Son yazımda milletvekilliğinin neden itibarsızlaştırıldığına ilişkin kısa bir değerlendirme yapmaya çalışmıştım. Ana Muhalefet Partisi’nin Meclis’in ve milletvekillerinin itibarsızlaştırılmasında esas sorumlulardan olduğunu ifade etmiştim. HDP milletvekillerine yönelik polis şiddeti ile milletvekilliğinin ve Meclis’in itibarının yerlerde süründüğünü ve bu durumun çok az kişi dışında kimseye bir faydası olmadığını artık bilmek gerekiyor.
Bu kez de Ankara’ya yürüyen baro başkanlarına yönelik polis şiddeti gündem oldu. Ne yazık ki Türkiye’de itibarını kaybetmeyen bir kurumdan bahsetmek neredeyse imkânsız. Yargı’nın sacayaklarından biri olan savunmaya yönelik bu baskı ve şiddet görüntüleri, Türkiye’nin yönetilemeyen, en önemlisi de devleti devlet yapan kurumlardan artık mahrum olduğunu gösteriyor kanaatindeyim.
Savunmanın bu şekilde bir muameleye tabi tutulması, Yargı’nın itibarsızlaştırılması ile doğrudan ilgili. Ne yazık ki Türkiye, kurumları itibarsızlaştırılarak kendisine itibar kazandıracağını düşünen bir anlayışa ve bu anlayışın ürünü bir sisteme mahkûm edildi. Yargı’nın, geldiği noktada güvenilir olmaktan çok uzak olması, adalete, hukuka olan inancın tasfiye edilmesinden ve yargının itibarsızlaştırılmasından kaynaklanmaktadır.
Yargı itibarını bağımsızlığından alır. Bunun dayanağı erkler ayrılığı teorisidir. Yani yargı yasama ve yürütmeden bağımsız işlemelidir ki asıl fonksiyonunu icra edebilsin. Oysa bugün erkler ayrılığından söz etmek mümkün değildir. Bağımsızlığın olmadığı yerde hür iradeden söz etme imkânı yoktur ve Türkiye, talimatlara bağlı yargılama yaptığını bütün dünyaya ilan etmiş bir ülkedir. Rahip Brunson hadisesi, bu hüküm cümlesini ispat etmeye tek başına yeter ama onlarca başka örnek de sayılabilir: Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, Ahmet Altan ve daha niceleri.
Talimatlara/emirlere bağlı yargılama faaliyeti, şüphesiz hukuk açısından bir yargılama faaliyeti olarak kabul edilemez ve sadece şekli anlamda bir faaliyetinden bahsedilebilir. Savunma da bağımsız olması gereken yargılama faaliyetinin en önemli unsurlarındandır. Ancak savunmaya yönelik de ciddi bir itibarsızlaştırma süreci işletilmiştir. Son yaşananlar artık mızrağın çuvala sığmadığı noktadır.
Avukatlara yönelik sistematik itibarsızlığa barolar da dönem dönem katkı sunmuştur. Örneğin darbe teşebbüsü sonrası yargı mensuplarına, avukatlara yönelik baskılar, avukatların şüphelileri ve sanıkları savunma konusunda gösterdikleri tereddütler, o dönemki hak ihlallerine karşı baroların ciddi bir itiraz geliştirmemesi de sürece olumsuz anlamda katkı sunmuştur. Ne yazık ki en ufak bir muhalefeti, kendisine yönelik tehdit gören bir anlayışın küçük eleştirilere dahi imkân tanıması mümkün olmayacağından o sessizliğin de işe yaramayacağı o günden belliydi.
Bu gereceğe rağmen, bugün savunmaya yönelik itibarsızlaştırma, ayar verme gibi baskı ve tehdide karşı savunmanın yanında yer almak gerekiyor. Çünkü bağımsız yargının olmadığı ve savunmanın itibarlı olmadığı yerde hukukun gelişmesi, adaletin tesis edilmesi mümkün olmaz. Bu baskıcı düzene meydan okumak hukuku durağanlıktan, taraflı olmaktan korur. Durağan, emir ve talimat alan hukuk gelişmez ve adalet de tesis edilemez.
Avukatlara, barolara yönelik baskıyı engellemek hepimizin görevidir. Milletvekillerine, avukatlara, baro başkanlarına kameralar önünde şiddet uygulayan bir anlayışın vatandaşa neler yapacağını bir düşünelim.
Otoriter eğilimlerin güçlenmesi, hukuka olan inancın zayıflatılarak adalet duygusunun yok edilmesi, mağdurların yer değiştirerek intikam hissinin hâkim olması, kurumları itibarsızlaştırarak kendine itibar kazandırma gayreti demokrasi ve toplumun geleceği açısından tehlikeli gelişmelerdir. Yargının daha fazla itibarsızlaştırılmaması için savunmaya sahip çıkalım.
Misafir