Tam Demokrasi Platformu'nun ev sahipliğinde düzenlenen konferansta konuşan ilahiyatçı, yazar ve eski milletvekili Abdulbaki Erdoğmuş, "Din-Siyaset-Devlet İlişkisi" başlığı altında, İslam düşünce tarihinde kökleşmiş birçok kavrama ve kabule meydan okuyan, derinlemesine ve ezber bozan bir analiz sundu. Erdoğmuş, İslam'ın özünde bir devlet modeli veya siyasi otorite kurma talebi olmadığını, dinin asıl muhatabının kurumlar veya devletler değil, doğrudan insanın kendisi olduğunu Kur'an ayetleri ve tarihsel analizlerle temellendirdi.
İslam'ın Temel İlişkileri ve Halifelik Kavramının Yeniden Yorumlanması
Konuşmasına İslam'ın sadece Müslümanların tercihiyle başlayan bir süreç olmadığını, yaratılışla birlikte var olan evrensel bir düzen ve anlayış olduğunu belirterek başlayan Erdoğmuş, Kur'an'ın üç temel ilişkiyi merkezine aldığını vurguladı:
Erdoğmuş, özellikle "halifelik" kavramının tarihsel süreçte yanlış anlaşıldığını savundu. Kur'an'da Bakara Suresi 30. ayette geçen ifadenin ("Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım/görevlendireceğim") genellikle yorumlandığı gibi bir yönetici veya hükümran yaratmak anlamına gelmediğini belirtti. Ayette geçen "ceale" fiilinin "yaratmak"tan çok "görevlendirmek, sorumlu kılmak, tayin etmek" anlamlarına geldiğini ifade eden Erdoğmuş, "Allah, Adem'e veya insana evren üzerinde bir hükümranlık vermemiştir. Halife, Allah'ın yeryüzünde sorumlu kıldığı varlıktır. Bu sorumluluğu hükümranlık olarak yorumlamak, insanın kendini yeterli görüp azması (İnnel insane le yetğa en raahüstağna) ve Allah'ı yeryüzünde temsil etme iddiasıyla O'nun egemenlik alanına girmesidir. Osmanlı padişahlarının 'Allah'ın yeryüzündeki gölgesi' olarak tanımlanması bu sapmanın bir sonucudur," dedi.
Egemenlik Yalnızca Allah'ındır: Hz. Davud ve Süleyman Örnekleri
Erdoğmuş, bazı kesimlerin Hz. Davud ve Hz. Süleyman'a verilen özel güç ve hikmetten yola çıkarak insanlar için de yeryüzü egemenliği iddiasında bulunduğunu, ancak bunun da Kur'an'ın ruhuna aykırı olduğunu belirtti. İlgili ayetleri (örn. Nur 42: "Göklerin ve yerin egemenliği Allah'a aittir") hatırlatan Erdoğmuş, "Allah, Hz. Davud ve Süleyman'a mutlak egemenlik değil, bilgi, hikmet, muhakeme gücü ve bazı özel kabiliyetler vermiştir. Hatta bu güçleri verirken bile 'Biz verdik', 'Bizim kudretimizle' diyerek egemenliğin kendisinde olduğunu vurgulamıştır. Hz. Süleyman'ın 'Benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver' duası bile, bu yetkinin mutlak ve devredilemez olduğunun bir göstergesidir. Allah, mutlak egemenliği peygamberlerine bile vermemişken, başka insanlara veya kurumlara nasıl verir?" diye sordu.
"Ulul Emr": Otorite Değil, İşin Ehli
Müslümanların siyasi otoriteye itaati meşrulaştırmak için sıkça başvurduğu Nisa Suresi 59. ayetteki "ulul emr" kavramını da yeniden değerlendiren Erdoğmuş, bu ifadenin "otorite sahipleri" veya "yöneticiler" anlamına gelmediğini savundu. Ayetin "Allah'a, Resul'e ve sizden olan ulul emre itaat edin" şeklinde anlaşıldığını, ancak peygamberin hayatta olduğu bir dönemde başka bir otoriteye itaatin mantıksız olduğunu belirtti. Erdoğmuş, "Ayetin devamında anlaşmazlık durumunda Allah'a ve Resul'e başvurulması gerektiği söyleniyor. Aynı surenin 58. ayetinde 'emanetleri ehline verin' denirken 'ulul emr'in 'ehil olanlar' anlamında kullanıldığı açıktır. Dolayısıyla 'ulul emr', yönetici değil, işin ehli, uzmanı, konusunda yetkin ve bilgi sahibi kimseler demektir. Ayet, Allah'a ve Resul'e itaatin yanı sıra, işin ehline, uzmanlara danışmayı emretmektedir. Bunu siyasi otoriteye mutlak itaat olarak yorumlamak, ayetin anlamını saptırmaktır," dedi.
Medine Sözleşmesi: Devlet Değil, Sivil Toplum Anlaşması
Hz. Muhammed'in Medine'ye hicret sonrası Yahudiler ve müşrik Araplarla yaptığı ve "Medine Vesikası" olarak bilinen anlaşmanın, sıkça iddia edildiği gibi bir "İslam Devleti" veya "Anayasa" olmadığını vurgulayan Erdoğmuş, şu noktalara dikkat çekti:
Erdoğmuş, bu sözleşmeyi bir devlet modeli olarak sunmanın, siyasal İslamcı bir yorum olduğunu ve Kur'an'ın ruhuyla bağdaşmadığını ifade etti.
Peygamberin Rolü ve İlk Halifelerin Seçimi: Siyasi Süreçler
Hz. Muhammed'in görevinin bir devlet kurmak veya yönetmek olmadığını, Kur'an'ın onu defalarca "uyarıcı", "müjdeci" ve "güzel ahlak üzere" (Kalem 4) olarak tanımladığını hatırlatan Erdoğmuş, Peygamberin "Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim" hadisine atıfta bulundu. "Peygamber bir devlet başkanı değil, bir ahlak rehberiydi. Arkasında bir devlet modeli değil, Allah'ın kitabı Kur'an'ı ve onun pratiği olan sünnetini bıraktı," dedi.
Bu bağlamda, Hz. Ebubekir'in halife seçilmesini ve sonraki halifelerin belirlenmesini de dini değil, tamamen siyasi süreçler olarak değerlendirdi: "Eğer Medine'de bir devlet modeli olsaydı, sahabeler onu örnek alırdı. Ancak Hz. Ebubekir'in seçimi, Kureyş içindeki Beni Haşim-Beni Ümeyye rekabetini bertaraf etmek, daha az güçlü bir kabileden (Beni Teym) birini seçerek denge kurmak ve Kureyş'in ticari etkinliğinden yararlanmak gibi tamamen siyasi ve pragmatik nedenlere dayanıyordu. Bu seçimde Medine'nin yerleşik halkına veya diğer Müslümanlara danışılmadı. Hz. Ömer'in Hz. Ebubekir tarafından işaret edilmesi, Hz. Osman'ın 6 kişilik bir şura tarafından seçilmesi de siyasi kararlardı. Hz. Ali'nin durumu ise fitne ortamında halkın zorlamasıyla gerçekleşmiş, yine vahye dayalı olmayan bir süreçti. Bu olayları 1400 yıldır dini referanslarla açıklamaya çalışmak, tarihi yanlış okumaktır."
Devlet: Dini Değil, Toplumsal Bir İhtiyaç
Erdoğmuş, devletin dinin veya aklın mutlak bir gereği olmadığını, ancak ortaya çıkan toplumsal bir "ihtiyaç" olduğunu savundu. "İnsanların bir arada yaşarken düzene, güvenliğe, adalete ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacı karşılamak üzere devletler kurulur veya birileri gelir kurar. İslam, bir devlet modeli dayatmaz ama kurulacak herhangi bir yönetimden adalet, liyakat (emaneti ehline verme), meşveret (istişare), dürüstlük gibi evrensel ahlaki ilkeleri talep eder. Bu ilkeler sadece devlet yönetimi için değil, hayatın her alanındaki her birey için geçerlidir," dedi.
Din ve Devletin Ayrılığı: "Dinin Devlete İhtiyacı Yoktur"
Dinin devlet tarafından korunmaya veya yaşatılmaya ihtiyacı olmadığını güçlü bir şekilde vurgulayan Erdoğmuş, "Dinin sahibi Allah'tır ve dinini koruyacak olan da O'dur. Bizim dine sahip çıkma gibi bir görevimiz yoktur; din bize rahmettir, ondan istifade ederiz. Devletin dine, dinin de devlete ihtiyacı yoktur. Din adına devlet kurma veya yönetme iddiası, din üzerinden egemenlik kurma çabasıdır ve istismardır. Bir Müslüman, dünyanın herhangi bir yerinde devlet olmadan da dinini yaşayabilir. Devletten beklentimiz dini değil, adalet, güvenlik, özgürlük, refah gibi insani ve dünyevi beklentilerdir," şeklinde konuştu.
"Ümmet", "Cihat", "Fetih" Kavramlarına Eleştirel Bakış
Erdoğmuş, "ümmet" kavramının da Medine Sözleşmesi bağlamında Müslüman, Yahudi ve Müşrikleri kapsayan kapsayıcı bir toplumsal tanım olduğunu, ancak zamanla sadece Müslümanları ifade eden ve siyasi amaçlarla kullanılan dar bir anlama indirgendiğini belirtti. "Cihat" kavramının ise asli anlamının "çaba, gayret, mücadele" olduğunu, savaş anlamında kullanıldığında ise öncelikle "savunma" veya "nefisle mücadele" (büyük cihat) anlamına geldiğini ifade etti. Hz. Muhammed'in dini yaymak için fetih savaşları yapmadığını, Tebük gibi seferlerin savunma veya anlaşmalara bağlılık amaçlı olduğunu söyledi. Erdoğmuş, "Hz. Ömer döneminde başlayan ve 'fetih' olarak adlandırılan yayılma hareketleri, dini bir zorunluluktan değil, artan nüfus, ekonomik ihtiyaçlar ve siyasi güç konsolidasyonu gibi dünyevi nedenlerden kaynaklanan işgallerdir. Bunun dinle bir alakası yoktur. Kudüs'ün fethi dahil. Kabe'yi korumak Allah'a aitse, Kudüs'ü fethetmek niye dini bir görev olsun?" dedi.
Ahkam Ayetleri ve Şeriat: Hikmet ve Bağlamsallık
Kur'an'daki miras, evlilik, ceza gibi hüküm (ahkam) içeren ayetlerin, indiği dönemin sosyal, kültürel ve hukuki koşulları bağlamında anlaşılması gerektiğini belirten Erdoğmuş, bu ayetlerin lafzi olarak değil, altında yatan "hikmet" (bilgelik, amaç, gerekçe) temelinde değerlendirilmesi gerektiğini savundu. "Allah peygamberlere kitap ve hikmeti vermiştir. Hükümlerin amacı adaleti, iyiliği, toplumun maslahatını sağlamaktır. Koşullar değiştikçe, daha adil ve hakkaniyetli uygulamalar bulunduğunda, eski hükümlerin lafzına takılıp kalmak yerine, Kur'an'ın adalet ve hikmet ruhuna uygun yeni düzenlemeler yapmak dinen de geçerlidir. Örneğin, kadının mirastan hiç pay almadığı bir dönemde yarı pay alması devrimdir; ancak bugün eşit pay alması bir kazanımdır ve bu kazanımı geriye götürmek Kur'an'ın adalet ruhuna aykırı olur. Şeriat dediğimiz şey de ilahi olduğu kadar, müçtehitlerin yorumları ve tarihsel uygulamalarla şekillenmiş beşeri bir olgudur," dedi.
Sorgulamanın Önemi ve Sonuç
Konuşmasının sonunda sorgulamanın ve eleştirel düşüncenin Müslümanlar için hayati önem taşıdığını vurgulayan Erdoğmuş, "İslamsız Müslümanlık" kitabına atıfta bulunarak, mevcut Müslümanlık anlayışının İslam'ın özünden uzaklaştığı noktaları sorgulamanın gerekliliğini belirtti. "Allah bile sorgulanabilirken (Hz. İbrahim örneği), hiçbir insan, dönem veya düşünce sorgulanamaz değildir. Aydınlanma, ancak dogmaları, ezberleri ve kutsallaştırılmış kabulleri akıl ve bilgiyle sorgulamakla mümkündür," diyerek sözlerini tamamladı.
Misafir