Devletlerin zorlama ile iktidarı tekeline geçirmelerine rağmen, sadece güç kullanımıyla varlıklarını sürdürebildikleri durumlar nadirdir. Jean Jacques Rousseau’nun da belirttiği gibi, “ En güçlü, gücü hakka ve itaati göreve dönüştürmedikçe asla yeterince güçlü değildir.” İşte bu nedenledir ki, tüm yönetim sistemleri, onlara, yurttaşların dan ya da uyruklarından rıza göstermelerini talep etme olanağını veren meşruiyet yada “yasallık” arayışındadır.
Bir rejimin ya da yönetim sisteminin meşruiyeti ya da yasallığı konusu, siyasal tartışmaların en eski ve en köklü olanlarından biriyle, yani siyasal yükümlülük sorunuyla ilişkilidir. Yurttaşların, neden kendilerini yönetimin otoritesini kabul etmek zorunda hissetmeleri gereksin? Onların devlete saygı gösterme ve devletin yasalarına uyma görevi var mıdır? Bununla birlikte, modern siyasal tartışmalarda, meşruiyet, genellikle ahlaki yükümlülükler açısından anlaşılmaktan daha çok siyasal davranış ve inançlar açısından anlaşılmaktadır. Başka bir deyişle , meşruiyet soyut anlamda, insanların devlete neden itaat etmeleri gerektiği sorusuyla ilgilenmektedir. İnsanları, otoriteyi yasal görmeye teşvik eden ve dolayısıyla bir rejimin istikrarını destekleyen koşullar veya süreçler nelerdir? Bu durum felsefeden sosyolojiye doğru bir kaymayı ifade etmekte, ama aynı zamanda meşruiyet kavramının ihtilaflı doğasına da vurgu yapmaktadır.
Sosyolojik bir olgu olarak meşruiyet anlayışına klasik katkı, Max Weber tarafından sağlandı. Weber, belirli “hakimiyet sistemleri”ni sınıflandırmakla ve her bir sistemde meşruiyetin dayandığı temeli saptamakla ilgilendi. Bunu üç ideal tip ya da siyasal kavramsal model inşa ederek yaptı. Weber, bu ideal tiplerin ya da kavramsal modellerin siyasal yönetimin bir hayli karmaşık olan doğasını anlamlandırmaya yardımcı olacağını umdu. Bu ideal tipler üç otorite türüne karşılık gelmektedir:
* Geleneksel otorite
* Karizmatik otorite
* Yasal-ussal otorite
Bunların her biri, belirli bir siyasal meşruiyet kaynağıyla ve dolayısıyla insanların bir rejime itaat etmek için sahip olabilecekleri farklı nedenlerle nitelenmektedir. Weber, süreç içinde, göreceli olarak basit geleneksel toplumlarda bulunan hakimiyet sistemlerini, oldukça bürokratik sanayi toplumlarında bulunan tipik hakimiyet sistemleriyle karşılaştırarak toplumun kendi dönüşümünü anlamaya çalıştı.
Weber’in ilk siyasal meşruiyet tipi, köklü adetlere ve geleneklere dayanmaktadır. Gerçekten de geleneksel otorite meşru görülmektedir, çünkü “her zaman var olmuştur.” Tarih tarafından kutsanmıştır, çünkü daha önceki nesiller onu kabul etmiştir. Geleneksel otorite, tipik olarak, somut bir kurallar bütününe göre işlemektedir. Yani, alışagelmiş her şeyi zaten nasıllarsa o şekilde yansıttıkları için meşrulaştırılmaya gerek duymayan, yerleşik ve sorgulanmamış adetlere göre faaliyette bulunmaktadır. En bariz geleneksel otorite “ataerkilcilik”. Geleneksel otorite, örneğin Suudi Arabistan, Kuveyt , Ürdün ve Fas’taki hanedanlık yönetiminin varlığını sürdürmesinde olduğu gibi, kalıtsal iktidar ve ayrıcalık sistemleriyle yakından ilişkilidir. Geleneksel otoritenin gelişmiş sanayi toplumlarında önemi çok düşük olmasına rağmen, monarşinin, örneğin Birleşik Krallık, Belçika, Hollanda ve İspanya’da, anayasal bir formda da olsa varlığını sürdürmesi itaat, saygı ve görev gibi değerleri canlı tutarak siyasal kültürün şekillenmesine yardımcı olmaktadır.
Weber’in ikinci meşru hükümranlık biçimi karizmatik otoritedir. Bu otorite biçimi, bir bireyin kişiliğinin gücüne, yani kişinin “karizması”na dayanmaktadır. Bir kişinin statüsüne, toplumsal konumuna ya da görevine hiçbir şey borçlu olmayan karizmatik otorite, tümüyle bir liderin, bir tür kahraman ya da aziz olarak takipçileri karşısında doğrudan ve kişisel bir cazibe yaratma yeteneği aracılığıyla işlemektedir. De Gaulle, Kennedy ve Thatcher gibi modern siyasal liderler, kendi otoritelerini, hiç kuşkusuz, kişisel nitelikleriyle ve sadakati canlandırma yetenekleriyle genişletmiş olsalar da, bu otorite karizmatik otoriteye karşılık gelmiyordu, çünkü bunların otoritesi, özü itibariyle yürüttükleri görevlerin resmi gücüne dayanıyordu. Napoleon, Mussolini, Hitler, Ayetullah Humeyni, Fidel Castro ve Albay Kaddafi karizmatik otoriteye daha uygun örneklerdir.
Ancak karizmatik otorite, basitçe bir hediye ya da doğal bir eğilim değildir; kişisel yönetim sistemleri, her durumda kesin amacı karizma “imal etmek” olan “kişilik kültleri” tarafından desteklenmektedir. Bununla birlikte, meşruiyet büyük ölçüde ya da tümüyle bir liderin kişiliğinin gücüyle inşa edildiğinde, bunun genellikle iki sonucu bulunmaktadır. Birinci sonuç, karizmatik otoritenin biçimsel kurallara veya yöntemlere dayanmaması nedeniyle genellikle sınırlarının bulunmamasıdır. Lider, yanılmaz ve ve sorgulanamaz bir Mesih’tir; kitleler, sadece boyun eğmeleri ve itaat etmeleri gereken takipçiler ya da müritler haline gelmişlerdir. İkinci sonuç ise; Otorite belirli bir bireyle öylesine ilişkilendirilmiştir ki bir kişisel yönetim sisteminin onun kurucusu olan figürden daha uzun yaşaması güçtür. Bu sonuç, Napoleon, Mussolini ve Hitler rejimleri örneklerinde kesinlikle geçerlidir.
Weber’in üçüncü siyasal meşruiyet tipi olan yasal-ussal otorite, otoriteyi, açık biçimde ve yasal olarak tanımlanmış bir kurallar dizisiyle ilişkilendirir. Weber’e göre, yasal-ussal otorite, modern devletlerin çoğunda faaliyette bulunan tipik otorite biçimidir. Bir devlet başkanının, ya da yönetim görevlisinin iktidarı,son tahlilde, bir görev sahibinin yapmaya muktedir olduğu şeyleri yapmasını kısıtlayan ya da sınırlayan resmi, anayasal kurallarla belirlenmektedir. Bu otorite biçiminin hem geleneksel, hem de karizmatik otorite karşısındaki avantajı, bir kişiden ziyade bir göreve bağlı olması nedeniyle, kötüye kullanma ya da adaletsizlik doğmasına yol açma olasılığının çok düşük olmasıdır. Yasal- ussal otorite bu nedenle sınırlı hükümeti sürdürür ve ayrıca ussal bir iş bölümü yoluyla verimliliği arttırır. Ancak Weber ,bu siyasal meşruiyet türünün daha karanlık bir yönünün de farkına vardı. Weber , daha yüksek bir verimliliğin bedelinin, bürokratik örgütlenme biçimlerinin durmak bilmeyen yayılışıyla şekillenen daha kişiliksizleştirilmiş ve insanlık dışı bir çevre olacağından korktu.
Weber’in meşruiyet türleri sınıflaması hala yerinde görülüyorsa da, bu sınıflamanın sınırlamaları da bulunmaktadır. Bu sınırlamalardan birisi şudur: Sınıflama, siyasal bir rejimin ya da yönetim sisteminin meşruiyetine odaklanmakla, rağbet görmeyen politikaların bir sonucu olarak siyasal otoriteye ya da güvenini kaybetmiş bir lidere ya da yönetime karşı çıkılmasına neden olan koşullar hakkında bize çok az şey söylemektedir. Daha da önemlisi, Beetham’ın işaret ettiği gibi , meşruiyeti Weber’in yaptığı şekilde “meşruiyete duyulan bir inançtan” başka bir şey olarak görmemek, onun nasıl oluştuğunu görmezden gelmektir. Bu durum meşruiyetin belirlenmesini, haklılığın, halkla ilişkiler kampanyaları ve benzeri kampanyalarla “imal edilmesini” sağlamaya muktedir olan güçlünün ellerine bırakabilir.
Beetham, ancak üç koşulun yerine getirilmesi durumunda iktidarın meşru olduğunun söylenebileceğini ileri sürdü. Birincisi, iktidar, ister resmi yasal kurallarda, ister gayri resmi geleneklerde yer alsın yerleşik kurallara göre kullanılmak zorundadır. İkincisi, bu kurallar, yönetenlerin ve yönetilenlerin ortak inançları açısından gerekçelendirilmelidir. Üçüncüsü, meşruiyet, yönetilen tarafın rıza beyanı ile gösterilmelidir. Bu rıza beyanı, meşrulaştırma sürecinin iki temel özelliğini vurgulamaktadır. İlki halka ait rızanın kullanılabileceği bir sistem olarak seçimlerin ve parti rekabetinin varlığıdır. İkincisi insanların yönetilmeleri gerektiğine nasıl ihtiyaç duyduklarını genel olarak ifade eden anayasal kuralların varlığıdır.
Misafir