal şiddet, yine bir siyaset aracı olarak şiddete sarılan muhalif hareketleri de kapsar.
Siyasal şiddet aslında siyasetin yapılış biçimine kısmen şiddetin eşlik etmesinin ifadesidir. Siyasal kültürün ayrılmaz bir parçası haline gelen “şiddet”e başvuran gruplar değişik idealleri savunmakta ve bu aracı kullanmalarını farklı düşünsel temeller üzerinden meşrulaştırmaktadırlar. Ancak “ siyasal şiddet” kullanımında belirleyici olan bu “ idealler” ve “düşünsel çerçeve” değil onun “ kimin adına” gerçekleştirildiği olmaktadır. Burada önemli olan sadece “ şiddet”i kullananlar değil, toplumun büyük bir bölümünün “kendi kimliğinin sözcüsü olduğunu” ya da en azından değişik nedenlerin onu zorunlu kıldığını düşünmesidir.
Siyaset, insanların bir araya gelerek uyum içerisinde hareket etmelerinin bir ifadesiyken, şiddete başvurulduğu durumlar aslında böyle bir siyaset alanının dışına çıkılması anlamına gelir. Diğer bir ifadeyle, şiddet birlikte ortak akıl kuramayan, çözüm üretemeyen insanların içinden bir kısmının birlikte siyaset yapma alanına müdahale etmeye çalışmasıdır. Bu nedenle siyasal şiddet, siyaseti önemli ölçüde, şayet bir araç haline gelmediyse örseleyen bir durumdur.
Anlaşılacağı üzere siyasal şiddet, siyasi alanda meydana gelen fiziksel veya psikolojik yollarla uygulanan bir şiddet türüdür. Daha genel ve basit anlamıyla siyasal şiddet, şiddet yoluyla yapılan siyasettir.
Siyasi iktidar, toplumun düzeninin korunması, sulh ve sükunetin egemen olması için fertleri zorlar. Fakat bu işlevi, hukuki müeyyideye başvurmadan önce ikna, engelleme, sınırlama, caydırma gibi eğitim ve telkin yollarını kullanarak yerine getirir. Ancak sapmalar görülmesi halinde cezalandırma yoluna gidilir. Esasen, iktidarın bünyesinde şiddet yoktur. Fakat iktidarın meşruluğunda meydana gelecek zayıflama, onu şiddet kullanmaya yöneltebilir.
Zor, devletin kendi otoritesini dayatmak, egemenlik mekanizmalarının idamesini sağlamak için uyguladığı bir şiddet formudur.
Siyasetin gerçekleştiği iktidar alanındaki ilişkiler aslında karşılıklı aktörlerin gerçekleştireceği eylemler arasındaki ilişkiyi ifade eder. Bu ilişki zaman zaman bloke olabilmektedir. Bloke olduğunda ise başka bir kavram gündeme gelir : Tahakküm
Tahakküm, o alan içinde karşılıklı ilişki içerisinde olan grupların ve o gruplara özgü eylemlerin birbirini bloke etmesi, önlerindeki eylem alanını daraltması anlamına gelmektedir. İnsanlık tarihi, özellikle de medeniyetle birlikte toplumsal mücadelenin büyük bir kısmı tahakküme karşı verilen mücadelelerle geçmiştir.
Siyasal şiddetin oluşumunda; Engellenme-Kızgınlık-Saldırganlık –Göreceli Yoksunluk ve Narsizm gibi nedenler suçlanır.
Her siyasal sistem aynı zamanda çatışmayı ve uzlaşmayı içerir. Uzlaşmanın gerçekleşebilmesi için öncelikle çatışmanın yaşanması gerekir. Çatışmalar uzlaşmaları doğurur ve bu da siyasal sistemi iyileştirici yönde hareket barındırır. Siyasal çatışmaların temelinde yatan kavram ise inanç sistemlerinin farklılığıdır.
Demokrasinin bir gerçeği , bağımsız seçimler sonrasında çoğunluğu temsil eden parti tarafından ülkenin yönetilmesi gerektiğidir. Aksi takdirde toplumda bir uyuşmazlık, bunalım, çatışma gibi olumsuzlukların yaşanması kaçınılmazdır. Fakat mevcut siyasal otorite veya iktidar partisi olası yeni seçimlerde kaybetmeyi de göze almalıdır. Yoksa rejim, yeni partilerin iktidar olmasının önünü tıkadığı takdirde toplumda bir bozulma ve siyasal istikrarsızlık yaşanma ihtimali belirir, aynı zamanda bu siyasal rejim demokrasiden bir o kadar da uzaklaşmış olur.
Buradan hareketle serbest bağımsız ve adil seçimlerin, toplumların demokratik yönetimi için en birincil araç olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Adil ve bağımsız seçimler siyasal şiddeti engellemeye yardımcı olur. Bunun yanında özgürce muhalefet yapabilme, hesap verebilirlik, temel hak ve özgürlüklerin hukuk yoluyla güvence altına alınması, medyanın haber alma ve iletme özgürlüğünün varlığı ve bunun sorunsuz uygulanışı gibi hususlar da gerekli şartlar arasında sayılmaktadır.
En nihayetinde bir siyasal şiddetten bahsediyorsak bu siyasal şiddeti oluşturan temel yapı taşlarından biri de şiddeti uygulayan kişi veya kişilerin psikolojileridir. Bu kapsamda şiddetin psikolojisine indiğimizde şiddeti uygulayanların, anlık olarak bir olaya verdiği tepki neticesinde şiddet kullanımını tercih ettikleri görülür.
Diğer bir kesimse zayıf kalmış bir yönünü gizlemek amaçlı şiddet kullanımını tercih edebilmektedir. Bu grubun yaşamda iki farklı seçeneği mevcuttur: Ya güçlü bir kişinin boyunduruğu altına girip yaşamını idame ettirmek ya da güçsüzlüğünden dolayı acı çektiğinden bu duyguyu bastırmak için kendine veya kendisini kanıtlamak amaçlı bir başkasına ve/ veya başkalarına şiddet uygulamak.
Diğer şiddet uygulayıcıların özelliği ise hastalıklı bir ruha-kişiliğe sahip oluşlarıdır. Kendilerini eşsiz ve erişilmez gördüklerinden bu kişiliğe sahip bireyler başkalarına acı vermekten veya canlarına kast etmekten zevk duyarlar. Buna verilebilecek en yerinde örnek Adolf Hitler’dir.
Yine şiddetin psikolojisini incelediğimizde şiddeti oluşturan temel faktörlerden bir diğerinin de etnik milliyetçilikten kaynaklandığını ifade edebiliriz. Türkiye’nin Doğu ve Güney Doğu bölgesinde , özellikle askeri yöntemlerin var olduğu olağan üstü dönemlerde, bölge insanına uygulanan ön yargılı ve devamında baskıcı politika, şiddetle ve terörizmle mücadelede başarı getirmemiş, aksine daha çok zarara/ yıkıma neden olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin o dönemdeki devlet politikaları, bölgede yaşayan halkın, özellikle genç kesimin zaman içerisinde bireysel kimliklerini sorgulamalarına yol açmıştır. Buda olağan üstü dönemin ortadan kalkmasından sonra devam eden neslin ruhsal bir kimlik problemini doğurmuştur. Diğer bir örnek ise Kıbrıs’ta yaşayan Türk ve Rum topluluklarıdır.
Demokrasi ve siyasal şiddet her ne kadar yan yana gelemeyecek kavramlar gibi görünse dahi en istikrarlı demokrasilerde bile siyasal şiddetin ortaya çıkma ihtimali vardır. Siyasal şiddetin karar alma mekanizmalarını etkilemesi, demokratik değerlerin ve kurumların zedelenmesine sebep olması ve demokrasiyi derinden yaralama ihtimali, demokrasi ve siyasal şiddeti karşı karşıya getiren en önemli nedenlerdir. Siyasal iktidarın toplumun düzenini ve güvenliğini sağlamada başarısız olması halinde ise vatandaşların otoriter eğilimlere destek verme ihtimali artar. Demokrasi için şiddetin asıl tehlikesi burada görülür.
Esasen yerleşik demokrasileri farklı kılan unsur, herkes için siyaset kanallarını açık tutarak siyasal şiddetin ortaya çıkmasını engellemesidir.
Demokrasiye geçiş sürecini yaşayan toplumlarda siyasal şiddet çok daha ön planda bir sorundur. Çünkü bu süreç demokratik devletin kurumları tam anlamıyla yerleşmediği gibi önceki yerleşik düzende arabuluculuk rolü üstlenen yapıların da devreden çıktığı ya da etkisinin azaldığı bir dönemdir.
Demokrasinin günümüzdeki kapsamlı anlam ve niteliğe dönüşmesinde muhalefet olgusunun önemli bir yeri vardır. Muhalefet kavramının siyasal perspektif içinde ele alınmasının bir ifadesi olan siyasal muhalefet ise, genel olarak, toplumsal ve ekonomik yapıyı, siyasal rejimi ve onun somut unsurlarını ele alır.
Gelişmiş demokrasilerin bütün vatandaşlara eşit siyasal imkanlar vermesi genel kabul gören bir kuraldır. Bu sebeple, bazı vatandaşların etnik menşeleri ve dini inançları yüzünden sakıncalı görülüp bir ayrıma tabi tutulmaları halinde bu vatandaşların başvurabilecekleri siyasi şiddet eylemlerinin kendi grupları tarafından ahlaki karşılanması gerektiği kabul edilir. Eğer bir azınlık vatandaş grubunun temel hak ve hürriyetleri engellenir veya devletin keyfi kararı ile yaşam yerlerinden başka yerlere nakledilir veya kendi kültürel değerlerine göre yaşamalarına kısıtlama getirilerek ötekileştirilir veya buna benzer durumlara sistematik olarak maruz kalırsa bu azınlığın başvuracağı siyasal şiddet kendi taraftarları açısından ahlaki görülür ve bu yönde hareket etmesi beklenir.
Yine, bir azınlığın diğer bir azınlığı ezmesine devletin seyirci kalması durumunda başvurulacak siyasal şiddet de ahlaki görülebilir.
Demokrasi bütün vatandaşlara siyasete katılma, eşit haklar ve hürriyetler tanıyan açık bir rejimdir. Bu sebeple, demokrasilerde ortaya çıkabilecek anlaşmazlıkların en son çözüm yeri meşru seçimlerdir. Seçimlere rağmen, belirli konularda uzlaşma sağlanamıyorsa, demokrasinin işleyişinde bazı hatalar var demektir.
Türkiye’ye bakacak olursak, demokrasi ile siyasal şiddet arasındaki serüven oldukça farklı bir görünüm arz eder. Darbelerden manipülatif toplumsal şiddet eylemlerine kadar yatay ve dikey yönde birbirini besleyen bir şiddet dalgası adeta Türkiye’nin yakın tarihine hakim olmuş durumdadır.
Türkiye’de “sağ”, “sol”, “liberal”, “sosyalist”, “muhafazakar”, “ilerici” benzeri kavramsallaştırmaların yaygın kullanımına karşılık siyaset güçlü “kimlik” vurguları çerçevesinde icra edilmiştir. Etnik ve dini kimlikler temelinde gerçekleştirilen siyasetin temel araçlarından birisi ise “şiddet” olmuştur. Etnik ve dini kimlikler etrafında derin bölünmeler yaşayan toplumda ”şiddet” kendisine yöneltilen şiddetli eleştirilere karşılık, bir talep etme ve verilmeyen hakları alma aracı olarak kullanılmaktadır.
Türkiye’deki derin kimlik mücadelesi nedeniyle iktidar “ devlet adına” yasal yahut ölçüsüz şiddet kullandığında da muhalif kimlikler bunun bir kimlik adına ve kendilerine karşı yapıldığını varsaymaktadır. Türkiye’de bastırılması “sağ” ideolojik yaklaşımlar devletin “şiddet tekelini” suistimal etmesini, muhalefete bastırılması gereken “bozgunculuk” olarak yaklaşmasını, her türlü sorunu “beka meselesi” ne dönüştürmesini meşrulaştırırken, merkezle çatışan kimlik grupları ve “sol” da devrimci, dönüştürücü ve özgürleştirici rol atfettikleri için “şiddet”i kutsamaktadır. Bunun neticesinde örtülü ya da açık biçimde kimlikler üzerinden yapılan siyaset “şiddet” sarmalından çıkamamakta, onu sürekli yeniden üretmektedir.
Bu bağlamda, 1968’den itibaren öğrenci hareketlerinin sağ ve sol radikal şiddet hareketlerine dönüşmesinde kimlik siyaseti kadar bölünmüş elitin de rolü vardır. Sağ ve sol şiddet hareketlerinin sebepleri ve çözüm yolları üzerinde partilerin uzlaşamaması, 1971 yılında Askeri muhtıranın verilmesine yol açmıştır. İlginçtir, özgür demokratik düzeni korumak amacıyla verildiği söylenen muhtıra ile demokrasi, 1973 yılına kadar askıya alınmıştır. Bu tarihten itibaren nispi bir durgunluktan sonra, giderek tekrar hızlanan şiddet eylemleri neticesinde 12 Eylül 1980’de ordu fiilen yönetime el koymuştur.
Askeri rejimin yapmış olduğu siyasi, hukuki ve idari düzenlemelerle Türkiye’ de bir bakıma otoriter rejim kurulmuştur. 1983’den bu yana, yeniden çoğulcu demokrasiye geçişte birçok engelin aşılmış olmasına rağmen, başta Anayasa olmak üzere, hala askeri rejimin izleri görülmektedir. Durum böyle olunca ister istemez şiddet, Türkiye siyasetinin önemli bir parçası olmaya devam etmektedir.
Şu halde, ordunun iktidara el koymasının farklı sebeplere bağlı olduğu gerçeğini unutmamak kaydıyla, eğer bir demokraside siyasal partiler demokrasinin savunulması konusunda birleşebilirlerse ordunun veya farklı oluşumların demokrasiyi askıya alma girişimi çok zayıf bir ihtimale dönüşür. Yine bu birleşme sağlanabilirse, rejime sadık/bağlı olmayan muhalefet de demokrasi için ciddi bir tehdit unsuru olmaktan çıkacaktır.
Demokratik liderler demokrasiye olan inançlarını sürdürmedikçe, rejime yönelecek tehditlerin önlenmesi mümkün değildir. Aynı şekilde, halkın büyük çoğunluğunun demokratik meşruiyeti benimsemiş olması, askeri müdahaleler de dahil, bütün tehditlerin en büyük teminatı olacaktır.
Misafir