Pek ilginç zamanlar yaşıyorum dün akşamdan beri. Yola çıkmak sanırım böyle bir şey: Her an sürprizlere uyanmak. Akşam namazına bir saat kalmıştı, biraz gezeyim akşam namazına kadar, sonra camide kalmak için caminin imamıyla konuşurum, dedim. Düşüncelerim, niyetim böyleydi. Bir kırtasiyeciye girdim. Öyle kitaplara bakayım, dedim. Kürtçe kitapları gördüm, ilgilenmeye başladım. Kırtasiyeye bakan gence sordum kitapları. Geldi genç, konuştuk, tanıştık. Aramızda kısa bir zamanda bir muhabbet, bir yakınlık hasıl oldu. Genç, benim bir dayım var, Kürtçe yazıyor, buradaki medreseye bakıyor, isterseniz sizi tanıştırayım, dedi. Olur, dedim, sevindim. Telefon açtı dayısına. Dayısı telefonu açmadı. Medreseden bir başka hocayı aradı, o geldi kırtasiyeye. Konuştuk, tanıştık. Öğretmenmiş. Beni medreseye götürdü, sanki daha evvel sözleşmişiz gibi.
Gittik, oturduk, tanıştık. Tek kelimeyle, kendimi evimdeymiş gibi hissettim. Arkadaşların hepsi Kürt ve medresede Arapça ve Kürtçe merkezli eğitim ve sohbetler veriyorlar. Çantamda iki risale, hiç unutmuyorum. Biri Said-i Kurdî’nin Türkçeden Kürtçeye çevrilmiş İçtimai Dersler Risalesi –Dêrsên Civakî, diğeri Kureyşi’nin Arapça’dan Türkçe’ye çevrilmiş Risalesi.
Meğer bu kitap, şimdi benim gittiğim medrese olan, Zehra Medresesinin çıkardığı kitapmış. Yani, tam yerine geldik. Tevafukun böylesi. Bu kitapları çıkaran yazarlar da benim abone olduğum Nûbihar Dergisi’nde yazıyorlar. Doğrusu, Kek Selahattin olayından sonra böyle bir şey yaşamak iyi geldi. Yolculuğumda gittiğim yerler ve gördüğüm, karşılaştığım şeyler arasında bağlantılar kurabiliyorum geçmişten gelen destelemelerle.
Medrese çok güzel şeyler yapıyor. Gençlere Arapça, Siyer, Fıkıh, Hadis dersleri veriyormuş. Kürtçe konuşuyorlar genellikle. Dersleri Kürtçe görüyorlar. Şunu öğrendim. Çeşitli cemaatler üstadı Türk-İslam tornasından geçirmişler, aslından çıkarmışlar. Zehra Vakfı, üstadı aslıyla vermek istiyor, Risaleleri üstadın zihnindeki düşüncesiyle, yani Kürtçe veriyor. Ne diyordu üstat, ben evvela ana dilim olan Kürtçe ile düşünürüm, sonra Türkçe yazarım. Zehra Vakfı’nın çıkardığı kitapları alıp okumak lazım… Bir tanesini okuyorum şimdi, Dêrsên Civakî. Kürt dağlarının havasını solumuş bir âlimin, bir mütefekkirin, dava adamının gayretlerini ve hayatını görüyorsun. İslam davasını bu dağlarda dinçleştirmiş, yaylalarında kokulandırmış, ovalarında sulandırmış bir yiğidin çektikleri, acıları, fedakârlıkları ve hayalleri. Said-i Kurdî’nin kişiliğini, karakterini, mizacını, huyunu apaçık müşahede ediyorsun. Ama çeşitli cemaatlerin yayımladığı Risalelerde, doğru, İslam anlatılıyor ama müellifine büyük haksızlık yapılarak. Müellifin, eserini kaleme alırken ortaya koyduğu psikolojik, insani, kültürel ve fiziki gerçekler değiştiriliyor. Said-i Kurdî’nin kişisel özellikleri ve hangi koşullarda eserlerini kaleme aldığı unutturulmak isteniyor birileri tarafından bilerek, kasıtlı. Amaçları, Said-i Kurdî’nin eserlerinde yeri zamanı geldiğinde verdiği Kürt milletini ve Kürtlüğü ortadan kaldırmak herkesi, her şeyi Türkleştirmek, Türkçeleştirmektir. Ne oldu? Kürtler yok edildi mi? Kürt coğrafyası ortadan kaldırıldı mı, Kürtçe kazındı mı?
85 yıl evvel burada büyük bir isyan oldu. Bölgede bütün Kürtler Ağrı’da kan ağladı.
Kısacası Ağrı İsyanları: 1926-1930 yılları arasında Ağrı dağı ve civarı ile İran topraklarının da dâhil olduğu bir coğrafyada meydana gelen ayaklanmalardır. İhsan Nuri Paşa beş yıl süren isyan döneminde Agirî hükümeti dediği Ağrı dağı ve çevresindeki askeri ve siyasi yönetimin lideri olarak büyük bir mücadele vermiştir. Amacı, isyan hareketini Ağrı dağı ve yöresinden başlatarak bütün bölgeye yaymak ve Kürt halkını ayaklandırmaktı.
Birinci Ağrı isyanı: 16 Mayıs 1926'da Soğanlı, Kızılbaşoğlu, Sori, Cilkanlı, Bilhanlı ve Cinganlı aşiretleri Ağrı'daki Brosonlu İbrahim ve adamları ile birleşerek ayaklandılar. İran'daki 1000 kadar atlının Brosonlu'nun yardımına gelmesi üzerine ayaklanma büyüdü. İsyan üzerine başlatılan askeri harekât ilk başlarda başarısız oldu. Doğubayazıt'a çekilen ordu birlikleri Haziran’da, ikinci bir harekâta başladı. İsyancılar İran'a geçti. İran hükümetinden sınırda gerekli önlemleri alması istendi. 1928 yılında İhsan Nuri Paşa, Hoybun cemiyetinin de desteğiyle yeni bir isyanı planlamaya başladı. Küçük bir grup kurarak askerleri modern silahlarla donattı ve askeri taktiklerle çalıştırdı. Bu grup Ağrı dağına doğru giderek Hoybun ayaklanmasını başlattı ve Bitlis, Van ve Van gölü etrafındaki çoğu yerleşim yerini de ele geçirdi. Ankara hükümeti il merkezinin Doğubayazıt’tan Karaköse'ye taşınmasına karar vererek direnişçileri, yakın dostları aracılığıyla direnişten caydırmaya çalıştı. 1928 yılında ayaklanmanın liderleri ile askeri ve sivil idareciler arasında yapılan görüşmelerden bir sonuç alınamadı.
İkinci Ağrı isyanı: 13 Eylül 1927'de başlatılan harekâtla Türk ordusu İran sınırına kadar ilerledi. Türk ordusu 14-27 Eylül 1929 tarihlerinde Tendurek harekâtı ile İran kökenli Şeyh Abdulkadir'in isyana katılmasını önledikten sonra hükümet, 1930 Haziran’ında Ağrı’ya bir kuvvet gönderdi. Birlikler ilk başlarda fazla başarı elde edemediler. 26 Mayıs-9 Haziran 1930 tarihleri arasındaki harekât ile Savur, Midyat ve Cizre istikametinin güvenliğini korumaya çalıştı. 1930'lara gelindiğinde, Türkiye ordusu üstünlük kurmaya başladı. Mayıstan başlayarak, Türkiye ordusu atağa geçti ve Ağrı dağını 10000 askerle Haziran’da kuşattı. İki tarafta da asker sayıları gittikçe artıyordu. Kürt aşiretleri Türk devletine karşı toplamda 60000 asker toplamıştı.
Üçüncü Ağrı isyanı: İhsan Nuri Paşa ve Zilan Bey, Hesik aşiret reisi İbrahim Ağanın aşiretiyle birlikte İran sınırını aşarak yeni bir isyan başlattı. Askeri birimlerin yetersiz kalması sonucu isyancılar, içinde Doğubayazıt’ın da bulunduğu bir bölgeyi denetimi altına aldı. Kontrolleri altına aldıkları bölgede Hoybun cemiyetinin desteğiyle Ağrı Cumhuriyeti'ni ilan ettiler. Ancak Türkiye o dönemde İran sınırı içinde bulunan küçük Ağrı Dağı’nın arkasına kadar birliklerini ilerletmek için izin aldı. Böylece isyancıların İran yolu kapanmış oldu. Daha sonra bu iki ülke arasında bir sınır düzenlemesi yapılarak Van'ın Kotur kasabası İran’a verilerek, küçük Ağrı Dağı Türkiye sınırları içine alındı. 1 Temmuz'da Türk ordusu Ağrı Dağı’nın kuşatmasını tamamlandı ve 7 Eylül 1930'da genel taarruzu başlattı. 25 Eylül'e kadar süren Ağrı Dağı muharebesi esnasında 14 Eylül'de Kire'de İbrahim Ağa öldü ve İhsan Nuri Paşa da İran'a sığındı. Daha sonra Adana ağır ceza mahkemesinde yapılan yargılamalarda 34 kişi idam cezasına çarptırıldı. 1938'de Karaköse olan ilin adı Ağrı olarak değiştirildi. İngiltere ve İran desteğiyle isyan bastırılıyor.
İsyan o dönem bastırıldı ama gelinen noktada başarı kazandı, o katliamdan büyük zaferler boy verdi. Kendi küllerinden doğan bir halkın hikâyesidir Ağrı isyanları. Şimdi burada Kürtler yine kendi kültürlerini yaşıyorlar, dilleriyle konuşuyorlar. Dünyanın her yerinde “başka unsurlar” olduğu gibi, burada da “başka unsurlar” var kimi yerde çok, kimi yerde az, ama küreselleşme ile küçük bir köye dönüşen dünyada tek bir yerde tek bir dil konuşan, tek bir kültürü yaşayan bir yeri bulmak imkânsız gibi bir şey. Küreselleşme ile birlikte her yer birbirine benzedi, her şey iç içe geçti, farklılar azaldı, benzerlikler çoğaldı. Asıl mesele, yerli bir halkın başka unsurları dönüştürme-değiştirme kabiliyet ve gücüne sahip olup olmadığıdır. Bu kabiliyet ve gücün olması, o halkın kadim bir tarihi, esaslı bir kültürü, ayırt edici bir mirası, güçlü, sanatsal –fikri, dini, edebi vs- eserleri olması demektir. Bugün Kürtlere baktığımızda bu kabiliyet ve güce sahip olduklarını görüyoruz. Yüzyıllardır Kürt coğrafyasında “başka unsurlarla” beraber yaşayan Kürtler, hala güçlüler, kendi eserlerini, kültürlerini, hayallerini üretebilme kabiliyetine sahipler. Kürtler kendi kalarak, kendilerini yenileyebiliyorlar. Tarihin en eski halklarından biri oldukları için. Üzerinde büyük oyunlar oynanmasına rağmen, çoğu zaman sömürgeci devletler tarafından sömürülüp kullanılmasına rağmen, bugün hala dimdik ayaktalar. Ve 21. yüzyılda Ortadoğu coğrafyasında söz hakkına sahip en güçlü halklarından biriler. Yani ne dışarıdan gelen ne de içeride duran güçler-devletler, Kürtleri hesaba katmadan hareket edemezler.
Kürtler içinde çeşitli siyasi-ideolojik fraksiyonlar var. Bunlar bölünmüş durumda. Yabancı ve yerli odaklar, bu bölünmeyi kullanıyor, Kürtleri birbirine düşürüyor, böylece Kürtler kendilerini tüketiyorlar. Kürtler arasında bu bölünmüşlük kalksa, Ortadoğu’nun en güçlü halklarından biri olurlar.
Ehmedê Xani Türbesi-İshak Paşa Sarayı
Dolmuşta oturmuş, dolmuşun dolmasını bekliyoruz. Türbeyi ve sarayı görmeye gideceğiz. Doğunun doruklarında, dolu doluyum. Doğu usulü. Saate göre kalkmaz araçlar, adama göre kalkar. Bu insanın araç-para için feda edilmesi demektir. Feda edilen sadece insan değildir, insanla beraber zamanı, plan-programları ve hayalleri. Zamanı planlı-programlı yaşamayan ve hayallerinin gerisinden kalan bir insandan ne beklenebilir ki. Berbat bir miskinlikten, tüketici bir tembellikten, zor bir yalnızlıktan başka… Böyle bir insanın ne kendine ne de başkalarına hayrı, faydası dokunur. Böyle bir kötülüğü kim bize yaptı? Yoksa biz kendi kendimize mi yaptık? Benim görüşüm, ikincisi. Biz yaptık bu kötülüğü kendimize. İçten fethedilmeyen kaleler, dışarıdan kuşatmalarla ele geçirilmez. Çalışmadık, hakkımızı aramadık, hep başkalarından bekledik. Başkaları da bizi böyle araçlarda bekleterek paraya çevirdiler. Çünkü çalışıp üreten onlar, haliyle söz sahibi olanlar da onlar olacak. Bize şarkıların gölgesinde pinekleyip hayallere dalmak, düşler kurmak düştü. Millet geliyor, dolmuşun ne zaman dolacağını soruyor. Utanarak, sıkılarak, dolduğu zaman, diyorum. Sesime ikna edici bir ton vermeye çalışıyorum: Gelin binin, dolsun, yola çıkalım bir an önce. İnsanı buna mecbur ediyorlar. CD’den Kürtçe bir şarkı kulağıma çalınıyor eski zamanlardan. Kulak veriyorum, ne diyor: “Di şevek tarî de agir bi dil xistiye/Di ronahiya sibe de çavên xwe girtiye.”
(Karanlık bir gecede gönlünü ateşe vermiş/Sabahın aydınlığında gözlerini kapatmış.)
Bir teyze geldi, altı günlük Şevval orucunu tutmuş. Gidip Xani Baba’nın türbesini ziyaret edecek, şefaati istenilecek. Bölgede Ehmedê Xanî, “Baba” olarak bilinir. Herkes “Xanî Baba” der. Yani Xanî, burada herkes tarafından Allah dostu olarak kabul edilir. Xanî Baba’nın başı üzerinde yemin verildi mi, herkes inanır, kimse kolay kolay bu durumda yalan söyleyemez.
Dolmuş dolmadan kalktı. Yine bir başka Doğu usulü kullanıldığı için. Aklımıza bin yaşa! Gelmesi gereken ama nedense bir türlü gelmeyen yolcuların ücretlerini aramızda toplayıp verdik.
İshak Paşa Sarayı’nın dibindeyim, aşağıya doğru indim, taşların arasına; aynı 2011 Mart’ında gittiğim umrede, Nur Dağı’na çıktığımda, Hira Mağarası’na girdikten sonra, gözlerden ırak, bir başıma o anı ve sabahı yaşamak için dağın aşağısına indiğim gibi.
Kimseler beni görmüyor, ben manzarayı olduğu gibi görüyorum. Sağımda Xani’nin türbesi, aşağıda Bazîd. Babamın babasından kalma sesi hiç gitmiyor kulaklarımdan. İçimde ayaklanıyor bütün aşiretler içlerinde dedemin de olmasını istediğim. İsyanı yeniden, yeniden yaşıyorum babamın sesinde, ama paramparça olmuş bir hüzünle. Dedeme, arkadaşlarına, Xanî Baba’ya ve buralarda ölmüş bütün mümin ve müminata Allah’tan rahmet diliyorum.
Xanî Camii’nden sesli Kuran okunmaya başlandı. Kadim bir başlangıç: Fatiha Suresi… Bakara Suresi okunmaya başladığında karşımdaki bayırda otlanan inekleri görüyorum, bir yandan da yukarıdan oğlaklar inmeye başlıyor bayıra doğru, toz yaparak, beni toz-toprak içinde bırakarak. Bundan üç yüz-dört yüz yıl evvel buralarda canlı bir hayat vardı, insanlar yaşıyordu, aynı şimdi olduğu gibi. Şimdi neredeler, nereye gittiler onca insan. Öldüler kendilerinden öncekilerin öldüğü gibi. Şimdi ben bütün bu ölüp geçenlere bakıyorum, hüzünleniyorum. Biliyorum, benden sonra da birileri gelip geçip gidenlere bakacaklar, sonra da hüzünlenecekler. Onlar da geçip gidecekler, ölecekler. Sonra başkaları. Kıyamete kadar böyle. Dünyanın gidişatı böyle. Kimse kalıcı değil. Konuşan hep hüzün oluyor, sadece bir kelime: Efnâ. Ötesi yok bu dünyanın, son kelime: Ebkâ.
Konuşacak bir şey kalmamış. Sadece hüznüm var ortalık yerde dolanıp duran, başını sokacak bir yer arayan. Sözümü almış bir hüzün. Suya mı yazılır, taşa mı kazılır, toprağa mı çizilir, havaya mı üflenir; bilinmez. Nasip, takdiri ilahi...
Aynı duygu: Kaybetme, yitirilme korkusu, yeni şeyler öğrenme, yaşama heyecanı. Nefret ettiğim: herkesin sana akıl vermesi. Şimdi dışarıda bekliyor, şoför içeri almadı, bekle dedi, duvarın dibinde. Parası yok. Kabil’li Münevver. 18-19 yaşlarında. Pasaportu da yok. Neden, nasıl gelmiş buralara. Dilini bilmiyorum. İran’ı nasıl geçecek? Geçer mi pasaportsuz? Zor. Hele İran, daha zor… Ama Afganistan’a, ülkesine geçmesi gerekir. Aslında niyetim onunla Kabil’e gitmek. Şoför hemen hayallerimi yarı yolda bıraktı. Pasaportsuz adamı, sınır dışı ederler, dedi. Gölüm yine de onunla gitmekten yana. Ne olacak, bilmiyorum.
İman, bambaşka bir nimet... Hakiki iman sahibinin üzerine rahmani bir sükûnet indirir. Bu, hakikate uymamak demektir, ebediyen mütemadiyen.
Parasız-pulsuz olmak böyle bir şey... Münevver, yan koltuğumdaki çantasını alıp duvarın dibine çömeliyor, aynı bir dilenci gibi. İçim yanıyor. Tam karşımda duruyor yersizliğin-yurtsuzluğun resmi, yorumsuz.
Şoföre sordum Münevver’i, ne olacak durumu diye. “Yolcular binsin, onu araya alacağım, ne de olsa para almayacağım ondan.”
Parası olmamak, tam yolcudan sayılmamak, insan olmamak… Yani insanın araç-paraya feda edilmesi, burada da karşıma çıkıyor her yerde olduğu gibi.
İnsanı çıldırtan hareketler bunlar. Birisi para verdi. Şoför, “Bu para sahtedir” deyip parayı aldığı adama geri verdi, adam ben bu parayı vermedim, dedi. Gümrük kapısına giden sivil giyimli bir polisi kastederek o verdi dedi. Bunun üzerinde tartışmalar, sözlü atışmalar, tacizler başladı. Hala da devam ediyor. Sivil polis, üzerine toz kondurmuyor, o da bu saçmalıklar neden beni buluyor havasında, “La havle” çekip duruyor. Şoför, sivil polisi tutuyor, diğer adamın o parayı verdiğinden emin. Bu tartışmanın biteceği yok.
Neden bu saçmalıkları yaşıyorum. Çekip git, diyor bir ses bana; ne gerek var bunlara. Her yerde menfaatçi insanların bencil hareketleri ya da bencil insanların menfaat çatışmaları... Buralar tüketiyor insanı hep. Pek az şey verip, çok şeyini alıyor. Yaşamın bedeli ağır oluyor. Bu duyguyu doğduğum topraklardan biliyorum, kaç zamandır yaşıyorum. İnsanın kıymeti yok, eşyanın-maddenin kıymeti çok. Eşya amaç, insan pespaye bir araç…. Hâlbuki güneş ilk olarak bizim buralarda doğuyor. Neden bunu anlamıyoruz. Anlamak için neyi bekliyoruz.
Misafir