21 Kasım 2024


İNSALIĞA ' DAVET ' RETORİKTEN REALİTEYE



Dr. Oğuz FİDAN

A- A+

Demokratik değerlerle bezenmiş bir dünya düzeninin inşası için, ortak ilke ve değerlerin belirlenmesi ve bu doğrultuda politika oluşturulması fikri, günümüzde hız kazanmış olmakla birlikte yeni değildir. Nitekim, Birleşmiş Milletler Antlaşmasının gerekçe bölümünde yer alan “ iyi komşuluk zihniyeti içinde birbirimizle barışık yaşamaya…kararlı olan biz Birleşmiş Milletler Halkı..” ifadesiyle ; dünya insanlarının, barış ve hoşgörü içinde bir arada yaşayacakları hususundaki kararlılık ortaya konulmaktadır. Böyle bir kararlılığın önemi, şüphesiz barışın sağlandığı ve insan haklarının ihmal edilmediği bir dünya oluşturulması hedefi bakımından anlam taşımaktadır. 

Öte yandan aynı yüzyılın başlangıcında oluşturulan Milletler Cemiyetini ortaya çıkaran husus da yine buna benzer bir ideal olup, ondan çok daha önceleri de bazı felsefe akımları ve düşünürleri tarafından “ evrensel barış düzeni” idealinden ve ihtiyacından söz edilmiştir. Örneğin, Eski Yunan döneminde Stoa okulunda görülen bu fikir, daha sonra Kant tarafından savunulmuştur. Kant’a göre, ebedi barışın sağlanması güç olmakla birlikte, bu yöne doğru önemli adımlar atılabilir. Demokratik değerlere dayalı dünya düzeninin gerekliliği yönünde günümüzde yapılan yoğun tartışmalar da esas itibariyle, birçok düşünür tarafından alternatif demokrasi kavramlarının ortaya atılmasına yol açmıştır. Örneğin küreselleşme karşısında insan hakları konusunda yaşanan aşınmaların telafisi için, “ post-liberal demokrasi” kavramını ortaya atan Bowles ve Gintis’e göre, bu modelde temel amaç, kişisel hakların genişlemesini sürdürmek ve buna bağlı olarak hem mülkiyet haklarının hem de devlet iktidarının kullanılmasını, demokratik hesap verme yükümlülüğü esasına dayandırmaktır.

     Demokrasinin, özgürlük ve halkın egemenliği ile özdeş olduğunu belirten yazarlar, söz konusu modelin temsili demokrasinin geleneksel biçimlerini ve bireysel özgürlüğü onayladığına işaret ederek, bunun yanında ayrıca günümüz dünyasında demokratik hakların , ekonomik kararları da içerecek biçimde genişletilmesini, çünkü artık en az devletler kadar güçlü ekonomik ve siyasal aktörlerin bulunduğunu, bu nedenle hem ekonomik hem de toplumsal ve siyasal alanın, demokratik sorumluluk ve özgürlük ölçütleri içinde tutulması gerektiğini ileri sürmektedir.

     Öte yandan Falk, küreselleşmenin kurumsal yapısını ve işleyiş tarzını kapsamlı bir eleştiri sürecine sokarak, “normatif demokrasi” kavramını öne sürmektedir. Falk’a göre, normatif demokrasinin pratik amacı, insan hakları alanındaki aşırılıkların ve anti demokratik tutumların denetim altına alınarak barışın, adaletin, refahın ve çevrenin korunmasına dayalı insani yönetimin var olduğu bir yapılanmanın oluşturulmasıdır. Böyle bir yapılanma içinde demokrasi, serbest ve düzenli seçimlerin ötesine giderek, yurttaşların karar verme alanlarına girebilmeleri gibi bir dizi teminatı da içermektedir. Falk, esas itibariyle küreselleşmenin “tepeden “ ve “aşağıdan” olmak üzere iki boyutu bulunduğunu, küresel düzeyde insani bir yönetimin de “aşağıdan küreselleşme” yoluyla gerçekleştirilebileceğini belirtmektedir. 

     Aynı şekilde Archibugi ve Held de, uluslararası alanda demokrasiye ulaşılmasının yalnızca bir iç politika sorunu olarak ele alınamayacağını, demokrasiye devletler arası ilişkiler alanında da ulaşılmaya çalışılması gerektiğini belirterek ‘kozmopolit demokrasi’ adını verdikleri yeni bir demokrasi anlayışını dile getirmektedirler. Yazarlara göre, “kozmopolit” ifadesi, dünyanın neresinde bulunurlarsa bulunsunlar, yurttaşların hem hükümetleri aracılığı ile hem de onlardan bağımsız biçimde seslerini duyurabildikleri, uluslar arası olaylara girdiler yapabildikleri ve siyasal olarak temsil edildikleri bir siyasal örgütlenme modelini anlatmak için kullanılmaktadır. Buradaki “demokrasi” kavramı ise, yalnızca bir rehber kurallar dizisinden ibaret olmayan, aynı zamanda siyasal süreçlere halk katılımını yaygınlaştırmayı içeren bir yapı olarak değerlendirilmektedir.  

Archibugi ve Held, kozmopolit teriminin bugüne kadar önerilenlerden tümüyle farklı bir coğrafi yönetim sistemine karşılık geldiğini, bu kavramla demokratik devletleri hem içeren hem de kesen bir demokratik topluluğun oluşturulmasının amaçlandığını vurgulamaktadır. Bunun için de her bir ülkenin siyasi rejimini gözlemleyebilen ve gerekli olduğunda devletlerin içişlerini etkileyen yetkili küresel mekanizmaların oluşturulması gerektiği belirtilmektedir. Fakat yetkili küresel organların oluşturulması öngörülmekle birlikte kozmopolit demokrasi savunucularına göre, bu model mevcut devletleri ortadan kaldırmayı ya da bunların iktidarlarını tümüyle farklı bir kurumsal çerçeve ile değiştirmeyi hedefleyen bir proje olmayıp, devletler, kendi yönetsel görevlerini yapmaya devam edeceklerdir.

     Bu yapılanma içinde kozmopolit kuruluşlar, devletlerin kurulu iktidar alanlarını belirli faaliyet alanlarına çekerek, onlarla birlikte var olmak zorundadırlar. Böylelikle kurulu olan kamu gücüne ya da ulusal egemenlik ilkesine yönelik sınırlamanın da sınırı bulunduğuna işaret edilmektedir. Archibugi ve Held, kozmopolit demokrasi ile ulusal egemenliğin, demokratik kamuoyunun doğrudan müdahalesi ile ya da Richard Falk’ın “olgunlaşmakta olan küresel sivil toplum” adını verdiği olgu ile sınırlanması gerektiğini belirtmektedirler. Held ve Archibugi kozmopolit demokrasi modeli ile nihai olarak, yerel rejimlerin çeşitliğine rağmen daha demokratik bir devletlerarası örgütlenmenin öngörülebileceğini belirtmektedirler. Çünkü dünya düzeni daha demokratik olmazsa, ülkelerin kendi içlerindeki demokraside daima kısıtlı olacak ve eğer engellenmezse tehdit altında kalacaktır.

     Demokrasinin uluslar arası alana yayılması yönündeki fikir ve önerilerin yoğunluğuna paralel ortaya çıkan önemli bir sorun, ulus ötesi demokrasinin işlerliği ya da imkan ve sınırlarının ne olduğu hususudur.  

Dahl, demokrasi fikrinin dünyada yaşanan büyük dönüşüme uyarlanması gerektiğini ve bunun muhtemel yollarından birinin ulus ötesi demokrasinin kurulması olduğunu, fakat söz konusu sürecin aynı zamanda belirli tehlikeleri de bünyesinde barındırdığını ifade etmektedir. Demokrasinin bugünkü noktaya gelişinin ulus devlet formu içinde gerçekleştiği ve bundan sonra da ulus devletler olmadan varlığını sürdüremeyeceği yönünde bazı görüşlerde mevcuttur. 

Nitekim Touraine, belli bir siyasal topluluk ve ülke tanımına dayandırılmamış bir demokrasinin düşünülemeyeceğini ileri sürmektedir. Aynı şekilde, ulus devletin 21. Yüzyılın başlarında hala önemli siyasi birim olduğuna işaret eden Dahrendorf, yetkileri bakımından önemli bir aşınma ile karşı karşıya olmasına rağmen ulus devletin, çoğu insan için hala en uygun topluluk olduğunu belirtmektedir. Bu tür sorulardan hareketle her şeyden önce, devletlerin eşit temsiline dayanan bir kurumsal yapının gerekliliği vurgulanmakta ve böyle bir yapı aracılığıyla gerçekleştirilecek demokrasi sürecinde de daha ziyade Birleşmiş Milletler Örgütü üzerinde durulmaktadır. Fakat bu tür kazanımlara rağmen Birleşmiş Milletler sisteminin aynı zamanda, anti demokratik bir yapı ve işleyişe sahip bulunduğu, bir çok uluslar arası sorun karşısındaki pasif tutumunun hayal kırıklığına yol açtığı, günümüzün sorunlarıyla başa çıkabilecek bir donanıma sahip olmayan bu sistemde geniş kapsamlı bir reforma gerektiği de önemle vurgulanmaktadır. 

Bunun için Birleşmiş Milletlerin yeniden düzenlenmesi ve reforma tabi tutulması çerçevesinde; hakların kullanılması ve geliştirilmesi için tedbirler alınması, yeni bir Uluslar arası İnsan Hakları Mahkemesinin kurulması ve Uluslararası Mahkeme önünde zorunlu yargılama sisteminin getirilmesi, kolektif güvenlik sisteminin harekete geçirilmesi, Güvenlik Konseyindeki veto sisteminin eşit ve adil bir şekle getirilmesi ve konsey temsiliyetinin bölgesel sorumluluğu mümkün kılacak şekilde yeniden tasarlanması, Genel Kuruldaki oy hakkına uluslar arası yasanın meşruiyetini sağlayacak tarzda bir işlevsellik kazandırılması gerekmektedir. Hegemonik güç ilişkilerine dayalı bir yapının varlığı ise, sözde demokratik değerlere bezenmiş dünya düzeninin inşası önündeki en önemli engeldir. Dolayısıyla bu süreçte, insani değerleri içeren küresel bir ahlakın rehberliğinde adaletli bir temsil düzeninin sağlanarak, temel insani değerlerin izlenmesi ve devletler arasında demokratik ilişkilerin geliştirilmesi temel öncelikler olarak belirmektedir. 

Öte yandan, demokratik değerlerle bezenmiş dünya düzeninin inşası için, devlet dışında kalan aktörlerin de ( bireyler, kitle örgütlenmeleri, meslek örgütleri, sivil toplum örgütleri vb.) uymaları gereken bazı prensipler bulunmaktadır. Çünkü bu unsurlar yönünden, başkalarının kendi hayat koşullarını belirleme özgürlüğüne ve bireylerin eşit hak ve yükümlülükler ifa edebilme durumuna saygıyı ifade eden “ demokratik otonominin” ihmal edilmesi de despotizm oluşturma olasılığını her zaman bünyesinde taşıyan bir tehlikedir. 

     Söz konusu iyimserliğin temelini esas itibariyle demokrasiyi haklı ve geçerli kılan argümanlara dayandırmak mümkündür. Nitekim insanın gelişimine hizmet eden bir sistem olarak demokrasinin, geçmişte olduğu gibi bundan sonraki dönemlerde de, insanların, mümkün olabilen en iyi hayatı birlikte bulmaya çalışacakları bir toplum arayışında, yol gösterici bir kılavuz olarak işlev görmeye devam edeceklerdir.

     Ulus devletler çoktandır, son derece etkileşim içindeki bir dünya toplumunun bağımlılıklarına kapılmış haldedir. Bu toplumun kısmi sistemleri, hızlanan bilgi ve iletişim akışlarıyla, dünya çapında kapital hareketleri, ticaret kanalları, üretim zincirleri ve teknoloji aktarımlarıyla, kitlesel turizm, mesleki göç, bilimsel iletişim vs. ile kaygısızca ulusal sınırların içine sızmaktadır. Ulusal toplumlar gibi bu küresel toplumda, aynı güç, para ve anlaşma araçlarıyla bir arada tutulmaktadır. Ulusal düzlemde siyaset ve hukuk araçlarıyla bu bütünleşme mekanizmalarına başarıyla katılmış olan bir anayasa, neden uluslar üstü ve uluslar ötesi düzlemde başarısız olsun ki? 

     Devlet vatandaşlarının dayanışmasının ve siyasi düzenin kumanda kabiliyetinin, ulusal sınırlarda duraklamak zorunda olması için hiçbir sosyal ontolojik gerekçe göremiyorum. Ama dediğimiz gibi, anayasa fikrinin normatif içeriğinin, kavramsal olarak dünya hükümeti olmaksızın bir dünya vatandaşlığı toplumuna nasıl yükseltilebileceğini, felsefi düşünce pratiklerinde öne sürmek yeterli değildir. 

     Küresel çok katmanlı bir sistemde, devletin klasik düzenleme işlevi, yani güvenliğin, hukukun ve özgürlüğün garanti edilmesi, barışın korunması ve insan haklarının küresel olarak uygulanması işlevlerinde uzmanlaşan, uluslar üstü bir dünyaya aktarılacaktır. Ama bu kuruluş, bir yandan katmanlaşmış bir dünya toplumunun aşırı refah uçurumlarını aşmakta, ekolojik eşitsizlikleri dengelemekte ve kolektif tehlikeleri savuşturmakta, diğer yandansa dünya uygarlıklarının diyalogunda etkin olarak eşit haklara sahip olma hedefiyle kültürlerarası anlaşmayı sağlamakta yatan, dünya iç siyasetinin devasa ödevlerinin yükünden kurtulmuş olacaktır. Bu sorunlar, uluslar ötesi pazarlık sistemlerinin çerçevesinde başka bir işlem türünü gerektirmektedir. Bunlar isteksiz veya yeteneksiz ulus devletlere karşı doğrudan güç ve hukukun uygulanmasıyla çözülemez. Bu sorunlar, sınırları aşan işlev sistemlerinin kendi mantığına ve kültürlerin ve dünya dinlerinin başına buyrukluğuna temas etmektedir ki, siyaset, akıllıca çıkarları dengeleme ve zekice kumanda yoluyla olduğu kadar, hermenötik açıklık aracılığıyla bunlarla temasa geçmelidir. Dünya toplumunun kendi içinde dünya vatandaşlığı durumu fikrine kolaylık sağlayan eğilimleri ararken, uluslar üstü düzlemle uluslar ötesi düzlem arasındaki ayrım, bakışları bir yandan vadesi gelmiş Birleşmiş Milletler reformuna, diğer yandan da gitgide daha açık duyumsanan, küresel yönetişimin mevcut birimlerinin meşruluk eksikliğinden ortaya çıkan dinamiğe yönlendirir. Her durumda bugün birçok uzman için uluslararası hukukun hızlanan gelişimi, devletlerden oluşan uluslar arası topluluk tarafından, uluslar arası hukukun özneleri ve dünya vatandaşları olarak seviyesi yükseltilen bireysel hukuk kişilerin hukuksal konumunu güçlendirme hedefiyle ilerletilen bir “anayasallaşma” olarak görünmektedir.  

Neler yapılabilir: a) İnsan haklarının tüm dünyada hiçbir kaygı gütmeksizin, amasız, fakatsız barışı güvence altına alma çabasında bulunmamız gerekir.   

b) Güçlü ya da güçsüz hiçbir devlet şiddet uygulayamaz, yaptırımlar uygulanmalı ve cezalandırılmaya gidilmelidir. Hiçbir devlet imtiyazlı olamaz.  

 c) Ulus devletler egemenliğini, dünya barışı ve kolektif güvenlik hedefine göre güncellemeli    

d) Bütün devletler, yeniden inşa edilecek ve kurumsallaşacak kapsamlı, adil, eşitlikçi ve özgürlükçü bir dünya kuruluşuna katılmalı. Bunun alt yapısı “ dünya vatandaşlığı anayasası” ile desteklenmelidir. İnsanlığa ve onun kurduğu topluma kadim tarihi yürüyüşünde eşlik eden devlet, farklı formlara ve niteliklere sahip olarak, günümüze kadar varlığını sürdürerek gelmiştir. Bu gün her ne kadar devletin küresel rüzgarların etkisiyle eriyip gitmekte olduğu söylense de devlet, insan hayatındaki önemini ve yerini hala koruyor. Esas sorun, tarihin makas değiştirdiği ve bölgesel hareketliliklerin arttığı, teknolojinin hızla ilerlediği ve insan ihtiyaçlarının giderek karmaşıklaştığı günümüz ortamında, devletin nasıl bir dönüşüm süreci geçireceğidir. 

Popüler küresel bir söylem, devletteki sağlıklı dönüşümün ancak liberal kapitalist bir devlet modeli yönünde olacağını vurgulamaktadır. Kar esası üzerine rasyonel bir şekilde örgütlenerek, insani hiçbir değeri tanımayan, hukuku ayrıcalıklar için kullanan, güçlüleri koruyup, güçsüzleri daha çok ezen, sınırsız özgürlüklerle bireylerin haklarını hiçe sayan bir devlet modeli, insanlığın kurtuluşu için çare olarak ileri sürülüyor. Oysa böyle bir devlet, potansiyel olarak eşitsizliği üretiyor. Zira piyasa insana cebindeki kadar kıymet veriyor, sınırsız denilen özgürlükler gönüllü esaretlere dönüşüyor. Kapitalist devlette insan ikinci planda bulunuyor. Böyle bir devlet sosyal adaleti sağlamada geri kalıyor. Esasında bize göre insan onurunu koruyacak ve onun mutluluğunu sağlayacak yönetimin yolu “ahlaklı- adaletli-İNSANLIK DEVLETİ” olmaktan geçiyor. Ahlak, öznesi insan olan ve insanlar arası ilişkileri değerlere göre düzenleyen kurallar bütünüdür. İnsanlık devleti insana ve onun sahip olduğu değerlere büyük önem verir. İnsanı merkeze alan devlet, insana saygı duyacaktır. Zira insan saygıya muteber olan en önemli değerdir. İnsan pek çok değeri ortaya koyması ve üretmesine karşılık, en önemli değerin yine kendisi olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü her şey de insan araç değil amaçtır, dolayısıyla saygı gösterilme hakkı bulunur, hakların konusudur, haklara sahiptir. Devlet ahlakı ise devletin ve toplumun temelinde insan bulunduğu bilinciyle, insanı yaşatmaya ve yüceltmeye yönelir. Herkes, insan onurundan kaynaklanan, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, vazgeçilmez ve devredilmez hak ve özgürlüklere sahiptir. 

Devletin temel amaç ve görevi, insan haklarını korumak ve bunların önündeki sosyal, siyasi, ekonomik ve benzeri her türlü engeli kaldırmaktır. Devlet kamusal alanda özgürlüklerin ve farklı değerlerin garantörü olmalıdır. Devletin kamusal alanı şekillendirme gayretleri ve kamusal alanın ideolojik tanzimi ve müdahaleleri bu alanın daralmasına ve sivil toplumun teşekkül etmesine engel olacaktır. Bu doğrultuda, ahlaklı bir devlet herhangi bir grubun veya elit zümrenin tekelinde veya tasarrufunda olmamalıdır. Merkezi temsil eden ve merkezde yer alan devlet, tüm topluma tutulan bir ayna gibi olmalıdır. Çevrenin değerlerini benimsemeyen ve renklerini üzerinde taşımayan devlet, temsil kabiliyiteni yitirecek ve zafiyetler taşıyacaktır.

     Dolayısıyla tüm toplumun değerlerini temsil eden ve bunları yansıtan ahlaklı- adaletli- insanlık devletini, ayna devlet olarak tanımlayabiliriz. İnsanlık devletinin sahip olduğu amaç değerler arasında, bağımsızlık, birlik ve beraberliğin yanında hikmet, iffet, cesaret ve adalet gibi değerler bulunur. Adalet, devlet yönetiminin mana zemini belirleyen, her türlü uygulama esasını yönlendiren ve bir toplumda güveni tesis eden temel değerdir. Ahlaklı bir devlette adalet değerinin işletilmesinde en önemli husus aciliyettir. Yani adalet geciktirilmeden tez zamanda yerine getirilmelidir. Develtin temelini oluşturan kanunların işletilmesinde veya davaların görülmesinde adaletin geciktirilmesi, haklıya hakkının teslim edilmemesi, suçluya cezanın verilmemesi neticesinde insanların devlete olan güveni sarsılacağı gibi aynı zamanda kendi başlarına adaleti sağlama girişimleri de ortaya çıkacaktır. 

Bu durum toplumda yeni tiranlar yaratacaktır ve düzeni sarsacaktır. Tarihsel-toplumsal birikimlere ve değerlere dayanmayan devlet, biçimlendiricidir. Devletin sağlam bir yapıda olması, kendine özgü geleneğinin bulunmasına bağlıdır. Geleneği devlet iradesinin dışına itmek devletin temelini sarsar. Gelenek devlet ile toplumun bağını kurar. Geleneğin çözülmesi hazin sonuçlar doğurur. Zira gelenekler yıkıldığı zaman neyin ne olduğunu; ne tekrar gözden geçirebilirsiniz, ne de yeniden kurabilirsiniz. Geleneğin kaybı kırılan bir vazo değil, eriyen bir buza benzer. Geriye dönülmesi mümkün olmayan sonuçlar doğurur. Gelenek, devlet denen kurumun temel direğidir. Ahlaklı devlet geleneğinden aldığı güçle değişime şahsiyetli cevaplar üretir ve hayatta kalır. Değişim sürecinin gelenekle ve değerlerle birlikte yürümesi gelişmenin önünü açar. Devlet ahlaklı olmasının yanında, aynı zamanda toplumdaki değerlerin ve ahlakında koruyucusudur. Devletin diğer vasıfların yanında değerleri yaşatma ve teminat altına alması onu değerli ve önemli kılar. Hukuk devleti, ahlaki kuralların somutlaşması ve müeyyideli hale gelmesidir. Hukuk kuralları ile tüm insanlığın ortak ahlak kuralları uyum içinde olmalıdır. Aksi taktirde insanlarda şahsiyet çatışmaları kaçınılmaz olacaktır. Değerlerin insan hayatındaki yansıması ve tatbiki mümkün olmadıkça, çıkarılan kanunların yapılan anayasaların bir hükmü de olmayacaktır. İnsanlar belki kanuni açıkları istismar ederek keyfi davranabilir veya suç işleyebilir ancak şuurunda kökleşmiş ve bütün idrakine hakim olan bir değerle bütünleşen kişi, devletin ve başkalarının hakkına tecavüz etmeye asla teşebbüs etmeyecektir. Hukukun temeline adalet, yönetimin temeline ise hukukun oturduğu bir devlette hak ve özgürlüklerin korunması söz konusu olacaktır. Herkese eşit olarak uygulandığına inanmış oldukları hukuk kurallarının varlığı o toplumda yaşayan insanlar arasında güvenin yerleşmesine neden olacaktır. Hukukun üstünlüğüne duyulan inanç, güven değerinin toplum içerisinde yerleşmesinin yanında devletin meşruiyetinin de belirleyicisi olacaktır. Diğer taraftan devletin tehdit algısı, değerlerin yeniden tanımlanmasına neden olur. Korku üzerine temellendirilen sürekli bir tehdit algısı, ayrıcalıklı bazı entelektüellerin naralarıyla toplumda paranoyaya dönüşür. İfrata kaçılınca hürriyetler kısıtlanır. Devlet, tehdit altında sürekli kurtarılması gereken bir kurum olarak görülür. Oysa devlet kurtarılması değil, ihya edilmesi gereken bir kurumdur. Sürekli kurtarıcılık düşüncesi devleti aciz bir konuma taşımaktadır. Devlet ya statükoculuk veya devrimcilik anlayışı gibi bariyerler arasında sıkışmakta, sağlam bir yapıya kavuşamamaktadır. Halka rağmen kurtarıcılık rolü üstlenenler, halk ile devlet arasına mesafe koymaya çalışırken halk tarafından sürekli dışlanmaktadırlar. Bu çerçevede, çoğu zaman “devletin bekası” ile “statükoculuk” eş tutulmaktadır. Oysa statükoculuk kalıplaşmış ve sorgulanamayan yapının değişimini kabul etmeyerek devleti durağanlaştırırken, devletin bekası düşüncesi gelişime ve değişime açık bir anlayışa dayanmaktadır. Ahlaklı devlette, halk atanmışlar ile seçilmişler arasında ezilmemelidir. Atanmışlar vesayet sistemi sayesinde halkı örgütlü bir şekilde ezerken, seçilmişlerin tahakkümü, gönüllü bir iradeyle ve çoğunluğa dayalı olarak daha ciddi sonuçlar doğuracak şekilde gerçekleşir. Siyasetçilerin seçimlerde almış oldukları oylar kendilerine her istediğini yapma imkanı vermediği gibi yönetimleri toplumun diğer kesimlerin onayından da yoksundur. Dolayısıyla demokratik seçimler neticesinde elde edilen meşruiyet, siyasi kadroların elinde halka her istediğini dayatan bir çizgide gerçekleşirse orada “ demokratik otoriterlik “ sergilenmiş olur. Çoğunluğun meşrulaştırıcı gücü ve iktidarı ile yönetenlerin, kişisel kimlik, değer ve tercihlerin devlet aygıtını da kullanarak topluma dayatmaları “post-modern bir otoriterliktir”. Bu sürecin önünde durmak demokrasiye karşı olmakla eş anlama gelir. Toplumda yayılan bu algı ile birlikte peşinen farklı görüşler susturulur. Böylece demokratik çoğunluğun hegemonik dili, toplumun geri kalan kesimlerinin veya azınlığın susturulmasına yol açar. Aynı zamanda sağlıklı bir muhalefetin siyasi sistem içerisinde olmaması ise iktidarın demokrasi dışına çıkmasına ve devletleşen siyasi elitlerin oluşmasına yol açacaktır. Ahlaklı-adaletli- insanlık devleti’ nin en önemli özelliği sosyal bir devlet düzenini kurmasıdır. Sosyal devlet bir sadaka devleti değildir. Devletin sürekli olarak vatandaşlarına yardım etmesi onları atalete ve acziyete itecektir. Sosyal devlet, vatandaşının kabiliyetlerini yükselten ve onun kabiliyetlerini gerçekleştirmesine imkan tanıyan bir devlettir. Sosyal devlet toplum içerisinde dayanışma kültürünü harekete geçirir. Sorumluluk ve dayanışma kültürünün harekete geçirilmesiyle devletin ekonomik ve örgütsel yükü hafifleyecektir. Toplumsal bütünleşme sağlanacak, sosyal kesimler arasında birbirlerine yönelik olumsuz algıların, nefret duygularının ve çatışmaların önüne geçilecek, bu kesimler arasındaki sosyal mesafe kısalacaktır.

Sermayeyi merkeze alan ve onu insandan daha fazla önemseyen, onun artması için insanı feda eden küreselleşme sistemi sayesinde, insanı tanımlayan öz nitelikler(“insan, ahlaklı bir varlıktır.” gibi) miadını doldurmuştur. Günümüzde insan sıradanlaşmıştır. Oysa, insanın en önemli özellikleri arasında ahlaklı olması yer alır. Batı merkezli dünya, insani değerlerden ve ahlaktan uzaklaştığı, değersizliği temel paradigma kabul ettiği ve ahlaksız olduğu için ahlaki donanımı olmayan, ahlaksızlık ekseninde eylemde bulunan sürü insanı üretmekte ve şeklen insana benzeyen yaratıklar imal etmekte, herhangi bir sakınca görmemektedir. Bugün, Batı insanının dünyanın her yerinde yaptığı insanlık dışı ve ahlaki olmayan eylemlerini gözlemlemekte zorluk çekmemekteyiz. Batı düzeni (emperyalist-kapitalist sistem ) yüzünden dünya ahlaksızlarla dolup taşmıştır. Dünya, ahlakın kaybolduğu bir çöle ve ahlaksızların karargahı cehenneme dönüşmüştür. Çağımızda ahlak bozulmuş, ahlakın “ahlaksızlığından” ve yaşadığımız dünyanın “ahlakdışı” olduğundan söz edilmiştir. Netice itibariyle, bugünkü dünya, ahlaktan epey uzaktadır. Ahlak, onun kapsama alanı dışındadır. “Dünya hiçbir zaman böylesine dünyevi, böylesine sevgi ve iyilik fakiri olmamıştı. Ahlak bozulursa her şey bozulur. Ahlak kaybolursa toplumu ayakta tutan direkler( aile, eğitim, kültür, siyaset, ekonomi, ve din ) çöker. Söz konusu direklerin sağlam durması ve toplumun işleyebilmesi ahlak ile bağlantılıdır. 

Siyasetin kirlenmesi, ahlaki bunalımın bir sonucudur. Rousseau’nun “ eski devlet adamları hep erdemden ahlaktan söz ederlerdi; bizimkiler yalnız ticaretten, paradan söz ediyorlar.” Nietzsche’nin “ahlak çürüyüp çöktüğünde, ilk kez, zorba dedikleri insanlar ortaya çıkar” tespiti, günümüz açısından oldukça manidardır. Dünyanın ahlaksız hallerinin eleştirisini yapmak gerekir. Ahlakın içeriğini, çerçevesini ve bağlamını çok net bir biçimde ortaya koymak, ahlakla ahlaksızlığın yer değiştirdiği, iyi ile kötü’ nün, doğru ile yanlış’ ın, uygar ile barbar’ ın birbirine karıştırıldığı, etik olan her şeyin ıskalandığı, haksızlığın, hukuksuzluğun, sorumsuzluğun ve vicdansızlığın başat hale getirildiği, insani değerlerin çiğnendiği günümüz dünyasının resmini doğru çizmek, insan-ahlak bağıntısının taslağını gözler önüne sermek, ahlak ve değerlerin değerini bir kez daha insanlığın dikkatine sunmak, parayı ve kapitali esas alan, insandan ve ahlaktan uzaklaşmış, “para için her şey mubahtır” - “ her şey zenginlik için” söylemini düstur edinmiş, para için kendisini ve her türlü değerini satmakta herhangi bir sakınca görmeyen insanı doğru tahlil etmek, açgözlü, gaddar, zalim ve barbarların savaşına maruz kaldığı için ölen insan manzaralarını TV ekranlarından keyifle izleyen, “ ekmek bulamıyorsa bomba yesinler” diyen sevgi, saygı, fazilet ve merhamet fakiri ölçüsüz ve değersiz insana yeniden “ölümlü” olduğu gerçeğini anımsatmak, her konuda ahlakın/etiğin ne denli önem arz ettiğini belirtmek, ahlakın önemli bir sosyal olgu olduğunu ve insanca yaşamanın merkezinde yer aldığını, ahlakın herkese lazım olduğunu, dolayısıyla göz ardı edilmemesi gerektiği gerçeği bilinmelidir. Çünkü “ ahlak , toplumun yaşayabilmesi için daha azı kabul edilemez olan zorunluluk, deyim yerindeyse günlük ekmek, su önemindedir.” Ahlak, öyle geçiştirilecek ya da ilkokul ve ortaokullardaki “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersiyle öğretilecek bir konu değildir. Söz konusu insan birliktelik biçimlerindeki her türlü kargaşayı ancak ortak bir ahlakla ortadan kaldırabilir. Küçük çaplı ahlaki bozulmalar, zamanla toplumun ahlakını bütünüyle çökertir. Unutmayalım ki,” küçük bir kıvılcımdan koskoca bir alev doğar.” İnsanların insanca yaşayabilmeleri için ahlakın yeniden onarılması ve adaletin yeniden tesis edilmesi gerekir. Erdemli, dürüst, adil, aklıyla hareket eden, iyiliği şiar edinen, insana değer veren ahlaklı bireyler ve onların oluşturacağı toplumlar ve devletler inşa etmek bir zaruret haline gelmiştir. Ahlaki olanın parçalandığı ve bulanıklaştığı, ahlaksızlığın ve hukuksuzluğun kol gezdiği ve her tarafı istila ettiği , yolsuzluğun, yozlaşmanın, yasakların ve çürümenin ahlak olarak sunulduğu günümüz dünyasında ahlaka-adalete sahip çıkmak “insan” olan her insanın boynunun borcudur. Ahlaka, ahlaki olana ve ahlaklı insana sahip çıkmak , bütün insanlığın görevi/ ödevi olmalıdır. Dünyanın geldiği son nokta emperyalist-kapitalist sistemin bir çıkmazda olduğu, bütün insanlığın tehdit altında olduğu gerçeğidir. Dünya kapitalist devletlerinin (ABD, İngiltere, Almanya, Fransa vb.) daha çok kazanma hırsına feda ettiği insanlık değerleri ve bozulan ekoloji sonrasında oluşan doğal afetler, salgın hastalıklar(covid-19-corona) vs. tüm insanlığı tehdit eder hale gelmiştir. Burada yapılması gereken bütün dünya devletlerinin birlikte hareket ettiği ve adil temsil edildiği dünya parlamentosu oluşturulması, dünya insanlığı için eşitlikçi-özgürlükçü-adil bir anayasa yapılması, devletlerin kendi iç yönetiminde bu anayasaya aykırı yasa yapma hakkı engellenmelidir. Burada oluşacak “ DÜNYA İNSANLIK DEVLETİ”, tüm dünya insanlığının refahı, mutluğu, huzuru için; 

1) Diline, dinine, rengine, cinsiyetine bakılmaksızın tüm insanlar “DÜNYA İNSANLIK DEVLETİ“ nin ortak paydaşı olmalı

 2) Devletlerin nüfus yoğunluğuna göre eşit ve adil temsiliyet sağlanacak “ DÜNYA PARLAMENTOSU” oluşturulmalı

3) Tüm dünya insanlığının beşeri birikimlerinin oluşturduğu kültürel miras dikkate alınarak, etik/ahlak temelli adalet tesis eden bir “ ANAYASA” oluşturulmalı

4)Bütün devletlerin kendi içişlerindeki “YASAMA-YÜRÜTME-YARGI” faaliyetleri, normlar hiyerarşisine uygun olarak , denetlenebilir ve hesap verebilir olmalıdır.

 5)Dünya ekonomisi ortak üretim-demokratik yönetim şeklinde insanların katılımı sağlanmalı, dünya ekonomik havuzu ( world economic pool) oluşturularak , mağdur ve mazlum insanlar ve devletlerin ihtiyaçları giderilmeli.

Sonuç olarak; tüm dünya insanlığının adil-özgür-eşitlikçi-imtiyazsız bir yaşam standardına ulaşması için tüm insanların ortak çaba göstermesi gerekir. Bunlar retorik düzeyde ütopik bir düşünce olarak ta kalabilir yada tüm insanlığın ortak çabası ile realite yede dönüşebilir. Geleceğimizi hep birlikte inşa edeceğiz. Başarabiliriz, yeter ki daha çok kazanma hırsına biraz gem vuralım. Covid-19 pandemisi sonrasında tüm dünyada oluşan siyasal, sosyal, kültürel , ekonomik dalgalanmalar ve resesyon sonucunda kapitalist devletler bu süre içinde kaybettiği ekonomik değerlerin telafisi için ya daha çok gaddarlaşıp, zalimleşip sömürüyü arttıracaklar, yada kapitalizmi daha çok ehilleştirip insanileştirecekler . İnsanlığın önünde iki yol var. Ya daha çok özgürlük, adalet, eşitlik, kardeşlik ve dayanışma kavramları üzerinden yaşanabilir demokratik bir dünya inşa edeceğiz, yada daha çok sömürü, eşitliksizlik, adaletsizlik , yoksulluk, düşmanlık ve otoriterleşme kavramları üzerinden lanetli bir cehennemi inşa edeceğiz. Kurtuluş için ya bir yol bulmalıyız ya da yeni bir yol yapmalıyız. Dünyadaki cenneti inşa etmeye insanlığın beşeri birikimi ve iradesi yeterli olacağı kanaatindeyim.

 

 

 

 

Yorumlar (0)



Bu makaleye ait yorum bulunmamaktadır