Herkesi bir savaş korkusu sarmış; kimse kimseye güvenmiyor. Ölümün soğuk nefesiyle saflar diziliyor, oturup kalkılıyor, düşünülüp konuşuluyor. Ölümün soğuk nefesi rejim ile halk arasına girmiş. Halk İsrail’den, Amerika’dan nefret ediyor ama rejime de güvenemiyor. İki arada bir derede kalmış halk, kelimenin gerçek anlamıyla ne yapacağını, nereye gideceğini, nereye sığınacağını bilemiyor. Halkın sahipsizliği canımı acıtıyor.
Mecburen kendime dönüyorum. Önemli olan bir yerlerde kaybolmak, unutulmak... Ne sen birileriyle ciddi bir iletişim içinde olacaksın ne de birileri seni tanıyacak. Kaybolduğun an, kendine en yakın olduğun andır, bileceksin. Kendine en yakın anda da Rabbinin senle olduğunu, seni gözetlediğini, kolladığını bileceksin. Asıl Gözcü’yü fark etmek için, bütün sahte gözcülerin ortadan kalkması, işlevsiz kalması gerekir. İnsan sahte gözcülerden kurtuldu mu, asıl Gözcü’ye yakın olur, aradaki bütün engeller, perdeler, vasıtalar kalkmıştır, Gözcü seni nereye yönlendirirse o yöne gideceksin, anında Gözcü’nün çağrısına karşılık vereceksin.
Onlar, bana deli, işini bilmez, demeye getiriyorlardı. Normal, akıllı insan Tebriz’i, İran’ı değil, Türkiye’yi gezer. Tabii, asıl soru, gezmekten, görmekten ne anladığın.
Şunu anladım, çoğunluğu oluşturan normal-akıllı insanlarla benim gezip görmekten anladığım tamamen farklı. Hikâyenin başlangıç noktası: Benim için önemli olan yolda olmak, yolculuk yapmaktır. Onlar için yol değil, gidip bir yerlerde vakit öldürmek amaçtır. Onlar yolda olmayı, yolculuk halinde kendi iç âlemine dalıp tefekkür etmeyi bilmiyorlar, sevmiyorlar, istemiyorlar. Dahası, bundan nefret ediyorlar. Şu da bir gerçek, şu ortamda bu ülkeyi gezmek akıl karı değil. Daha ileriye gidilmez.
Şems’in doğduğu topraklarda olduğumu bilmek, güzel bir şey… Aradan kaç yüzyıl geçti. Ben neredeyim, Şems nerede? Yeryüzü çok değişti. Müminler nerede? Büyük Musalla Cami az ötede. Ama müminler nerede? Dediklerine göre Şems’in türbesi Koy’da imiş. İlginçti, Şems otelinde kalamadık, ama Şems’in türbesinin olduğu söylenen Koy’da kaldı. Sonra burada Şairler Mezarlığı’nda makamı varmış. Konya’da bir başka mezar… Said’e sordum, hangisi doğru, diye. Bilmiyorum, ama hiçbiri ya da hepsi vardı bu bilmiyorum’un içinde. Aklıma Kek Selahattin geldi, ne demişti, yerin altında âlemler var. Yeryüzündeki âlemleri göremeyen biri aşağıdaki âlemleri nasıl görecek. Oysa her geçen gün daha çok toprak dökülüyor yüzümden, adımlarım ağırlaşıyor, görünmez ağrılarım artıyor, saçım sakalım ağrıyor, kuşlarım ölüyor, yalnızlığım katmerleşiyor, kendimi hepten tutamamaktan korkuyorum. Kaba saba adamların gürültülü konuşmalarını duyuyorum kulak tırmalayıcı, iç karartıcı. İç avluda ağaçlar rüzgârla dansa durmuş. Tebrizli Şems ile yakından tanışmak isterdim. Garip Şems, yetim Şems, derviş Şems, aşık Şems ve şehit Şems.
Tebriz, Azeri şehri… Tahminime göre halkın yüzde doksanı Azeri. İran’ın katı şeriat kuralları altında kendi nefsine göre uydurulmuş bir İslam yaşanıyor burada. Başörtüsü takmak mecburi olduğu için başlara örtüler geçirilmiş ama saçların çoğu gözüküyor, vücut hatları belli, gözler, yüzler, tırnaklar, hep boyalı, cilalı, ojeli. Kadınların büyük bir kısmı böyle... Genç kızların nerdeyse tamamı böyle giyinmiş. Tamamen kapalı olan az bir kısım kadın da yaşlılar, ihtiyarlar.
Tebrizli Azeriler bir acayipler. Türkiye’yi seviyorlar, Türklere hayranlar. Aslında Tebriz Azerbaycan’ın bir parçası olmalı. İran, sömürücü, emperyalist bir devlet; Azerilerin, Kürtlerin, Türkmenlerin topraklarına el koymuşlar.
Herkesin boynunda bir geçim yükü. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, burada da böyle… Yirmili, otuzlu yaşlarda insanlar evleniyorlar, sonra da geçim derdi başlıyor. Bir işte çalışmak zorunlu, para kazanıp eve, çoluk-çocuğa bakmak zorunlu… Bir işte çalışmaya başladın mı artık dünyanın çarklarına elini-ayağını kaptırıyorsun, sonra bütün bir bedenini. Nihayetinde çarkın bir parçası olup çıkıyorsun. Çarkın dışına çıkma imkânı kalmamacasına. Artık çark çarktır, çark kendisinden başka bir şey değildir. İş yoluyla insanı dönüştüren çark, zaferini ilan etmiştir. Galip gelen dünyadır, maddedir, modernitedir. Bu yüzden işe dikkat etmeli. Çarkın dışında durmayı sağlayan iş-meslek kolları var, az da olsa. Açmaz şurada da, az olan bu iş-meslekler de çarkın acımasız piyasa ekonomisi yüzünden hırpalanmakta, emeğinin karşılığını alamamakta.
Her sabah güne Azeri türküleri okuyarak başlayan Raşidi, kalbinde yurdunun hasreti ve her şeyim kızım Esma’nındır demesi. Ama o bir dünyalı, bütün dünyalılar gibi coşkulu ve anlıktır sevinci. Ama Mehmet Rıza öyle değildi, astımlı kızı Selva için ilaç alması, bir eczacıdan ilaçları alması, sonra onları evinde kendisini bekleyen kızına götürmesi, ahretlikti bu çabaları, süreklilik arz ediyordu sevgi dolu yaşantısı.
Dün akşam ilginçti ama. Vadi-i Rahmet ile Şah Göl dikkate değerdi; çünkü ikisinde de Tebrizlilerin, İranlıların önemli özellikleri ortaya çıkıyordu. Vadi-i Rahmet, gecenin bir vakti mezarlıkta geziyorum, mezarlıklara bakıyorum, mezarlar oldukça sade yapılmış, ölen mezarının başına ölenin kimliğini belirten yazılar yazmışlar, başka da bir şey yok. Şunu anladım, bunlar ahrete inanıyorlar. Ahrete inanlar yeryüzündeki mezarlarını sade, basit, gösterişsiz yaparlar; inanmayanlar tam tersi, yani karışık, resimli, süslü, gösterişli.
Mezarlık sakinleri şunu söylemek istiyorlar mezarları aracılığıyla: Biz bir yolcu idik yeryüzünde, geçip gittik, şimdi asıl yurdumuzdayız. Ruhumda yankılanıp duruyor İbni Arabî’nin sözleri: Bir zamanlar onların oturduğu yerlerde dur, ağla şimdi bu harabelere
hani nerde sevenleri, sevilenleri, hani nerde alaca tüylü develeri, gel de bir bak, nasıl geçip gidiyor çölde akşamın buğuları, tıpkı serap içindeki bahçeler gibi görürsün onları.
Ahrete, bir başka dünyada hayatın olduğuna inanmayanlar ilgili olarak aklıma Paris Père-Lachaise Mezarlığı geliyor. Bunlar şunu söylemek isterler: Ölmedik, dünyanızı terk etmedik, başka bir âleme gitmedik, aranızdayız hala, beraber yaşıyoruz, sizden ayrılmak gibi bir niyetimiz de yok. Dikkat etmiştim, mezarları ev gibiydi. Balzac’ın mezarı bizim buradaki normal bir ev gibiydi. Sanki o ev gibi mezarda Balzac hala yaşıyordu, ama bir başka boyutta, bir başka zamanda.
İslam, ölenleri yeryüzüne hapsetmez mezar taşlarıyla. Onu serbest bırakır, ait olduğu yere dönsün diye. İnsan olunca, hem beden mahpus damından, hem de dünya damından kurtuluyor, hürriyetine kavuşuyor. İslam’ın yaşanmadığı, hâkim olmadığı yerlerde ölüler taşlara sürülür, taşlarda tutulur, taşlara vurulur. Ölülerle taş hapishanesinden çıkarılmaz ki her şeyiyle ait oldukları yere dönsün.
El Gölü-Şah Gölü... Halkın eğlence yeri... İşten dönen erkekler, kendilerini evde dört gözle bekleyen eşlerini, çocuklarını alıp göle gidiyorlar, yiyorlar, içiyorlar, uyuyorlar, lunaparka giriyorlar, genç kızlar erkeklere kur yapıyor. Göl, Rıza Şah Pehlevi döneminde yaptırılmış.
Romantik bir ortam var. Göldeki su ile gökteki ay bu romantizmin asli unsurları. Sonra suda yüzen ördekler, kayıklar. Mehmet Rıza’ya Şah’ı soruyorum, zevk ve sefa peşinde koşan bir zalimdi, diyor.
Sonuç Olarak
Ahlaki Açıdan;
Ahlaki yozlaşma had safhada. Ülke güya şeriat ile yönetiliyor ama kadınların yüzde sekseni şeriata göre giyinmiyor, bunlar genellikle başlarına bir örtü koymuşlar, ama saçları, başları gözüküyor, pantolon giyiyorlar, boya kullanıyorlar. Şeriata göre giyinen yüzde yirmilik kesimde yaşlı ve ihtiyar kadınlar. Kadınlar, “İslam Devrimi”ni yenmiş, alt etmiş. Şeriat korkusu yüzünden kadınlar ikiyüzlü davranıyor, istemedikleri halde başlarına bir örtü koyuyorlar, iki ahlaksızlığa sebep oluyor bu da. Bir, başını açmak istemeleri, iki bunu başka yollardan ortaya koymaları. Başörtüsünün serbest olması gerekir, isteyen başına koyar, istemeyen koymaz. Yani şeriatı ilan edip herkesi buna uymaya zorlamak yanlış, isteyen İslam’ı yaşara, istemeyen de yaşamaz. Allah herkesi serbest bırakmış, sonradan var olmuş bir iktidarın insanlara Allah’ın emirlerini dayatması doğru değil. Mesele, İslam ahlakını çekirdekte, ailede vermekte… Demek ki İran’da aile bozulmuş, İran hükümetinin evvela aileyi düzeltmesi lazım, aile politikalarını gözden geçirmeleri gerekir.
Erkekler de kadınlar gibi, sonuçta kadınların böyle giyinmelerine zemin hazırlayan, sebep olan, meşruiyet kazandıran erkekler oluyor. Gördüğüm erkekler içinde namaz kılanlar az. Kılanlarsa kendini tamamen İslam’a adamış değil. Ortada çok garip bir çelişki var.
Siyasi Açıdan;
İran sömürücü bir devlet… Mesela nerdeyse tamamı Azerilerden oluşan bir şehir olan Tebriz, Azerbaycan’a dâhil olması gerekirken, İranlılar ilkah etmiş. Sonra Kürtlerin çoğunlukta yaşadığı Urmiye, Mahabad şehirleri de Kürtlerin yönetiminde olması gerekirken ortada böyle bir şey yok, çünkü Kürtlerin topraklarını kendi aralarında bölüştüren sömürgeci devletlerden biridir İran. Resul’ün verdiği bilgiye göre İran’da on milyona yakın Kürt yaşıyormuş.
İbadet Açısından;
Günde üç vakit namaz kılıyorlar, üç vakit ezan okunuyor. Mollalar karar almış, her gün gündüzleri namaz kılmak, çalışmaya engelmiş, ekonomiye zararmış, bu yüzden ikindiyi yatsı ile, öğleyi akşam ile, zaten sabahı ayrı kılıyorlarmış. Böylelikle gündüzü ibadetten boşaltıp kendilerini tamamen dünya işlerine vereceklermiş.
Sanat Açısından;
İslam’da suretin haram olduğunu biliyorum, erkek-kadın ayrımı yapmadan. İran’da erkek suretleri her yerde serbest, mezarlıklarda bile. Kadın suretlerine taviz-cevaz vermiyorlar.
Ekonomi Açısından;
Üretim var ama yetersiz, gerçek manada teknoloji endeksli bir sanayileşen söz edilemez. Araçlara bakıyoruz çoğu ithal, otobüslerin çoğu İsveç Volvo’su, otomobillerin çoğu Fransız Peugeot’su.
Misafir