17 Ağustos 2025


Hagop Mintzuri’nin İstanbul Anıları’nda Kürtler



Faik ÖCAL

A- A+

Hatıra türünde Hagop Mintzuri’nin İstanbul Anıları (1897-1940) şimdiye kadar okuduğum en farklı kitaplardan birisidir. İlk defa bir yazarın kendi duygu ve düşüncelerini, öznel yargılarını, şahsi yorumlarını, kişisel hesaplaşmalarını ve çıkarımlarını, manipülatif ve ideolojik kaygılarını bir kenara bıraktığını görüyorum. Mintzuri duyarlı ve nesnel bir anlatımla edebiyatın hakkını vermiş. Kitabın önsözünde yazmış olan Artin Cümbüşyan’ın ifadesiyle: “Ancak Usta -her zaman öne sürdüğü gibi- ‘kendini anlatırken’, en küçük ayrıntılarına dek nesnel bir geçmişi, yüzyılın başında İstanbul veya Konstantiniyye olan bir başkenti anlatır. Görkemli bir imparatorluğun son yıllarına ait bir ortamı, bir halkı, bir yaşam biçimini canlandırır. Kısaca, kendine özgü renkleri, kokuları ve sesleriyle, başlı başına bir dünyayı yeniden yaratır. Öyle ki, Usta’nın kendi dünyası gibi, dönüşü olmayan bir halde yitik ve yaşlanan belleklerle birlikte giderek bulanıklaşmaya yüz tutmuş bir dünya. Açıkça söylemek gerekirse, zamanın ruhu tarih kitaplarında yaşamaz. Geçmişin kalp atışları ancak bu gibi canlı anlatımlarda duyulur.” (Sayfa; 19).

Mintzuri 1886’da Erzincan’a bağlı Armıdan köyünde doğmuş. 11 yaşında, 1897’de İstanbul’a babasının yanında ata mesleği olan fırın işinde çalışmış. Kitapta gördüklerinin renkli, insani, canlı fotoğrafını çekmiş Artin Cümbüşyan’ın deyişiyle “zamanın ruhunu yakalamış.” Onun kadrajına nerdeyse İstanbul halkının tamamı girmiş. Hatta sokak köpekleri de girmiş.

Biz bu yazımızda Mintzuri’nin kadrajına giren İstanbul Kürtlerine bakacağız. Yaşantıları nasıldır? Geçimlerini nasıl sağlarlar? Sosyal ve siyasi konumları nasıldır? Şimdi bunlar ve bunlara benzer birçok soruya Mintzuri’nin kitabından hareketle cevaplayabiliriz.

256 sayfalık kitapta Mintzuri yirmiden fazla bölümde Kürtlerden, Kürtçeden bahsetmiş. Biz burada önemli olanlara değineceğiz. Kitapta yazar Beşiktaş’ı anlatırken tramvayların geçişinde yollarda biriken kalabalıkları şöyle anlatmaktadır: “Kalabalıktaki insanların çoğu Kürt’tü. Erzurum, Bitlis, Van vilayetlerinin Kürtleri. Kendilerine özgü, alaca renkli, geniş şalvarlı, yine alaca kısa saltalıydılar. Aralarında yeni giysili hiç yok gibiydi. Şalvarlar da saltalar da her renkten yamalıklarla yamanmıştı. Çağrılıp iş verilmesi için bekleşirlerdi. Her ne iş olursa olsun.” (Sayfa; 62). Burada Kürtlerin yüzlerce yıllık kalabalığını ve fakirliğini net biçimde görmekteyiz. Bu anlatılan dönem, 20. yüzyılın başları ki bundan 19. yüzyılda da İstanbul’daki Kürtlerin halinin bundan farklı olmadığını çıkarabiliriz.

Yazar “Aşiret Mektebi” öğrencilerini şöyle anlatır: “Esmer, hatta çok esmer. Doğu vilayetlerindeki Arap paşaların, kabile reislerinin, şeyhlerin çocuklarıydı bunlar. Türkçe öğrenmeleri, Türk eğitimi almaları için getirilmişlerdi. Kürtçe, Arapça konuşurlardı.” (Sayfa; 71). Burada da Doğu, Güneydoğu vilayetlerindeki hali vakti Kürtlerinin çocuklarının iyi eğitim almaları için İstanbul’a gönderdiklerini görüyoruz.

Yine aynı sayfada yazar Kürtlerin Hamidiye Alaylarının içinde “türlü renklerde yöresel giysileriyle” yerini aldığını söylemektedir. Tabi Hamide Alaylarında Kürtlerle beraber başka milletler, örneğin Arnavutlar, Araplar, Lazlar, Çerkezler de yer almaktadır.

Yazar kendi esmerliğini anlatmak isterken Kürtlerden şöyle bahsetmektedir: “Keşiş Düzü’nün Surp Kevork Kürtlerinin oğlanları…arasında bile benim gibi karası yoktu.” (Sayfa, 84).

Burada ve kitabın başka yerlerinde şu dikkatimizi çekmektedir: Kürtler ve Ermeniler o kadar iç içe yaşamışlar ki Hristiyan olan Kürtler ya da Kürt olan Ermeniler görmek hayatın sıradan akışında normal bir hal almıştır. Çünkü kitabın ilerleyen bölümlerinde (sayfa; 242-243) Divrikli Misak’ın da Kürt olduğunu görmekteyiz.

Mintzuri “Ortaköy”ü anlattığı bölümde bir yerde “cicik”tan bahseder. Fakat Türklerin cicik’a “meme” dediğini söyler. Fakat biz biliyoruz ki Kürtçede cicik (çiçik, memik, sîng, bersîng) memedir. (Sayfa; 92).

Mintzuri Dördüncü Ordulu hemşerilerini şöyle anlatır: “Türk ve Kürtler, ayaklarında çarıklarla her renkten yamalarıyla yamalanmış, hatta yamalanmamış saltaları ve şalvarlarıyla çalışırlar, beşten yedi kuruşa kadar gündelik alırlardı.” (Sayfa; 103). Burada fakirliğin, yoksulluğun dininin, ırkının, milletinin olmadığını görüyoruz. Dünyanın her yerinde yoksulluğun rengi aynıdır: siyah ve siyahın tonları.

Mintzuri Kürt kadınlarının güzelliğini ise şöyle ifade eder: “…Çağlıyurt’tan gelirken karşına bir Kürt gelini çıktı, içinden bir şeyler geçirmedin mi?...” (Sayfa; 106). Burada şu gerçeği görmekteyiz: Kürtler kendine has özellikleriyle bir millet olarak daima var olmuşlardır ve hep var olacaklardır. Kürtler kendi has özellikleriyle zamana ayak uydurmasını bilirler.

Mintzuri “Benim Hikayem” bölümünde çok ilginç bir karakter olan Başepiskopos Krikorios Hovhannesyan’ı anlatırken şu ifadeyi kullanır: “Benim memleketimdeki Zaza Kürtlerinin seyitleri gibi sakalını salıverirdi ki göbeğini örtsün.” (Sayfa; 109). Burada hem Zazaların Kurmanclar gibi Kürtlerin bir kolu olduğunu hem de Zaza Kürtlerinin kendilerine özgü bir giyim kuşam ve yaşam tarzları olduğunu görmekteyiz.

Mintzuri “Galata” bölümünde sınıf arkadaşlarından Kiğılı Aram ve Siirtli Rupen’i anlatırken şu ifadeleri kullanır: “İkisine de imrenirdik. Ermeniceyi burada öğrendiler. Rupen’in Ermenice harflerle Kürtçe bir İncil’i vardı. Kim olduğunu bilmediğimiz bir Mıgırdıç Vartabed tarafından hazırlanmış. Bazen okurdu. Ermenice ve eski Ermenice İncil’den daha iyi anlardı onu.” (Sayfa; 127-128). Bundan şu çıkarsamada bulunabiliriz: Kürtçe Ermeniler arasında yazılı olarak da bilinen, okunan bir dildir. Oldukça dindar olan Ermeniler akıcı ve anlaşılır bir Kürtçe ile İncil’i Kürtçeye çevirmişler.

Yine yazar sınıfındaki zeki Vartan’ın kendini beğenmiş Levon’u dövmesini anlatırken burada Kürtçenin nasıl yaygın bir dil olduğu açık ve net biçimde ortaya çıkar. Onun kaleminden ve onun tanıklığıyla: “Bir oldubittiye gelmişti. Çocuk, ölü rengi almıştı. İkinci tokat, üçüncü tokat derken çekti, sırasından dışarı çıkardı. Anasına, kız kardeşine Kürtçe küfretti. Ben de Kürtçe birkaç kelimeyle o küfürleri bilirdim. Hemen fırladım. Kiğılı Aram ve Siirtli Rupen de arkamdan fırladılar. Vartan’ın şaşı gözü yoktu, ne olmuştu? Bilmiyorduk, şaşırdık. Tek gözü yoktu. Vartan’ı ayırdık. Çocuklar tartışmayı Kürtçeye çevirdiler. Onlar konuştular, o konuştu. Ne dediklerini anlayamıyorduk. Okul, Kürt okuluna dönmüştü…” (Sayfa; 140).

Ermeni ile Kürtlerin tehcirdeki durumunu en iyi anlatan bölüm ise şudur: “Gahmıhlı Kürt Temer gelmişti. Lusniklerin, bizim kuzenin halasının çiftçisiydi. Ben bildim bileli onların evinin çiftliğini yapıyordu. Bizim kadar Ermenice bilir ve konuşurdu. Getirdiği habere göre, Ermenileri 4 Haziran’da köyden çıkarmışlar. Demişti ki, evlerinin kapılarını, kilise kapısı gibi öpmüş ve ayrılmışlar.” (Sayfa; 205-206).

Kitabın son bölümü olan “Ne Yaptım?”da ise Mintzuri Kürtçe ve Ermencinin kadim kardeşliğini şu Kürtçe hikaye ile ifade etmektedir: “Ez Axayê Vî Gundî Nîn İm”in Dılo’sunu anlattım…” (Sayfa; 245).

Hagop Mıntzuri’nin İstanbul Anıları 2017’de Aras Yayınlarından çıkmış. Ermenisiyle, Türküyle, Kürtüyle, Çerkeziyle, Arabıyla, Lazıyla, Acemiyle ve diğer halklarıyla bizim insanımızı, bizim toprakları, bizim hikayemizi, bizim acı ve hasretlerimizi, umut ve sevinçlerimizi anlatan tarihi bir kitap. Okunmaya değer.

 

 

Yorumlar (0)



Bu makaleye ait yorum bulunmamaktadır