“Ağıt”; varoluş kitabının ilk kelimesidir aşka ve özgürlüğe adanmış. Biz ağıtla gözlerini açıp ağıtla kapatan kadim bir halkız. Surlarda başladığımız ağıtımız Hewler Kalesi’nde duyulur, Mahabad’da yükselen gözyaşlarımız Van Gölü’ne dökülür. Ağarır dizlerimizdeki peygamber tüyleri. Ağıtın ağıyla örülür minik kefenler, dökülen elbiseler, kalıp sabunlar.
“Kayıp Bir Dilin Yankısı”; hiç eksilmez içimin en uzak, en çorak, en yitik, en sancılı coğrafyasında. Anam gibi geliyordun, saklı kelimelerimizi saklayan dilime merhem oluyordun. Gül ve kül, diyordun, dilimin diline suskunluğu. Senin güllerin, düşüyordu kül olan ömrümün ortasına. Unutmadım Saliho’yu, Adiloş Bebe’yi, Ceylan’ı, Cemile’yi ve diğerlerini. Unutulmuyor.
Geriye dönüp bakma bana ve sadece senin bildiğin yaralarımı hatırla. Git ve döngünün yüreğine kurul. Ben hep bildiğin gibiyim: Mahzun asi, mavi isyan, saklı eşkıya. Gökkuşağına son umudumu astığım an, “Seni Bulmak” için yola çıktığım gün olacak. O vakit, zamanın elinden küreği alıp sensiz geçmişin mezarını kazıyacağım. Bir solukta, sessiz sedasız, kayıtsız. İzdüşümü olmayan bir ruhaniyet gibi, göğü olmayan bir hikaye gibi, yeri olmayan bir intihar gibi.

Hayatımın her çıkmaz sokağına bir “Aşk Celladı”nın mührü vurulmuş. Ömrümün her arka bahçesinde bir zalimin ayak izleri duruyor. Kalbimdeki yaralara tutunuyorum. Tanrım, diyorum, bu ne zor bir imtihan. Her geçen gün daha çok unutuyor ölülerini bu şehrin ahalisi. Her geçen gün gök ve yer uzaklaşıyor göz ile ayak terazisinde. Her geçen gün daha çok öykünüyorum Amed’in tuttuğu şairlere, dengbêjlere, gariplere.
“Toprak ve Aşk” üzerine yemin edip öyle çıktık yola. Toprağa ayak basmadığımız günü hiç yaşamamış sayarız. Aşkla geçmemiş bir ömürse berhava. Zamana inat en güzel, en kutsal, en mahrem sözlerimizi suya yazdık, sırlarımızı toprağa emanet ettik. Yüzümüzde duruyordu asırlık yalnızlığımız. Sürgünlük içinde kanıyorduk, kervanlarla gidiyorduk, ülkeler yıkıp kuruyorduk, her şeye rağmen rüyalarımızı hayra yoruyorduk. Bir toprağa, bir göğe, bir de aşka inanıyorduk.
“Ey Sevgili!” Bilmiyorum bu sana kaçıncı seslenişim. Ruhum gitmiyor Amed’den, bedenim sürükleniyor İstanbul sokaklarında. Bedel mi ödüyorum yoksa kendimden mi kaçıyorum? Nerede duruyorum sevgili? Kalbime yatırdığım ölü çocuklarımın iniltisi gitmez kulaklarımdan. Analar sabahı olmayan Cumartesilerini gözler. Babalar içten içe kan ağlar çaresizliğin doruğunda. Ey sevgili! Neden kuş ölüleri yağıyor üzerime. Çocuklarımı tanıyamıyorum, ihtiyarlarıma ulaşamıyorum. Denizler ve dağlar giriyor aramıza. Sen bir deniz suskunluğusun İstanbul sokaklarında, ben bir dağ yalnızlığıyım Amed düzünde.
“Sen bilmezsin” belki. Kaçtığın şehir her şeyi biliyor ve senin kelimelerinle susuyor. Dolanır boynuma gecenin saçları. Hançeresini kaybeder boğazımdaki zaman. Yutkunurum, geçmez acısı adı konulmamış ayrılığın. Ben yasaklı bir dildim senin ardında, sen kaçıp giden bir heyula anlatamadığım, sığınamadığım, sorgulayamadığım. Kavafis yazmayacak arkanda bıraktığın şehrin şiirini. Yaşar Kemal ağlamayacak yalnızlığına. Ahmet Kaya surlara bakıp efkarlanmayacak bir daha. Yılmaz Güney Duvarlara yeni Yollar çizmeyecek.
“Sessizliğin En Uzak Kıyısı”nda duruyorum ve yazıyorum kutsal sözlerimi: “Her şiir bir isyandır, her isyan bir yaradır” kalbimde. Anladım, insanı büyüten yaralarıymış. Ne kadar çok yaran varsa saklında, o kadar yakınsın kendine ve başkalarına. Dünyanın orta yerinde ve herkesin uzağında bir başına okursun şarkını yer yüzüne, ayet ayet, damla damla, azar azar.
“Şimdi Sus” ve bırak konuşsun gözlerin Avaşin ile, Munzur ile, Fırat ve Dicle ile. Uslanmaz ağrıyan yanlarımız. Dize gelmez şehirlerimiz. İflah olmaz bir sürgünüm senin uzağında, yola gelmez vahşi bir küheylan, iflah olmaz bir düş kesiği. Gidiyorsun ve bana zamanını ve mekanını yitiren evler, sokaklar ve caddeler bırakıyorsun. Yaşamak, diyorum, sonsuzluk aynasında şehrin belleğine tutunmak ve böylece ayakta kalmak. Yaşamak, en güzel şiirini ayrılığa saklamak. Yaşamak, son sözünü ölüme söylemek.
“Sonsuzluğa Mektup” yazarım, her satırında hesabı verilmemiş bir ayrılık, ağzı açılmamış bir düş, kapağı kaldırılmamış bir eski zaman anısı. Yıldızlarımız yanacak belki gözlerimde, olsun. Saçlarım tutuşacak göğümde, olsun. Kervanlar yolunu kaybedecek, olsun. Bir umut: Sokaklar unutmayacak kokumuzu, surlar yerinde duracak kıyamet ağzı, kuşlar yuva kuracak görünmez darağaçlarına. Mirim avdet edecek baba ocağına.
“Sonsuzlukta Bir Gün” ve dilimin ucunda eski zamanlardan bir satır. Medrese Sor’da arıyorum seni, kaçıyorum kendimden. Melayê Cizîrî buralarda bir yerlerde, hissediyorum. Gözyaşları sokaklarda sıcak kül, basıyorum. Geçemiyorum sonsuzluğun siyah yakasından yeşil yakasına. Yakalamıyorum Melayê Cizîrî’nin gözyaşlarını. Sonsuzlukta bir hiçim kıyısız çığlıklarımla. Denize düşen gülüm Melayê Cizîrî’nin ayaklarının altındaki sıcak külle bir.
“Seni Anlamak”; hayata yeniden başlamak bir başkasının hikayesinde. Seni anlamak, rüyanın son kapısında insanın yaratılış sırrın vakıf olmak. Seni anlamak, dilinin ucundaki en yasaklı, en mahrem, en imkansız kelimeyi ısırmak. Gelmek kapısında durmak bir başına, gitmek sularında yüzmek yapayalnız. Herkes söylediği ya da söylemediği şarkısında unutulacak sevgili. Bize ise tabir edilmiş, içi geçmiş rüyalar kalacak. Bir de ölüme güzellemeler yapan yılkı atlar yerimizi tutacak.
“Dağların Ardında” kaldı gece yürüyüşlerim, tenha ölümlerim, kalabalık yalnızlıklarım. Yanıyordu içimde şehirlerim ve ormanlarım. İsyan şiirleriyle susturuyordum içimdeki yangınları. Neruda buralarda bir yerlerde olmalı. Sonra Paul Eluard, Ömer Hayyam, Yannis Ritsos, Halil Cibran, Nazım Hikmet, Füruğ Ferruhzad. Buralarda bir yerlerde olmalı özgürlük şairlerimin yürekleri.
“Bir Kırık Hikaye”, suskunun vebalini sırtlamıştır. Hikayenin bu tarafında ben ölüyorum, öbür tarafında sen can çekişiyorsun. Son nefesimizi veremiyoruz ama. Yankısı olmayan kelimelerin hitama ermiş bir hikayesi olmazmış, geç anladım. Karşılığı olmayan sözlere yeni bir hayata başlanılmazmış, güç anladım. İzi olmayan adımlarla yola çıkılmazmış, sona gelince anladım.
“Gece ve Gölge” ile unutmanın gözlerine mil çekiyorum, ötelere uzanıyorum. Gidip geliyorum, kendimi hep aynı yerde buluyorum: Gecenin tenhasında, gölgenin ıssızlığında. Çocukluğum iki dirhem bir çekirdek ilk gözyaşlarını arar toprağında. Çocukluğum yeni bir yola bakar gecenin gözleriyle, gölgenin yansımasıyla.
“Adını Söylemeden”yaşamaya çalışıyorum. Her kafilede unutulan ben oluyorum. Her kervanda satılan, her yolculukta bozulan. Adını söyleyemediğim için toprakta sakladığım damarlarım kanıyor, köklerim sızlıyor, gözbebeklerim üşüyor. Adını söyleyemeden yaşamak suda ölüme terk edilmiş göçmenleri aramaya benziyor.
“Küller ve Gölgeler Arasında” gidip geliyorum, kendimi hep aynı yerde buluyorum. Kanayan bir coğrafyanın tam orta yerinde duruyorum, ne ileri gidebiliyorum ne de geri dönebiliyorum. Ölülerim rahat vermiyor bana, dirilerle temas ettikçe aramızdaki uçurumlar büyüyor. De ki; ölülerden bir ölüyüm, hayatın yüzüne düşmüş bir çiy tanesi. De ki; göğsümde sakladığım haritada gidebileceğim bütün yerlerin üzeri çizilmiştir. Açarsam ağzımı yol görünecek cellatlarıma, darağaçlarında sallandırılacaklar gün yüzü görmemiş düşlerim. Açarsam ağzımı siyah kuşlar yuva yapacak saklı kelimelerimin ince dallarına. Kırıldı kırılacak bir sesim olacak küller ve güller arasında.
Şairlerdir “sevda”nın sandukasını sırtında taşıyanlar, başkalarına göstermeden, saklısında yaşayan. Şairlerdir sevdanın sokağında ölümle düelloya giren, yaşamın bir çırpıda harcayan, yaralı yarınlara umut bağlayan. Şairlerdir ertelenmiş hayatların altında ezilen, yarım kalmış hikayelerin yasını tutan, yerde kalmış sözlere tutunan ve ben şairim hala gecenin tenhasında yazgısını yazan, günün namlusuna çarmıhını süren.
“Adını Göklere Yazdım” Gülüm, acını sadece kendime sakladım. Başkasına kalmazdım, başkasına ağlamazdım, başkasına yazıklanmazdım. “Sen u Ben” dedim, surlara bakıp ağladım. Tarih yazmayacaktı seni u beni ama ben adını göklere, acını kendime ve aşkımızı surlara kazımıştım Rojen Barnas’ın kalemiyle.
Dilimde “Sonsuz Gece”nin stranları, baba hatırası, ata yurdu. Dengbêjlerim hep aynı yerde ağlar. Zaman durur, mekan burulur, insan ansızın yorulur. Anlarsın: Başkasının ayakkabılarıyla kendince bir yolculuk yapamazsın, başkalarının kelimeleriyle gecenin sonuna gidemezsin, başkalarının hikayesiyle kendine ayna olamazsın. Hep bir şeyler eksik kalacaktır. Sonsuz gece gün ortasında vurulacaktır, insan düştüğü yerde kalacaktır.
“Dicle’nin Aynası”na bakıyorum, hikayemin başlangıcını ve bitişini aynı anda görüyorum. Çocukluğum ihtiyarlığımın kollarında uyuyakalmış, yaşlılığım gençliğimi kucaklamış, zaman en acılı türküsünü yakmış. Amed ölülerine tutunmuş, ölüler bir atın rüyasında unutulmuş. Kalbimi tanıyamıyorum. Dağ Kapı’da mahşerin dört atlısını görüyorum. Yer ve gök sarmaş dolaş, dağlar ve ovalar kardaş, kuşlar ve çocuklar sırdaş.
Her şiirde eksik kalan kelimemdir Halepçe. Müntehir şairler suretini çizer kaçak atlaslara. Bir mezar daha kazılır belleğime hep de elma kokulu, hardal dokusu, insan azmanı. Her gece bir evlat ziyaret eder kapısız ve penceresiz uykumu. Her gece ruhumda kelepçe olur Halepçe. Bir hatıra daha kanar kirpiklerimin ucunda hep de yetim bakışlı, kanlı canlı, ağrılı sızılı.
İnsanlık sende imtihanını kaybetti “Alan Kurdi.” İnsanlık çocukluğunu ve saflığını seninle yitirdi. Dünya Ege’ye gömüldü, Ademoğulları ile Havva kızlarının nesli kurudu. Sen Ege’de öldün, biz buralarda öldük. Annenin kucağında uyur gibi öldün. Annen ve kardeşin Ege’nin bir başka yerinde. Minnacık bedeninle büyük bir utanç oldun yüzümüzde, sonsuz bir keder oldun yüreğimizde. Ayaklarımızın altında başka Alan Kurdilerin cesetleri. Görmedik. Bağışla bizi Alan. Sen bağışlarsan bizi belki utanır insanlar hiç utanmadığı kadar, kurtulur ölümden daha doğmamış çocuklar.
*Sarya Özgür’ün 2025’te Sitav Yayınevi’nden çıkan kitabının ismidir.
Misafir