Başlıktaki konuya geçmeden önce, Sivil Siyaset Hareketi’ne teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Türkiye hakkında kafa yoran ve fikir üreten genç insanların görüşlerini daha geniş çevrelere ulaştırmasında önemli bir zemin oluşturabilecek bu platformun başarılı ve kalıcı olmasını canı gönülden dilerim.
Türkiye, maalesef, fikirsel tartışmaların çok az yer bulduğu yahut hiç yer bulamadığı bir ülke. Halbuki siyasi hayatın yönünün çizilmesinde teorik ve felsefi arka planı olan fikirsel tartışmalar yadsınamaz bir öneme sahiptir. Dolayısıyla aklıselim ile hareket edebilen, uzlaşmacı yönü olan ve ilkesel tutumun öne çıktığı tartışmalara ihtiyaç duyulduğu açıktır. Zira ülkemizin hali hazırda içinde bulunduğu kutuplaşmanın peşi sıra getirdiği irrasyonel siyasi tutumlar kayıkçı kavgasının farklı tezahürlerinden başka bir şey üretmemektedir.
Şüphesiz, sözünü ettiğim “ideal” tartışma ortamını yakalamak, Türkiye’nin mevcut şartlarında ve daha da önemlisi güncel siyasi tartışmaların yakıcılığı içinde pek mümkün görünmemektedir. Ancak bu tespit, siyasi meseleler karşısında ilkeli tutumların ne olabileceği üzerine “yazıp-çizmeye” engel değildir. Bilhassa dünyaya liberal-demokrat çerçeveden bakan bireylerin bu tür bir eğilim içinde olmaları beklenir. Çünkü liberal-demokrasi tabiatı gereği ilkeselliğe büyük önem atfetmektedir. Bu itibarla siyasi meselelerde, konunun özü birinci değil, ikinci planda olmak durumundadır. Zira, çekişmeli siyasi meseleler karşısında sistematik ve metodolojik eksende değerlendirmeler yapılması ancak bu şekilde mümkün olabilir. Aksi taktirde (etnisite, dini inanç, ideolojik yaklaşım gibi konularda) muarızın kim olduğuna göre liberal demokratik ilkelerin esnetilebilme ve hatta yok sayılabilme riski artacaktır. Hele ki, kör dövüşü olarak nitelenebilecek siyasi mücadelelere sahne olan Türkiye’de ilkesel tutumların oldukça sınırlı olması nedeniyle, siyasi tartışmalarda bu tür yaklaşımların gündeme getirilme çabası anlamlıdır.
Başka sözcüklerle ifade edecek olursam, Türkiye’de kitlelere ulaşmış hemen her siyasi fikir akımı, ülkenin çok tehlikeli boyutta iç ve dış düşmanları olduğunu, bu düşmanların her an tetikte olduğunu ve bu şartlar altında esas ehemmiyet teşkil eden konunun yalnızca dost-düşman ayrımı yapmak olduğunu görece benimsemiştir. Şüphesiz böyle bir refleksle siyasi konulara yaklaşım büyüdükçe, ilkesel tutumlara verilen değer düşmektedir. Bu ikisi arasındaki ters bağıntı ise entelektüel tartışmaları sığ bir zemine hapsetmekte ve tartışanları dost/milli/vatanperver olmak veya kriminalize edilmek arasında bir tercih yapmaya zorlamaktadır. Ezcümle Türkiye gibi demokrasi kültürü zayıf bir ülkede siyasete yönelik entelektüel tartışma ortamı vasatın üzerine çıkamamaktadır.
Aslına bakarsak, tam bu noktada sivil toplumun değeri daha açık biçimde ortaya çıkmaktadır. Zira sivil toplum herhangi bir odağa bağımlı (olmak zorunda) değildir. Bağımsızlığı, büyük oranda, kamu otoritesinin müdahalesinden masun olabilmesinde yatmaktadır. Hülasa Schmittyen bağlamda dost-
düşman ayrımının boğuculuğundan ve emrediciliğinden en azından teoride uzak kalabilme şansına sahiptir. Bu sayede insan hakları, hukukun üstünlüğü ve siyasi özgürlükler hakkında bağlamdan bağımsız savunular üretilebilecek sivil bir alan doğmaktadır. Yani kamu otoritesinin karar ve uygulamalarının herhangi bir süzgeçten geçirilmeden, sorgulanmadan koşulsuz kabul görmesine karşı fikirsel düzeyde mücadele verebilmek mümkün hale gelmektedir.
Bu noktada açıkça vurgulanmalıdır ki, liberal demokratik rejimlerde, adil ve serbest seçimler yoluyla göreve gelen siyasal iktidar, iki seçim arası dönemde sınırsız yetki kullanımı hakkına sahip değildir. Aksine iktidar yetki alanını hukukun üstünlüğü çerçevesinde sınırlı biçimde kullanmakla mükelleftir. Yani keyfi olmayan ve kamu yararı gözeten kararlar almak ve uygulamalar yürütmek durumundadır. Aksi taktirde, onu muktedir kılan meşruiyeti kısa vadede aşınacak, orta ve/veya uzun vadede ise yok olacaktır. Bu ise demokrasilerin çöküşüne giden yolda en kritik dönemece tekabül etmektedir. 20. yüzyılda liberal demokrasinin en önemli savunucularından biri olan Friedrich A. von Hayek sınırlı demokrasi kavramının hayati olduğunun altını çizmektedir. Hayek, demokrasinin sınırlı bir rejimi içermediği durumda; yani demokrasinin “sınırsız hükümet” anlamına geldiği durumda (ömrü boyunca savunduğu) demokrasiye inanan birisi olmayacağını ifade etmiştir.
Son analizde, denge ve denetleme mekanizmalarının neredeyse hiç çalış(tırıl)madığı illiberal demokrasilerde, bağımsız değerlendirmeler ortaya koyabilecek sivil toplum kuruluşlarının rolünün daha da büyük olduğu söylenebilir. Bu bağlamda Türkiye’deki sivil toplum kurumlarının değeri net biçimde ortaya çıkmaktadır.
Misafir