Bölünmüş veya kesimlere ayrılmış toplumlar, “her biri kendi alt-kültürünü yaratma eğilimi gösteren, dinsel, ideolojik, dilsel, bölgesel, kültürel, ırksal ya da etnik nitelikli derin bölünme çizgileri ile bölünmüştoplumlar” olarak tanımlanabilir. Bu tür toplumlarda siyasal bölünme çizgileri de “ ırk, dil, kültür ve etnisite gibi objektif sosyal farklılaşma çizgilerini izler. Siyasal hareketlilikler, kesimlere göre kimlikler temelinde gerçekleşir; siyasal partiler de bu temel üzerinde örgütlenerek buna cevap
verir.
Bölünmüş toplumlarda meydana gelen siyasal şiddet, siyasal çatışma veya bölünme nedenlerinden kaynaklı terörizm, daha türdeş veya homojen toplumlara kıyasla çok daha derin ve yoğun yaşanabilir. Bir defa din, dil, ırk, etnisite gibi objektif kimlik özelliklerine bağlı değerler, ekonomik menfaat farklılıkları gibi daha değişken ve görece nitelikteki değerlere oranla çok daha güçlüdür. Dolayısıyla, bu değerler üzerinde pazarlık yapılması kimlik grubuna mensup bireylerce grubuna ihanet olarak algılanabilir. Diğer taraftan, bölünmüş toplumlarda bireyin sosyalleşmesi hemen hemen tümüyle, kendi grubunun veya kesiminin kurumları (aile, okul, meslek kuruluşları, ibadethaneler) içerisinde gerçekleşir. Oysa siyaset sosyolojisinin iyi bilinen bir gerçeği, birey üzerindeki “çapraz baskılar” ın onu siyasal alanda itidale, “birbirini güçlendiren bölünmelerin ise, siyasal aşırılığa sevkettiğidir. Gerçekten, mesela dinsel açıdan bir gruba, etnik açıdan başka bir gruba, ekonomik açıdan üçüncü bir gruba mensup bir birey, çapraz baskılar altında kalır ve belli bir sorunda belli bir siyasal çoğunluğa, başka bir sorunda başka bir siyasal çoğunluğa dahil olabilir. Oysa, bütün grup baskılarının birbirini güçlendirdiği durumlarda birey, daha aşırı ve tavizsiz siyasal tutumlara yönelme eğiliminde olur.
Bir ülkenin nüfusunun büyük bir kesiminin, kendi hayat tarzının veya en yüksek değerlerinin, nüfusun başka bir kesimi tarafından ciddi olarak tehdit edildiğini hissetmesi, yarışmacı siyasal sistemde bir kriz yaratır.
Etnik ya da dinsel bir alt kültür, o kadar erken yaşta insan kişiliğinin bir parçası haline gelir ki, din, ırk ve dil çizgileriyle bölünmüş gruplar arasındaki çatışmalar, özellikle bir bölgeyle de ilişkili oldukları takdirde, büyük bir tehlike arz ederler. Irk, dil, veya dinin bölgesel bir alt-kültürle bir araya gelmesi oluşum halinde bir millet, özerklik hatta bağımsızlık talepleri doğurur. Alt-kültürel plüralizmin(çok kültürlülüğün), çoğu zaman kamusal alanda hoşgörü ve karşılıklı saygı üzerinde tehlikeli bir gerilim yarattığı hemen hemen kuşkusuzdur.
Bireyin veya grubun siyasi çıkarları kolayca değişebilir, ancak bölünmüş bir toplumda, fark sadece siyasi tercihler ve ideolojiye dayalı değildir, aynı zamanda insanların kültürel, dini ve etnik özelliklerine dayanmakta ve bu durumda bireyin veya grubun özellikleri en azından kısa vadede değişim göstermemektedir. Dolayısıyla toplumdaki etnik, dinsel, mezhepsel ve dilsel farklılıklar bölünmüşlük düzeyini arttırmaktadır.
Çeşitli yönlerden bölünmüş toplumlarda herhangi bir siyasal çatışma sonrası farklı gruplar arasında barışı sağlamak, siyasi uzlaşıyı teşvik etmek, etnik, dinsel, mezhepsel, kültürel gerginlikleri azaltmak gibi temel konular toplumsal bütünlüğü sağlamış toplumlara kıyasla çok daha zordur. Bunun sağlanabilmesi için o toplumda bir takım özel kurumlara ihtiyaç olduğu gibi kurumların da tutarlı, uyumlu olması şarttır. Etnik, dinsel ve dilsel bölünmüş toplumlarda demokrasinin işlerliğinde zaman zaman sorunlar çıkabilmektedir. Bu yüzden demokratik toplumlarda meydana gelebilecek siyasal çatışmaların önlenebilmesi veya terörizm gibi tüm toplumu ilgilendiren bir olayda ortak hareket kabiliyetinin sağlanabilmesi açısından toplumsal bütünleşme ayrı bir öneme sahiptir. Toplumdaki gruplar, kurumlar, sınıflar, örgütler ve ilişkiler gibi toplumsal yapının çeşitli öğelerinin birbirini tamamlayabilme durumuna ve sürecine “toplumsal bütünleşme” denir. Toplumsal bütünleşme, toplumsal yapının çeşitli öğeleri arasındaki uyum sürecidir. Tönnies toplumları “topluluk-cemaat” ve “toplum-cemiyet” olarak iki temel gruba ayırmaktadır. Topluluk(cemaat) türü yapılanmalarda topluluk üyeleri arasında birebir yakın ilişkiler, bağlar, ortak kimlik, ortak normlar ve
düzenli ilişkiler ön plana çıkarken modern yapılara işaret eden toplumda(cemiyet) veya modern devlet ilişkilerinde bireysellik, rekabet, karmaşık iş bölümü, karşılıklı bağımlılık, düşük oranda ortak normlar ve yüzeysel ilişkiler daha sıklıkla görünmektedir. Durkheim ise, toplum ayrımını “mekanik” ve “organik” dayanışma şeklinde yapmaktadır. Durkheim kendi aralarında zayıf ilişkileri olan ancak kendi üyeleri arasında yardımlaşma, dayanışma, ortak kimlik ve aidiyet duygusunu paylaşan küçük topluluklarda(cemaat) gözlenen mekanik dayanışmadan, 19.yüzyıldan itibaren daha geniş birlikteliklerin oluştuğu modern toplumsal yapılarda(devlet) ortaya çıkan organik dayanışmaya geçildiğini vurgulamaktadır. Durkheim modern toplumlarda toplumsal dayanışma ve bütünleşme konusunda iyimser bir yaklaşım sergilerken, Tönnies artan oranda kendini gösteren bireycilik değerleri yüzünden modern toplumlarda bütünleşme konusunda endişelidir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde, Türk toplum yapısını yukarda bahsedilen iki grup arasında net bir yere koymakta zorlanılmakmaktadır. Ancak bu yapının 1980’lerden sonra hızlanan ekonomik gelişmeler bağlamında bölgesel farklılıklar olsa bile bireycilikte artışla beraber organik dayanışmanın yoğunlaştırdığı topluma doğru evrildiği gözlenmektedir. Bunun yanında son dönemlerde yoğunlaşan etnik, dinsel, mezhepsel ve siyasi sürtüşmeler ve radikal örgütlerin yarattığı toplumsal gerilimler Türkiye’de toplumsal bütünleşme konusunu ve ilgili politika tartışmalarını artan oranda gündeme getirmektedir. Toplumsal olarak bütünleşmiş bir toplumda tüm gruplar “aitlik, katılım, kabullenmişlik, dahil olunmuşluk ve meşruluk” hissine sahip olanlardır. Ayrışmış bir toplumda ortaya çıkan ise “ayrımcılık, dışlanmışlık, ret-edilmişlik, sosyal olaylara katılımı istememek ve gayri- meşruluk” hissidir. Konuyu Türkiye özelinde ele alacak olursak, Türkiye farklı etnik gruplardan( Türk, Kürt, Arap vb.), farklı din ve mezheplerden (Hristiyan, Yahudi, Süryani, Sünni, Alevi vb.) ve farklı bölgesel kimliklerden gelen bireylerin oluşturduğu bir ülkedir. Özellikle İmparatorluk sonrası kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti bu farklılıklar üzerine inşa olmuş bir ulus- devlettir. Cumhuriyetle birlikte genel anlamıyla bu farklılıkların sorunsuz yaşadığı görünümü olsa da özellikle son yıllarda yaşanan küresel ve bölgesel değişimler birtakım sorunları gün yüzüne çıkarmıştır.
Bugün artık Türk-Kürt ayrımı, Sünni- Alevi ayrımı dile getiriliyor ve kimliğin temel öğesi olarak ortaya konulabiliyor. Özellikle Türk-Kürt ayrımının rahatça ortaya konmasıyla birlikte Kürtlerin ayrılık istekleri de gün yüzüne çıkmıştır. Türkiye’de Türklerden sonra en büyük topluma sahip olan Kürtlerin bir bölümü kendi ulus-devletlerini kurmak istiyorlar. Bugün Türkiye, bundan daha da tuhaf bir durumla karşı karşıya: Bölgesel kimlik farklılıkları ve dine bakış açısındaki farklılıklar son derece büyük bir kopmaya yol açıyor. Türkiye, bölgelere, kentlere, semtlere göre farklı kimliklere sahip insanlardan oluşan bir toplum görünümü sergiliyor. Hepsi Müslüman gibi görünen büyük çoğunluk kendi içinde şeriat isteyenler ve laikliği savunanlar olarak ikiye ayrılıyor. Sonra bu ayrılanlar kendi içlerinde parçalara bölünüyorlar. Dinsel devlet yönetimi konusunda aynı düşünceyi savunuyorlar gibi görünen tarikatlar iş iktidar meselesine gelince kavgaya giriyorlar. Aynı evde yaşayan insanlar arasında bile bölünmüşlükler var. Bu çerçeveden bakıldığında Türkiye, bugünkü yapısıyla hiçbir topluma benzemiyor. Türkiye’nin bu özelliği, toplumsal bütünleşmenin sağlanması ve uzun yıllardır süregelen siyasal şiddet ve terör gibi sorunların bu bütünleşme yardımıyla kökten çözümünü zorlaştıran bir unsurdur. Bu nedenle, toplumsal bütünleşme olgusu belki üzerine çok da düşünülmeyen veya üzeri örtülen bir konu olmakla birlikte belki de çözümün en önemli anahtarıdır. Terörizmle mücadelede artık siyasi, sosyal, kültürel ve önleme faaliyetleri eksenli çok yönlü bir mücadele stratejisi benimsenmiştir. Bu noktada üzerinde durulması gereken konu ise terörizmle mücadele sürecinde toplumsal bütünleşmenin rolüdür. Bu bakımdan günümüzde toplumların, özellikle de gelişmiş demokrasilerin karşılaştıkları siyasal şiddet ve onun özel bir uygulaması olan terörizmle; özellikle de etnik terörizmle mücadelede önemli bir etken olarak toplumsal bütünleşmeye çok önemli bir yer verdiklerini görebiliyoruz. Benzer şekilde etnik ayrılıkçı bir şiddet örgütüyle uzun yıllardır mücadele eden Türkiye’nin de bu sorunu askeri ve polisiye tedbirlerin yanında asıl olarak sosyo-kültürel ve siyasal politikalarla aşacağına kuşku yoktur. Bu nedenle, toplumsal bütünleşmenin tespiti, aksayan yönlerinin teşhisi ve çözüm önerilerinin saptanması atılacak adımların başında gelmektedir. Sosyal ve siyasal politikaların oluşturulması, hayata geçirilmesi ve neticede geri dönüşümlerinin alınması ve değerlendirilmesi açısından önemli açılımlar sağlayacak toplumsal bütünleşmeye yönelik hem devlet kurumlarına hem üniversitelere hem de sivil topluma büyük görevler düşmektedir.
Toplumsal bütünleşme kendi başına temel bir sosyal politika veya gösterge olarak değerlendirilmesinin yanında bir ülkedeki temel politika değişiklerinin ve krizlerin toplumsal yansımalarının belirlenmesinde temel ölçüt değişkenlerden birisi olarak da kullanılmaktadır. Ancak son dönemlerde uluslar arası terör faaliyetlerindeki artış, etnik çatışmalar, küreselleşme, göçmen sayılarındaki artış, ülkelerin artan oranda çoklu etnik ve kültürel yapıya bürünmesi, suç oranlarında artış, bireyselciliğin hızla yaygınlaşması ve bu yaygınlaşmanın beraberinde getirdiği sosyal sorunlar toplumsal bütünleşmeyi ve ilgili politikaları artan oranda gündeme getirmektedir.
Siyasal şiddet ve terörizmin amacı, toplum içerisindeki farklı grupların birbirleriyle nefret üzerinden iletişim kurarak toplumun ayrışmasını ve kutuplaşmanın oluşmasını sağlamaktır. Dolayısıyla terörizmin bu amacını bertaraf edecek olan toplum içinde kin, nefret ve kutuplaşmayı önleyici taktikler terörizmle mücadele adına atılacak somut adımların ilkini oluşturacaktır.
Toplumsal bütünleşme içinde rasyonel verilere dayalı geniş perspektifli terörizmle mücadele stratejileri ortaya koymakla görevli devlet, kendi kural ve değerler sistemi içerisinde sorunları çözmeye çalışmalıdır. Duygusal reaksiyonla veya bir aidiyetle verilen tepkilerden öte akılla, sağduyuyla ve profesyonelce verilen tepkiler çok daha önemlidir. Terörizmle mücadele eden güvenlik birimleri hukukun ve demokrasinin üstünlüğüne dayalı devletin kurallarını değil de teröristlerin taktik ve uygulamalarını kendine örnek alan bir mücadele stratejisini uygular ise
teröristlerin amacına hizmet etmiş olur. Bu kapsamda, devletler attıkları her adımı dikkatle değerlendirmelidir. Çünkü küçük de olsa atılacak her yanlış adım teröriste verilecek propaganda malzemesi olarak geri dönecektir. Terör örgütünün amacı toplumda kaos, kargaşa ve panik havası yaratmaksa; devletler, sükunetin, itidalin ve huzurun kapılarını
açmalıdır.
Terör, toplumda kutuplaşmayı, kamplaşmayı ve nefreti filizlendirmeyi hedefliyorsa; devletler de toplum içerisinde birliği, beraberliği, uzlaşıyı ve sevgiyi filizlendirmelidir. Ancak bu sayede terörizmin amaçlarına ulaşması engellenebilir ve mücadelede başarı sağlanabilir. Toplumdaki sınıfların, örgütlerin, grupların, kurumların ve bunlar arsındaki ilişkilerin birbirini tamamlayabilir olması veya bunun sağlanabilmesi terörizmin nefes alacağı ortamı kendiliğinden yok edecektir. Birbirini tamamladığına ve bir bütün olduğuna inanan toplumda siyasal şiddet ve terörizmin önemli nedenleri arasında yer alan ötekileştirmenin yerini demokrasinin temelinde var olan karşılıklı iletişim ve hoşgörü alacaktır. Toplumsal bütünleşmesini sağlamış bir toplum genel uzlaşının dışında da tutum ve davranış sergileyen bireyleri şiddet eğilimi göstermedikleri sürece hoşgörüyle karşılamada tereddüt etmez. Ancak bu özgürlüğün sınırları net bir şekilde çizilmiştir: Sisteme meşru bir şekilde aidiyet. Çünkü meşru bir şekilde sisteme dahil olmuş bireyler ve onların fikirleri ve eylemleri aitlik hissiyatıyla kendiliğinden şekillenecektir. Bireyler topluma dair güven, iş birliği, destek gibi olguları içlerinde barındırdıkları ve bunları yaşattıkları sürece toplumun genel yapısına zarar vermekten kaçınacaklardır. Çünkü topluma verilen her zarardan aslında kendilerinin de etkileneceğini çok iyi bilirler. Bu bilince ulaşmış bir
toplumda terörizm ve siyasal şiddetin barınması neredeyse imkansız hale
gelir. Bununla birlikte toplumsal bütünleşme bilinci, toplum için aynı zamanda ortak bir kimlik de oluşturarak bireylerin dış uyaranlara karşı daha dikkatli olmasını sağlayan bir unsur olarak kendini gösterir. İçinde bulunduğu toplumu sahiplenmiş birey o toplumun oluşturduğu siyasal ortama yine o toplum tarafından belirlenmiş meşru yollarla girme niyetinde olur ve siyasal katılımı bu yönde sağlamak için daha istekli davranır. Ayrıca bu yönde meşru olmayan yollardan yapılacak taleplere karşı ise daha tereddütlü bir yaklaşım sergiler. Bireylerin bu tavrı demokratik düzenle de uyum sağlayacağından siyasal şiddet ve terörizme başvurma eğiliminde olanlar demokratik yollardan siyasi fikirlerini savunmak zorunda kalır ve şayet siyasal şiddet veya terörizme başvururlarsa istenen desteği alamazlar. Destek olmadığında da bu durum daha fazla sürdürülebilir olmaktan çıkar. Hiç kuşkusuz bu başarının temel formülü de toplumsal bütünleşmenin inşasıdır.
Misafir