Dağlık Karabağ Özerk Yönetimi-1924, Azerbaycan’a bağlı.
1948-1953 Ermenistan’daki Azeriler şimdiki Azerbaycan topraklarına göç ettirildi.
Hocalı, Dağlık Karabağ bölgesinin en önemli tepelerinden birinde bulunan bir kasabadır. Bu nedenle stratejik önemi vardır. Bu bölge yıllardır Azerbaycan ile Ermenistan arasında sorunun yaşanmasına nede olmuş, Ermenistan’ın bölgeye defalarca saldırı ve işgallerine maruz kalmıştır.
1991 Yılında Sovyetler Birliği dağılınca Dağlık Karabağ bölgesi Parlamentosu bağımsızlığını ilan etmiştir. Öte yandan 1988 yılından beri Azerbaycan ile Ermenistan arasında süren çatışmalar sonucu bir milyona yakın Azeri kendi topraklarında göçmen durumunda yaşamak zorunda kaldı. Azerbaycan topraklarının %’20'si işgal edildi. İşgal, Birleşmiş Milletler tarafından alınan kararlarda da onaylandı. Bu kararlarda Ermeni kuvvetlerinin Yukarı Karabağ'daki işgale son vermeleri istendi. Ancak Amerika, Rusya gibi devletlerin BM kararlarında çekimser kalmaları, işgalin ortadan kalkmasını engelleyen en önemli faktör oldu.
1990 yılının Ağustos ve Eylül aylarında Ermeniler saldırılarını doğrudan Azerilere yöneltmeye başlamışlar, otobüs baskınları, yol kesme gibi terör eylemlerine kalkışmışlardır. 1990 yılı başlarında yaklaşık 186 bin Azeri, Ermenistan’dan Azerbaycan’a gitmeye zorlanmıştır. Ekim 1991’de ilk Azeri köyü Ermenilerce ele geçirilmiştir. Hocalı Katliamı, Rus askerlerinin desteğiyle 25–26 Şubat 1992’de Hocalıya ulaşan Ermeni kuvvetlerince gerçekleştirilmiştir. Rusya olaylarla ilgisinin olmadığını iddia etse de Rus ordusuna ait 366. alayın 1991’in sonbaharından beri Ermenilerin safında savaştığı, alaydan kaçan askerlerce doğrulanmıştır.
Katliam sonrası cesetler üzerinde yapılan incelemelerde cesetlerin birçoğunun yakıldığı, gözlerinin oyulduğu, başları kesildiği görülmüştür. Hamile kadınlar ve çocukların da maruz kaldığı tespit edilmiştir.
1994 yılında iki taraf arasında ateşkes ilan edilmiştir. Savaş sonrası çözüme kavuşturulamayan bir diğer sorun da ülke içerisinde yerinden edilen ya da sığınmacı durumuna düşen bir milyon civarı Azeri’dir. Bunların büyük bir çoğunluğu Azerbaycan sınırları dâhilinde yaşamaktadırlar. Azerbaycan nüfusunun %10’undan fazlası ülke içinde yerinden edilmiş sığınmacılardan oluşmaktadır ki bu, kişi başına dünyada yerinden edilmiş en büyük nüfus hareketlerinden biri anlamına gelmektedir. Bu insanlar hâlâ Ermenilerce işgal edilen topraklarda bulunan evlerine geri dönmeyi beklemektedirler.
Azerbaycan Cumhuriyeti’nde yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalan veya başka ülkelerden Azerbaycan’a gelen Azerbaycan vatandaşları, Azerbaycan hükümeti tarafından “göçkün” olarak adlandırılmaktadır. Sorunlarına hâlâ kalıcı çözümler bulunamayan göçkünler; mesken, iş, yiyecek, sağlık, eğitim ve can güvenliği gibi birçok sorunla karşı karşıyadırlar. Bu kişiler Bakü ve çevresinde, zor koşullar altında çadırlarda, barakalarda, okul ve yurtlarda, pansiyonlarda, dükkânlarda, yük vagonlarında, hatta yol kenarlarında yaşam mücadelesi vermektedirler.
İnsan Hakları İzleme Örgütü olayı Dağlık Karabağ Savaşı içerisinde yapılan en büyük katliam olarak nitelemiştir. Azerbaycan Parlamentosu 1994'te Hocalı'da yaşanan katliamı "soykırım" olduğunu ilan etti.
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nin 30 üyesi (12 Türkiye, 8 Azerbaycan, 3 Birleşik Krallık, 2 Arnavutluk, 1 Bulgaristan, 1 Lüksemburg, 1 Yugoslavya Federal Cumhuriyeti, 1 Makedonya Cumhuriyeti, 1 Norveç, 1 Polonya) tarafından imzalanan, “Ermenistan tüm Hocalıları öldürdüler ve tüm şehri harap ettiler” ifadesinin de yer alan ve 19. yüzyılın başlarından beri Ermenistan tarafından Azerilere karşı işlenen soykırım olarak tanınmaya adım atılması gerektiğini bütün parlamento üyelere söyleyen 324 nolu bildiri yayımladı.
51 ülkenin parlamenterlerinden oluşan “İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamentolar Birliği” olayları soykırım olarak tanımıştır.
Hocalı katledilenlerin içinde çok sayıda Kürt vardır. Aslında Ermenilerin Kürtleri ve Azerileri katletmesi 1988’den başlıyor. Laçin vilayetinde Şeylanlı aşiretine bağlı Akbulak, Katoz, Karageçti, Minkend, Karakışla, Kemallı, Çıraklı, Kozlu, Kalasa, Zerti gibi 125 köy. Hepsi Kürt bu köylerin… Ermeniler Laçin’i kuşattılar ve zorunlu göçe tabi tuttular. 60 bin kişi. Çoğunluğu Azeri ve Kürt... Laçin’in dışında göçe, katliama tabi tutulan yerleşim yerleri, Kelbecer, Kubatlı, Zengilan, Cebrail, Fuzuli, Ağdam, Şuşa. Bir milyon kadar kişi göç ettirildi.
Laçin’den sonra on sekiz bin kişi Tahtaköprü’de yaşıyor, büyük zorluklar içinde. Okul vardı ama öğretmen yoktu, bu yüzden çok okumak istemem rağmen okuyamadım.
Kısa bir araştırma Rahmi’nin anlattıklarını destekliyor:
Dağlık Karabağ, hukuken Azerbaycan sınırları içinde bulunan, ancak fiilen Ermenistan tarafından işgal edilmiş olan bir bölge. Burada yaşayan Azerbaycanlıların tamamı ya öldürülerek ya da göçe zorlanarak yok edilmiş. Bu insanlık trajedisine 20 yıldır çare bulunamıyor. |
Sovyetler Birliğinin dağılma süreci devam ederken Ermenistan ile Azerbaycan arasında patlak veren Dağlık Karabağ sorunu, 20 yıldır bir çözüme kavuşamamış bulunuyor. Bu yüzden de evlerini, köylerini terk etmek zorunda kalmış olan binlerce insan, 20 yıldır çok zor koşullar içinde mülteci hayatı yaşıyor. Dağlık Karabağ sorununun başlangıç tarihi 1988. Ama biz daha öncesine gidelim. 1748-1805 yılları arasında, burada Penah Ali Han tarafından kurulan Karabağ Hanlığı hüküm sürmekteydi. 1805’te, Ruslar Karabağ Hanlığını kontrol altına aldılar ve 1813’te de Gülistan Anlaşmasıyla ilhak ettiler. 1822 yılında Karabağ Hanlığı ortadan kaldırıldı. 1783’te Knez Potyomkin, Çariçe II. Katerina’ya yazdığı mektupta: “Fırsat bulunca Karabağ’ı hemen Ermenilerin kontrolüne vermekten ve böylece Asya’da bir Hristiyan devlet kurmaktan” bahsetmekteydi. 19. yüzyılda, bölgeye Anadolu’dan ve İran’dan Ermeni göçleri yaşandı. Dönemin Rus tarihçilerine göre, bu süreç boyunca, en az 1.000.000 Ermeni Kafkasya’ya göç ettirilmişti. 1832 yılı resmi nüfus sayımında Karabağ bölgesinin %’64.4’ü Müslüman %’34.8’i Ermeni olarak kayda geçmiştir. Çarlık Rusya’sının diplomatı Griboyedov Ermeniler için çalışıyor ve “talihsiz Ermeni kardeşlerimin yoluna başımı koymaya her an hazırım” diyordu. |
Yine de Dağlık Karabağ hep Azerbaycan sınırları içinde kalmaya devam etti. 1918 yılında kurulan ilk Azerbaycan Cumhuriyeti’nin içinde de Dağlık Karabağ varlığını sürdürdü. Sovyet dönemi öncesinde Ermeniler Dağlık Karabağ’da azınlıkta iken, Sovyet döneminde de gerçekleştirdikleri sürekli göçlerle, 1988’de nüfusun yaklaşık yüzde 75’ini oluşturur hale geldiler.
O tarihte, Sovyetler Birliği içinde Azerbaycan’a bağlı özerk bir bölge olan Dağlık Karabağ’ın Ermeni çoğunluğundaki Parlamentosu, Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti ile birleşme kararı aldı. Ama 1989 yılında, Kremlin, Dağlık Karabağ’ın bu kararını geri çevirip, bölgeyi yeniden Azerbaycan’a bağladı. Sovyetler Birliği’nin dağılmaya başladığı 1991 yılı sonunda, otorite boşluğunu fırsat bilen Ermeniler bu kez de Dağlık Karabağ’ın bağımsızlığını ilân ettiler. Bu durum, Dağlık Karabağ ve Ermenistan ile Azerbaycan arasında silahlı çatışmaların da fitilini ateşlemiş oldu.
Dağlık Karabağ, 8 Mayıs 1992’de Ermeniler tarafından işgal edildi. Burada öldürülen Azerilerin sayısı 20 000’i geçiyor. Aynı yıl, 18 Mayıs’ta, Dağlık Karabağ ile Ermenistan’ı ayıran Laçin bölgesi işgal edildi. Ermeni saldırıları 1993’te de devam etti ve Kelbajar, Agdam, Fuzuli, Jabrayil, Gubatlı ve Zangelan gibi, Dağlık Karabağı çevreleyen bölgeler de Ermenilerin eline geçti. Sonuçta, birçok insan yaşamını yitirdi, binlerce aile yurdunu terk edip mülteci oldu ve 1994 yılından bu yana Azerbaycan topraklarının yaklaşık yüzde 20’si Ermeni işgali altında bulunuyor.
Aslında Karabağ ile Dağlık Karabağ’ı birbirine karıştırmamak gerekiyor. Dağlık Karabağ, 18000 km2 yüzölçümüne sahip Karabağ’ın içinde yer alan 4392 km2’lik bir bölge. Halen işgal altında bulunan Azerbaycan toprakları, Dağlık Karabağ ile çevresindeki diğer arazileri kapsıyor.
Halen, 9 milyon nüfuslu Azerbaycan’da 1 milyondan fazla göçmen yaşıyor. Yani ülkedeki her 9 kişiden 1’i mülteci konumunda. Azerbaycan’da mültecilere “kaçkın” diyorlar. Ülkedeki kaçkınların sayısı toplam nüfusun yüzde 13’üne denk geliyor. Bu insanlar 20 yıldır tam bir insanlık dramı yaşıyorlar. İçlerinde, yaşlananlar, sakat olanlar, kimsesizler ve işsizler var. Göçmen olarak doğan çocukların sayısı da sürekli artıyor.
Göçmenlerin üçte biri Bakü ve Sumgayıt şehirlerinde yoğunlaşmış durumda. Genellikle devletin tahsis ettiği sosyal mekânlarda yaşıyorlar. Bu mekânların alt yapıları ise, sağlıklı bir yaşam sürdürmeye yetmiyor. Azerbaycan toplumunda yoksul kesimin en alt tabakasını oluşturan göçmenlerin en önemli gelir kaynağı devlet yardımlarından oluşuyor.
Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki savaş, 1994 yılında, Rusların arabuluculuğu ile imzalanan ateşkesle durduruldu. Ardından, “Minsk Grubu” gözetiminde görüşmelere başlandı ve iki tarafı da memnun edecek çözümler arandı. Çözüm için çok sayıda öneri yapılsa da henüz somut bir sonuca ulaşılmış değil. Bugün de sorunların yakın bir gelecekte çözüleceğini söylemek zor.
Dağlık Karabağ’da artık hiç Azerbaycanlı yaşamıyor. Savaşın neden olduğu toplam ölü sayısı 30 bin. Sadece, Ermenilerin 1992 yılında yaptığı Hocalı katliamında 613 kişi öldürülmüş, 487 kişi de sakat bırakılmış. Savaş nedeniyle Azerbaycan’ın uğradığı maddi zarar ise 22 milyar doları buluyor. (Kaynak: Diplomat Atlas).
Rahmi’nin okuduğu kitaplara bakıyorum. Birkaç tanesini alıp bakıyorum. Mihail Krisin’in Keşmir’den New York’a Cihad’ı, John Coleman’ın Komitet 300-Dünya Hükümetinin Sırları, Zbignev Bjezinski’nin İkinci Şans’ı.
Söz dönüp dolaşıp yazarlığa geliyor. “Neden yazıyorsun?” diye soruyor arkadaşım. “Yazmak, hedefin kontrolünü sağlar, yazmayan insan hedefinin kurbanı olur” diyorum.
Onun mütevazı kitaplığını karıştırıyorum. Eski bir kitap elime geçiyor. 1985’te Kiril alfabesiyle yazılmış bir kitap. Cemiyet, Din ve Ateizm. Yazarları, M. Memedov, P. Mahmudov, M. Celilov. Okuyamıyorum, anlamıyorum. “Bu kitapta ne diyor?” deyip kitabı ona uzatıyorum. Kitaptan söylüyor: “İnsan, dini yaratır. Din metafizik olmamalı, insanın ihtiyacına göre olmalı, değiştirmeli, gerekirse kaldırılmalı. Petroni: Yeryüzündeki tanrıları korku yaratmıştır. Ksenefon: İnsanlar tanrıları yaratmışlardır, kendilerine benzetmişlerdir. Din, toplum için faydalı değildir. İnsanın kendi gücüne değil, Allah’a -bir başkasına- güvenmeyi ister.”
Kendimi birden acılı bir tarihin içinde buluyorum. Arkadaşımın evinde Sovyet Rusya günlerinden kalma klima ve meşe ağacından yapılmış elbise dolabı da beni yarım asır öncesine götürüyor. Demek ki anlatılanlar hepsi gerçekmiş. Delili elimde. Sovyetlerde, insanlara din, Allah yoktur propagandası yapılıyormuş. Bilinçli olarak Allah’a, dine savaş açılmış. Kim bilir kaç kişi dini ortadan kaldırmak için savaşırken ölmüştür. Onların soğuk nefeslerini odada duyuyorum. Gerçektiler ve buralarda yaşadılar. Kendilerine ve kendi döneminde yaşayan insanlara yazık ettiler.
Uzak bir şehirde, bir dağın eteklerindeyim. Badamdar mahallesi. Bir rüya gibi... Sürekli rüzgâr esiyor, sonbahar kokulu. Seviyorum rüzgârları. Ruhum dalgalanıyor, kendimi dinliyorum. Ruhumda okunuyor çöl şiirleri…
Hiçbir yere gitmeyebilirdim, hep aynı yerde ölümü bekleyebilirdim. Ne değişirdi. Hiçbir şey. Cümle kapısından akan nehre indiriyorum kalbimi. Bir kabre dönüşüyor kalbim, bir anda her şey olup bitiyor. İşte dünya serüveni… Eşyayı büsbütün çıkarmalıyım hayatımdan ve kalbimden. Eşya, yolunu kaybetmiş bir karınca, kozasını yırtamayan kelebek, ev olan taşlar, karanlığı büyüten pencereler, duaya kalkamayan eller, hep aynı eşyalar. Hangi eşya kaldı geçmiş zamanlardan? Hangi eşya sahibini alıp götürmedi. İşte çınara sarılıp ağlıyor birileri, kimseler görmüyor, kimseler bilmiyor.
Bütün bir ömrüm bu yerde, incir ve nar ağaçlarının arasında geçmiş gibi, içinde babamın sesi, hep aynı türküsü… Bir evladın babasına yaktığı ağıtlar, içimi dağlar. Doğruymuş, bir erkek evlat babasını kaybedince büyümeye başlıyormuş, çünkü kolu kanadı olan babasını kaybedince acılardan, babasının küllenmeye başlamış hatıralarından ve umutlardan müteşekkil yeni kol-kanatlara ihtiyaç duyulurmuş. Hele bir de kol-kanat gerilmesi gereken evlatları varsa. Sırtını dayadığı dağ birden yıkılıyor, iyice bir sallanıyorsun, ya düşersin uçurumdan, savrulup gidersin, paramparça olursun babanın ardından ya da yeni bir insan olarak doğarsın dağın arkasında bıraktığı küllerden.
Bir kıymetim var mı bilemem. Bir günahkârın ne kadar kıymeti harbisi olursa benim de kıymetim o kadar. Ama nehirler akar içimden, sınırları çizilmiş topraklardan, ebet yurduna. Kapılıp giderim gözyaşlarımla bir. Bu, bir başka ezan, bir başka insan, bir başka rüya…
Çıkarılır kalıbım topraktan, teneşire uzanmışımdır, incir ve nar ağaçlarının altında.
Ezan sesine hasret kalırım. Can çekişir ilk ezanım içimde, son ezanımla aramda mesafeler kâh uzar kâh kısalır. Bakü, vermez hiçbir şey, hiçbir şey almadığı gibi. Söylemez tek bir söz, imtina eder suskunluğumu su serpmekten. Ama işte ölen, giden, özleyen, ele avuca sığmayan, taşıyıp duran benimdir.
Bu dünya bana göre değil. Yıllar oluyor ki babamın sesinden gidiyorum. Her seferinde bir başka makam, bir başka hasretlik... Bu sefer iki arkadaş, üç kafadar: Hasan, İbrahim ve Hüseyin. Hep aynı ağrı, sızı, keder. Gider olduk dünyadan unutmasın bizi geride kalanlar, unutmadık bizden evvel gidenleri.
Dört yol ağzında bekler dururum. Büyük kıyamet kopacak, ruhum başıma toplanacak, kıyam edeceğim tekrar, Allah’ın birliğine, kudretine, vaadine. Ruhumun semasında gençlik düşleri hiç eksik olmadı, delikanlı rüyalar sonra. Ben bu dünyaya ait değildim. Hiçbir zaman da ait olmayacağım. Zaten bir gün geçip gidecektim, biliyordum ve ona göre ömür sürüyordum, sürgünlüğümü dolduruyordum.
Dört yol ağzında uzanıp yatarım, bu benim ömrüm, ölümüm, derim. Hep aynı hüznün yakasında, Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın oğlu Mehmed Said’e yazdığı şiir, Ahmet Kaya’nın sesinden…
Uzaklara yazılmak, uzaklarda kalmak… Yakında olmak bitirir, eritir, çürütür, tüketir. Ama hep bir parçan eksik… Yaşamak, ağrılı sızılı zamanlara kalmak... Hiç kimse bilmeyecek içeride kopan fırtınaları. Hiç kimse çözemeyecek mesellerin dilini…
Her harfte yitirilmiş bir parçan saklı durur. Her hecede arayışın bir başka yüzü... Keskin hecelerle düşüp kalkarsın, toprağını örtünürsün, göğünü sarmalarsın. Her cümlede bir başka yalnızlığın…
Ak dağlardan inmenin pişmanlığı sarar bütün bir benliğini, kuşatır tekmil varlığını. Meçhul, namsız, basit, sıradan, garip bir derviş olarak göçüp gitmeliydin. Ovalar bozdu seni, insanlar yordu, şehirler kan kusturdu. İşte kendi gerçekliği içinde yuvarlanıp duran bir derviş hasreti, aynı şiirin koynunda…
İşte durduğum yer, ayaklarımın altında sallanıp durur. İstenmediğimi bilirim. Çünkü ruhunu bir başka aleme salmış bedeni istemiyorduk toprak. Toprak kör-sağır değildir. Halden anlar. İçimde kopan fırtınaları duyar. Teselli etmek ister kılcal damarlarıyla. Boğulacağımı sanırım. Boynuma dolanır derdim, kederim, hüznüm. Bir başkasının yalnızlığında kaybolmak, hayata yeniden gözlerini açmak... Bir başkasının yolculuğuna ruhunun göbek bağını atmak... Ne gerek var, bu saatten sonra. Ak Dağların hasreti dolanmışken boynuma, hepsinden baskın. Yakmışken ayak tabanlarımı... İçimi yakar gitmek dürtüsü. Gitmek isteyip de gidememek, saplanıp kalmak, kör bir bıçak gibi.
Bakü, sık sık komünist düşler görüyor, eski günleri arıyor, yâd ediyor. Sovyet baba, evladı Bakü’yü arıyor, soruyor. Komünist ideoloji, Bakü’nün ruhuna sirayet etmiş. Kimse bunun önüne geçmiyor ya da geçmek istemiyor. Her yerde eski komünist günlerin izleri, hatıraları. Bakü, bir başka şehir olmuş, yankısını Moskova bozkırlarında bulmuş. Kapitalist dünyanın marifetleri! Kendileriyle gurur duyabilirler!
Misafir