Yazı vardır yanardağın etrafında dolanıp durur, yazı vardır yanardağın içinden çıkar fışkırır, konuşur ve konuşturur. Müslüm Aslan’ın Sizin Orada Yıldız Var mı? kitabı da böylesi bir kitap.
Sizin Orada Yıldız Var mı? denemenin ve şiirin ötesinde bir haykırış kitabı. Fakat ceberut, baskıcı ve dayatmacı olmayan bir haykırış. “Ben bundan dolayı, böyle düştüm yıldızlar ülkesinden, kavruldum yanardağlar içinde. Dönüp bakmak ister misiniz?” nezaketinde naif bir kitap.
Aslan’ın kalbi göğüs kafesinde olmasına rağmen bütün yer ve gökyüzünü, dahası insan başta olmak üzere bütün yüzleri dolaşmaktadır, sonra da hissettiklerini ve gördüklerini bir şair hassasiyetiyle, bir denemecinin bütün imkanlarıyla ve nevi şahsına münhasır bir kalem erbabının özgünlüğüyle biz okurlara sunmaktadır.
Aslan’ın, Sizin Orada Yıldız Var mı? kitabında; karanfil sevgilidir, kalbinin kendine ait bir izi vardır, ıssızlığın kalbine çığlıktan bir hançer indirilir, gün ışığı her daim perdelerin ardında bekler, aşk ile dağlar arasında hiç kimse/hiçbir şey yoktur, Sî sadece hayatın bir gölgesi değildir, kader ikiz keder bin bir yüzlüdür, monoloğundaki saniyeler yüz yıllıktır, yolculuklar sarsıcı ve sorgulayıcıdır, anlaşılmayan sözcükler başımızın tacıdır, hayat iki sözcük ve dolunay yazgıdır, insan kendine mavi ağıtlar yakar, yitikliğin ağıtı ağır mı ağırdır, en kutsal sır insanın kendi kalbinden sakladığıdır, bir delinin günlüğündeki anekdotlar özgürlüğün biletidir, dağların adı yoktur, ülkem mavi gülüşlü yağmurun kızıdır, her ömür yarım bir şiirdir, Tanrı’nın senfonik gülüşüdür Sİ-BA, mektuplar ruhun aynasıdır, yalnızlık toprak kokusuyla eşdeğerdir, her insanın bir yıldızı vardır, söylenen ve söylenmeyen başlıktır Rû, yalnızlığa serzenişte bulunma hakkı mahfuzdur, umut hep yakındır ve yakında tutulur, hayatın tavsiyesi değişmez: “duy anla, kendine sakla ve hayatına sal”, harflerin özel bir dili ve anlamı vardır, Batıya bakılır Doğudan doğulur, son yazı parmakların ucunda asılı durur, sessizliğin hükmü temyizsizdir, acıların yüzü yoktur ve kalpler darağacıdır, adını koyamadığı satırlarında yazar hep aciz bir anlatıcı ve şaşkın bir sözcük işçisidir, her yazı kayan bir yıldızdır iç ve dış göklerde, bulutlar aralanır yorgun bir şairin titrek elleriyle, özlemek yaşamın ilk ölümün son basamağıdır, zaman hep portakal kokuludur, içeride akıp duran nehirler dostlukları kutsar ve her cümlenin sonunda iki imkansız aşık yağmura sevdalanır.
Editörlüğünü yapmış olduğum “Sizin Orada Yıldız Var mı?”nın dili Türkçe, ruhu Kürtçedir.
Aslan, metaforlara dayalı zengin ve özgün bir anlatımla sadece biz Kürtlerin değil bütün insanların acılarını ve umutlarını dile getirmiştir.
Kitapta 45 yazı vardır:
“Sevgilim Karanfil”, birazdan kıyamet kopacak ve sen yanımda olmayacaksın, birazdan Vietnam yeni kurbanlar verecek taze güne sen bilmeyeceksin, birazdan ben en güzel aşk ve devrim şiirimi söyleyeceğim ve unutacağım, ruhun duymayacak. Beni bağışla, hep ateşle sınanan bir kavmin kimsesiz ve kimliksiz çocuklarının hatırına. Bağışla ve anla…
“Kalbinin İzi”ni sürüyorum ilk hikayenin son kavgasında. Hiçbir yerde yoksun, her yerden eksilerek, azalarak çıkıyorum. Kalbimi kalbine taşıyamıyorum. Göğüm yırtık pırtık, toprağın delik deşik. Sonsuzluğun zirvesine kanat çırpan kuşlarımın boynunda unutuluşun halkası. Sen toprağına faili günahkar cinayetleri çiziktirirken.
“Gözlerinde Ölünce” yeniden doğarım ayın karanlık yüzünde. Her yenilgimde biraz daha yakın olurum sana, her kayıpta biraz daha hafifler bedenim, her yitimde yeni bir bağ bozumunu bekler çocukluğum. Ömrüme sığmayan hayallerimi “ela gözlerine” sığdırdım, başkalarına anlatamadığım günahlarımı “mavi gülüşlerine” teslim ettim. Göz bebeklerimde adresini arayan kör kurşunlarla göğsünde kızıl kızıl sustum.
“Issızlığın Kalbine Çığlıktan Hançer” olup kara toprağa düşüyor baharlarına doymamış gencecik bedenlerimiz. Nasırlı ellerimizden daha kirliydi dünya. Hep ertelenmiş zamanlara oynuyorduk ölümün sınırlarını dolaştığımızda. Toprağın üstündeki hayatımız gecenin bekçiliğine soyunmuş ölüme söz geçiremiyordu. Şehirlede yolunu yitirmiş eşkıyadan yoktu farkımız. Uçurum uçurum büyütüyorduk kara yazgımızın yaralı umutlarını.
“Perdeleri Arala Gün Aydınlansın” doğmamış çocuklar kadim şehirlerine tebessüm etsin, insan başka dünyaların olduğunu hatırlasın, çarmıha gerilmiş yasaklı şiirler evladını bekleyen anne-babalara teslim edilsin. Perdeleri arala, Ahura Mazda bin yıllık uykusundan uyansın, insan neyi kaybettiğini hatırlasın, Dünya yörüngesini değiştirirsin. Perdeleri Arala, Güneşin Çocukları, özgürlüğü Amerikan heykelinden, ateşi modern Prometheuslardan alsın, dünya yeni bir Gılgameş sabahına uyansın.
“Ülkeme Yağmur Yağdığında”, isyan eder ayaklarım bedenime, böylesi demlerde söz geçiremem yüreğime. Ülkeme Yağmur Yağdığında halaya durur genç ölülerim, dengbêjlerin sesinde durur dünya, kopar kıyamet. Yeni bir başlangıç yapamam hesap sorarken benden gün yüzü görmemiş çocuklarım. Kimliksiz umutlara ısmarlarım yasaklı düşlerimi. Bekler beni yurdum kirpiklerimin mazgalında. Öper yağmur soğuk namlularda susturulmuş çığlıklarımı. Bir başka ölürüm hiç yaşamamış gibi, bir başka doğarım hiç ölmeyecekmiş gibi.
“Aşk ve Dağlar”, yerini yurdunu arayan iki kelimedir can evimde. Yorgundur aşklar, küskündür dağlar, fanidir insan ölümsüzdür ıstıraplar. Hikayemin yangın yeridir aşk, yangın merdivenidir dağlar. Nedense sona kalan hep yürek olur, bir de bir kül bulutu olan dağlar. Bir çift yürek ve kemik kalır ardımda yarını olmayan, sahibi bilinmeyen.
“Bütün Nehirler Zindanlara Dökülür” ve tutuşur içimdeki sonsuz denizler, mimli dizeler, annesini utandıran darağaçları. Ağlar bir şair içimde senin sözlerinle. Şerefini yitirir bütün saatler. Pusuda bekler sömürücüler, kan emiciler, parazitler. Öldürülür bir ozan içimde ecelsiz, sorgusuz sualsiz. Tadı tuzu kalmadı dünyanın sevgili. Şimdi “bütün denizler bulanık su birikintisi”, bütün zindanlar angarya.
“Issızlık” sende kaldı söyleyemediğim bütün sözlerim, prangalı hayallerim, tuza basılmamış yaralarım. Sende bozdum en kutsal yeminlerimi. Kalabalıkların eteğine tutunmuşum, sağımda solumda kıyısız dönüşsüz gidişler, önümde arkamda kıyısız vuslatlar, altımda üstümde sorgusuz sualsiz kıyametler. Benzemiyordum hiç kimseye, teslim oldum sana, yırttım bütün resmi-gayri resmi aşinalıkları, söküp attım suya ve toprağa yazılmış en güzel şarkı sözlerimi. Son el bombasını tutuyorum tutuklu avuçlarımda, pimi dizginsiz kalabalıkların bir anlık durağanlığında.
“Sî” duyuyor musun yankısız ve yarınsız çığlığımı? Dengbêjlerin kanayan kalplerine teslim ettim yarı uykulu, az gerçek düşlerimi ve gidiyorum Sî. Sen bana öğretmiştin: “hayat bir gölgedir”, dünya bir tiyatro sahnesi ve insansa kekremsi, kibirli bir özenti. Tanrıya özenmişti ayağının altındaki topraktan bihaber ve cennetten sonra dünyadan da düşmeye başlamıştı.
Bütün güzel hikayelerin hitama erdiği yerde başlar “ikiz kader”im. Rivayet ve hakikat arasında bocalar yazgım. Rivayet hiç olmadığı kadar buralıdır, hakikatse öteli. Ben bir yarım akıllı-tam deli arar dururum asude bahar ülkesini Kürtçe bir ağıtın ütopik hançeresinde ve susarım gün yüzü görmemiş esmer şairlerimle. Ararım ve bir başıma ağlarım faili menfur bir cinayetin gölgesinde.
“Monoloğumda Yüz Yıllık Saniyeler”, buğulu bir aynada kurulur denkler, yıkılır emniyetli çatılar. Cellatlarıma gün doğuyor çelişkilerimin yumağında. Kalbim geçmişi mağlup tahterevalli, aklım sahipsiz bir gelecek zaman kipi, anım yok, anılarım savruk. Taşıyamıyorum başımın içindeki gök kubbeyi. Yakıştıramıyorum kendime bir başkasının hikayesinde ölmeyi.
“Yolculuklar” insanın suya düşürdüğü düşüdür arayıp da bulamadığı, bulsa bile anlamayacağı, anlamlandıramayacağı. Her insanın bir düşü vardır kökü ezelde, dalları ebette. Her insanın toprakta bitip havada devam eden gri bir yolculuğu vardır, kimilerin siyah dediği, kimilerinse beyaz sandığı.
“Anlaşılmayan Sözcükler” sayıklıyorum her gece. Tanıyamıyorum kendimi ve çocuklarımı. Yabancının başlangıç ve sondaki yersiz yurtsuzluğuyum. Kaçak hayatlardan yasal ve uysal ölümler beklenilmez. Ayakta ölmek hakkını kaybetmiş atlar istediği menzile ulaşamaz.
“İki Sözcük ve Dolunay”, iki yalnızlık ve bir ölüm, iki suskunluk ve bir çığlık. Yenilgilerin hüviyetini çıkarmak ve unutulmaya mahkum anılara bekçilik yapmak için hep geride kaldım. Geride kalmak, bir başına yaşamayı öğrenmek demek felsefe taşında. Geride kalmak sadece sana tutunmak demek uçsuz bucaksız evrenin evvelinde ahirinde.
“Benden Bana Mavi Öğütler:” Özgürlüğünü acıdan devşir ve başkalarının yarınlarına bel bağlama. Kendi yenilgini başkalarının galibiyetinden üstün tut. Yolsuzluğu yol yapanların yolunda yürü ve arkanda bıraktığın izleri unutma. Sakla kalbinin yaralarını, bir yerlerde tut mavi düşlerini.
“Yitikliğin Ağıdı”nı yakıyorum ardından. Dilimin altında saklı tuttuğum yaralı şarkıların, her dinlediğimde beni biraz daha dünyaya yabancılaştıran, insanlardan uzaklaştıran. Sen kendini bende yitirdin ama ben kendimi sende bitiremedim. Yarım kaldı ölümüm, hikayem ve ağıtım.
“Sana Bir Sır Veriyorum:” Ölümüm senin elinden olacak, hayatım başladığı yerde bitecek. Her insan boynunda taşıdığı yazgısında unutulacak, her insan sırtında taşıdığı çarmıhın altında ezilecek. Zaman bir başka akacak, toprak bir başka kokacak, yağmurlar bir başka ıslatacak, çocuk cesetleri göğe fışkırdığı zaman.
“Bir Delinin Günlüğünden Anekdotlar”; benim deliliğim ve onların ihaneti, hayatımın heybesinde duran iki ağırlık, iki kör halka. Deliliğim pek ilahi, ihanetleri çokça insani. Bir ülkem olsaydı deliliğimi yüzüme vuramazlardı, ihanetleri acıtmazdı. Onlar denizlerimi benden çaldılar ve beni yalnızlığın çölünde bıraktılar. İçimdeki kuyuları görmediler.
“Bu Dağların Adı Yok”, kanın kabul edilmez tövbesinde açar erguvanlar, namlulara çizilir şafaklar. İnsan bilmez kaybını ve yarınını. İsimsiz yaralara ısmarlanır dağların hikayeleri. Cudi Gabar’a öykünür, Cilo Zagroslara tutunur, Sipan Ararat’a yürür.
“Yağmurun Kızı, Mavi Gülüşlü Ülkem” Neden kendimden kaçtıkça sana benziyorum? Neden göçmen kuşlarına öykünüyorum olur olmaz zamanlarda? Sen yağmurun kızısın ben göçebenin oğlu, aramızda sınırlar, mayınlar ve hayınlar. Aramızda ölüme yatmış şairler, ozanlar. Aramızda mavi gülüşlü çocuklar kara yüzlü adamlara inat.
“Her Ömür Yarım Bir Şiirdir,” Tüketir kendini kelimeler hikayesini tamamlamak istedikçe. Üşür yürekler gözlerin arkasındaki ülkeden soğuk esintiler geldikçe. Her ömür kendi karanlığında vurulur ve unutulur. Kırılır yazgının görünmez kalemi yol ayrımında. Kol kırılır taşar dışarı tükenen kelimeler.
Adı, sanı, sayısı, hesabı yok uçurumlarımın. Aydınlık umut ile karanlık düşler arasındaki ince çizgide duruyorum. Yüzümdeki harabeye dönüş yurtluklar, kulaklarımda makamını yitirmiş salalar, ayaklarımın altında dumanı tutmuş sehpalar, ellerimde pimi çekilmiş bombalar. Beni unutma “Sİ-BA”, harabe yurtlukları bekleyen isimsiz mezarların hatırına.
Ağırlığı yok acılarımın. Gecenin kuytusuna indirmişim başımı. Mum ışığının titrek alevinde kıyamet alametlerini topluyorum. Kendime yetmezken nasıl yeni başlangıçlar yapabilirim. Yazacağım ama aşksızlığımı. Ayaklarımın altında parçalanmış çocuk cesetleri, sana verebileceğim tek “mektup.”
Bir başka zamanın diliyle konuşurum, dilimin ucunda hep aynı “yalnızlık” sözleri. Hem cennet hem de cehennemdir yalnızlığım bana, gri bir tenhada. Yaşam duvarımda zor kement, ölüm tarihimde ölümcül kesik milatsız, pusatsız, kayıtsız.
“Sizin Orada Yıldız Var mı?” Bizim oralarda her gecenin ayrı bir şarkısı, her yıldızın ayrı bir hikayesi vardır. Her yıldızda bir ölüm bekler beni, bir kurşun ruhumu paklar. Bizim oralarda kimse giremez çocuklarla göğün arasına. Dilekler deryasıdır çocuk kalbi, gelin kınasıdır gecenin saçları. Buluşur aynı yerde kar ve kan, yurdumun öz dağlarında başlar kadim yürüyüş tek ve bir yürek.
Kimi kimden saklıyorsun “Rû.” Kaç kişi kaldık külünden yeniden doğacağına inanan. Sözümüzü yere düşürdüler Rû, yüzümüze dokundular kirli elleriyle. Eskisi gibi içimize dönemiyoruz Rû, çoktan iflas etti kadim öğretiler. Çağ yangılarıyla yarışıyor çoğul zamanlarımız. Umudun şah damarına kastetmiş modern bezirgânlar. Yüzümü unutma Rû, yüzümde saklıdır yazgının son anahtarı.
“Sen Uyuyordun”, ben ölüyordum bir başıma. Yine her zamanki gibi, ıssız kuytuluğumda. Kimsesizlik örtüsüne sarılmışım, gözbebeklerimde hazır bekleyen bir top kefenle. Biliyorum hazıra dağ dayanmaz, kul daralmayınca Hızır yetişmez. Daraldım ölümden beter, tabanlarımda hazır bekleyen intihar aşklarıyla.
“Yalnızlığa Serzeniş” dedim, tenhalığımda son umudumu yitirirken. Bir kuşun kanatlarına indirdim Süleyman’ın yüzüğünü, Daryus’un tahtını. Su kalbimdir diyorum yeryüzü tanrıları bir bir infilak ederken kirpiklerimin ucunda. Başım göğe ermese de yalnızlığımda, denkleştiriyorum yaşam ve ölüm çetelesini.
“Sen” bir dağ çiçeği oldun çocukluk masallarımda, annemse geçip giden bir kervan yolu, ne yapsam da ulaşamayacağım. Sadece bir ulaktı babamın nasihatleri, bir kulağımdan girip diğerinde kaybolan, bahtsız bir ulak. Kara yazmıştım Berfin Şiirlerini, sense dinamitledin yüzümü birbirine bağlayan ana hatları.
“Sende Yakın Bir Umut” düşüyor dudaklarımın kenarına, görünmez bir Sahra çölü peydahlanıyor içimde. Kayboluyorum bir çöl fırtınasında. Dilimi unuttum, kutsal kelimelerimi sonra. Neyin, kimin üzerine kasem edeceğim bilsem, belki daha huzurlu ölürüm, geride bıraktıklarıma acımam, bir çocuktan medet umarım.
“Hayatına Sal” ve akışına bırak. Seni ne aklımdan çıkarmaya gücüm yeter ne de kalbime söz geçirebilirim. Bıraktım kendimi aşk nehrine sağımda yaşam, solumda ölüm. Dilimde hep aynı sözler: En kutsal yaradır aşk yarası, gerisi lafügüzaf. Hayatı ve ölümü aşmayan aşk, aşk değildir. Dahası, insanın eksikliklerini giderip de kemale erdirendir aşk yarası.
“Harflerin” bir karşılığı olmalı insan ömründe. Harfler vardır dört yol ağzında ölüme götürür bütün seçeneklerin acımasızlığında, harfler vardır bir yol ayrımda bağışlanma nedeni olur kaybetmenin sonsuz ağırlığında, harfler vardır aşkla dolup ölümle boşalan, canla kirlenip kanla yıkanan.
“Batıya Bakar Doğudan Doğarız” ve ölümlerden ölüm beğeniriz Meryem’in duaya kalkan ellerinde. İblis kırık dökük oyuncaklarıyla karşılar yolcularını. Kırılmış aynalarda bozulur yeminler ve büyüler. Kurulur iki dünya yeniden ne Batının karanlığına benzeyen ne de Doğunun aydınlığını anımsatan.
“Son Yazım” okunur mu okunmaz mı, bilemem. Satırlarımda öldürüp dirilttiğim kimdir, bilemem. Yaptıklarımın, yapamadıklarımın hesabını veremem. Zorunluluk ve çaresizlik arasında gidip gelir kalemim. Namusumla yaşamak ve şerefimle ölmek, budur tek isteğim, kalemimin kan parası.
“Sensizliğin Hükmü” ve varlığımın kuş tüyü hafifliği. Hüküm gökten, kabul yeryüzünden. Gam çiçekleri derliyoum kırık dökük anılarımdan. Teneşir taşında enkaz olmuş yeni yetme hayaller. Ağacın boynuna astım aşkımı. Artık sonbahara benzer ömrümün bütün mevsimleri.
“Yüzüm Yok Kalbim Darağacı” Yüzüm müntehir kalbim infaz timi, yüzüm güneş tutulması kalbim yıldız kayması. Kerametini ve kutsiyetini yitirmiş zamanlara kaldım, her defasında biraz daha koptum. Yüzümde askeri cemseler, kalbimde korkulu bekleyişler. Bekleyemem yarını, gücümün fevkindedir bir başına yaşamak, bir başkasına tutunmak.
“Adını Sen Koy” dili geçmiş zamanların, uçurum uçurum büyüyen göz bebeklerimin. Isyan yüklüydü mayıs bulutları, sıfırı çoktan tüketmiştik. Yankısı olmayan çığlıkların, sonu gelmeyen acıların, karşılığı olmayan yolculukların, adını sen koy ve sustur beni ebediyen. Yaşamak sana, susmak bana yakışır lal burcunda, kör bir kurşunun hayasızlığında.
“Her Yazı Kayan Bir Yıldız”, her kelime yokluğa atılmış bir işaret fişeği. Kiminin heybesi karanfille dolar, kimininki güherçileyle. Her insan kalbinin kanıyla yaşarmış kaderini, beyninin kıvılcımlarıyla okurmuş ve son hükmü beklermiş. Fakir fukaraya gün doğar Babil kulesine kesilirken bütün diller.
“Bulutları Arala”, göğü yokla, ışığı ara. Kalma buralarda, indir bir ayağını sonsuzluğun göğsüne. Cennete daha zaman var, yara yaraya merhem olmasa da. Geçip gitti Yesenin, elveda Anna Ahmatova.
“Özlüyorum” kuşlarla yuva yaptığım zamanları, avuçlarımda güvercin yumurtaları, dilimde keklik ötüşleri. Özlüyorum dağlarıma benzediğim devirleri, şehirlerde kendimi daha az yalnız hissettiğim zamanları, içimizdeki vahşi hayvanlara inat.
“Şimdi Dalmışım” gecenin kıyısında bir başıma kalmışım. Koptu dedemin doksan dokuzluk tespihi, her bir tanede bir başka ölümüm. Şimdi imamesi yitik anıların bekçiliğini yapsa da korkularımdan geriye kalan yaşam kırıntıları. Umarı ve dönüşü yok kaybetmenin, yeni bir başlangıca sebep olsa da her mağlubiyet. Karşılığı olmayan, hesabı sorulmayan zulme kaldım.
“Portakal Kokulu Zaman”, iki dirhem bir çekirdekti insan. Vuruldum halkımın gözleri önünde. Bir sorun vardı; ya halkım değişmişti hiç ummadığım bir şekilde ya da ben onları yanlış anlamıştım ters bir zamanda. Nihayetinde ne onların hayatı benziyordu benim ölüme ne de benim düşlerim karşılıyordu onların beklentilerini.
“Dostumdun Dostumsun” ve hep de öyle kalacaksın. Birilerinin bilmesine ya da onayına gerek yok, kaydı düşülmese de olur. Ruhumun kanını akıtmıştım bedeninin surlarına. Amed şahitlik yapacaktı dostluğumuza. Amed bekleyecekti gözyaşlarımızı, sınırlardan düşen cesetleri bulup getirecekti acılarımızın başkenti. Dostluğumuzun ağırlığı kaderin hükmünden hafif gelmeyecekti.
“Ben Sen ve Yağmur.” De ki dün bugün ve hüzün, de ki anılarım anların ve sabah kuşları, de ki yargısız infazlarım acıdan çatlayan esmer kalbin ve kırkikindi yağmurları, de ki hafızasını yitirmiş bir filin yalnızlığı kanadı kırık bir serçenin sonu ve çöle hasret bir gül ile güle aşık bir çöl…
Misafir