23 Nisan 2024


EMPERYALİST-KAPİTALİST VE KRİSTO-JUDAİK BATIYA KARŞI MEYDAN OKUMALAR



Dr. Oğuz FİDAN

A- A+

Küresel düzen, devletler arasında değişen güç dengelerine olan ilgiye ek olarak, özellikle kimlik ve kültürle ilişkili yeni güçler tarafından şekillendirilmektedir. Hatta kimilerine göre, etnisite, tarih, değerler ve din gibi unsurların dünya ilişkilerinde artan öneminden de görülebileceği gibi kültür, küresel siyasetin temel düzenleyici ilkesi olarak ideolojinin yerine geçmiştir. “Kimlik siyaseti” olarak adlandırılan bu eğilimi en iyi nasıl açıklayabiliriz ve bunun sonuçları nelerdir? Hepsinden önemlisi, kültürün artan öneminin anlamı, çatışma ve belki de farklı medeniyetler arasındaki çatışma olasılığının artması, hatta kaçınılmaz hale gelmesi midir? Dünya siyasetini etkileyen bir unsur olarak kültürün giderek göze batmaya başlaması, özellikle din konusunda barizdir. Bazı durumlarda sadece dinsel inanışlarda bir uyanış olmakla kalmamış, aynı zamanda aslında siyasetin dinden ibaret olduğunu savunan daha radikal ve” fundamentalist” dinsel hareketler ortaya çıkmıştır. Kimlik, kültür ve din sorunları, Batı’nın siyasi ve kültürel hegemonyasına meydan okuma ve onu ortadan kaldırma girişimlerinde özellikle belirgin bir rol oynamıştır. Eski sömürgeler, Batılı olmayan ve bazen de Batı- karşıtı siyasal kimlikler geliştirmeye çalışmışlar. Bu süreç Asya’yı etkilemiş, Müslüman dünyada özellikle kritik bir etki yaratarak bazı çevreleri, İslam ve Batı arasındaki medeniyetsel bir çatışma terimleriyle yorum yapmaya teşvik etmiştir. Batı ve İslam arasındaki çatışmanın temeli nedir ve bu çatışmanın üstesinden gelinebilir mi?

   

    Batı’nın siyasal ve kültürel hegemonyasına meydan okuma ve onu ortadan kaldırma girişimleriyle bağlantılı olarak kimlik, kültür ve din konuları özellikle göze batan bir konum elde etmiştir. Bu iki şeyin kabul edildiği anlamına gelir. Birincisi, Batı’nın maddi ve siyasi hakimiyetinin, bireycilik, biçimsel eşitlik, laiklik ve materyalizm gibi “ Batılı” olarak bilinen değerlerin getirdiği son durumun yarattığı kaos. İkincisi, eğer bu kültür Batı hakimiyetinin izlerini taşıyorsa, bunun yerine Batılı olmayan veya belki de Batı-karşıtı bir kültürün yaratılmak zorunda olduğudur. Bunu hem kapsamlı bir post-sömürgecilik olgusunun gelişiminde, hem de Asya’da farklı bir değerler sistemi geliştirme yönündeki girişimlerde görmek mümkündür. Fakat bunun en önemli ifadesi, siyasal İslam’ın yükselişi ve İslam’ın ahlaken Batı liberalizminden daha üstün bir seçeneği temsil ettiği inancıdır.

    

    Dünyanın geri kalan bölgeleri üzerindeki Batı hakimiyet yapıları, kültürel ve ideolojik hakimiyeti yıllar önce sorgulanmaya başlanmıştı. Sömürge karşıtı hareketler, iki savaş arası dönemde doğdu, fakat etkisinin zirveye ulaştığı dönem İngiliz, Fransız, Hollandalı ve diğer Avrupa imparatorluklarının dağılmasını takiben ikinci Dünya savaşından sonra ki dönem de oldu. Sömürgeci Avrupalılar, bir anlamda kendi yıkımlarına neden olacak tohumları, yani milliyetçilik doktrinini de beraberinde götürmüştü. Dolayısıyla sömürgecilik karşıtlığı, 19.Yüzyıl’da Avrupa ulus-inşasına ilham kaynaklığı etmiş olan ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında Wilson Prensiplerinde var olan ulusal self-determinasyon ilkesine dayanıyordu. Kendi kendine yönetim ve anayasacılık konusundaki liberal fikirler zaman zaman etkili olsa da, sosyalizmin çeşitli şekilleri ve daha yaygın olarak devrimci Marksizm, Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki çoğu sömürge karşıtı harekete daha cazip geliyordu. Liberalizmle aynı aydınlanma ilkelerinden ilham alan Marksizm’in gücü, kendi sınıf çatışma teorisinin, kapitalist kar arayışı terimleriyle emperyalizmi açıklaması, hem de silahlı mücadele şeklinde sömürge halklarına bir özgürleşme aracı sağlayan devrime bağlılığıydı. Fakat daha önce ele alındığı gibi sosyalizm ve özellikle Marksizm’in gelişmekte olan dünyadaki etkisi, Batı-dışı ve bazen de Batı- karşıtı siyasal felsefe arayışlarını yansıtan post-sömürgeciliğin doğuşuyla birlikte 1970’lerden itibaren istikrarlı biçimde azalmaya başladı. Buna katkıda bulunan temel unsur, eskiden sömürge olarak yönettikleri ülkeler üzerindeki ekonomik ve kültürel hakimiyetlerini devam ettiren eski emperyalist güçlere karşı artan kırgınlık ve kızgınlık duygusuydu. 

    Post-sömürgeciliğin tipik niteliği, gelişmekte olan dünyaya, liberalizm ve sosyalizmin evrenselci iddialarından ayrı ve farklı bir siyasal ses kazandırma arayışıydı. Bunu yapma konusundaki ilk ve etkili girişim, aralarında Mısır, Gana, Yugoslavya, Hindistan ve Endonezya’nın da bulunduğu, çoğu bağımsızlığını yeni kazanmış 29 ülkenin 1955 yılında Bandung Konferansı’nda başlattığı ve daha sonradan “Bağlantısızlar Hareketi” olarak bilinecek olan girişimdi. Bu ülkeler kendilerini, küresel siyasi, ekonomik ve kültürel öncelikler hakkında “ Üçüncü Dünya” perspektifini öneren bağımsız bir güç bloğu olarak gördüler. Bu “ Üçüncü Dünyacılık” kendisini, hem Batılı hem de Sovyet kalkınma modelinden farklı tanımladı. Bununla birlikte daha militan bir Üçüncü Dünya siyaseti, 1966’da Havana’da yapılan Üç- Kıta Konferansı’nda doğdu. Bu konferansı, ilk kez Latin Amerika’yı( Karayipleri de içine alacak şekilde) Asya ve Afrika’yla bir araya getirdiği için” Üç- Kıta” adını aldı.

   Bununla birlikte yerli din, kültür ve geleneklerden esinlenen bir kimlik siyaseti biçimi olarak post-sömürgeci teori, büyük oranda farklı şeyleri ifade eder. Bu teori, büyük ölçüde Hinduizm’den kaynaklanan şiddete başvurmama ve fedakarlık konularındaki dinsel etiğe dayanan Gandi’nin siyaset felsefesine yansımıştır. Fransız devrimci Frantz Fanon sömürge karşıtlığı ve şiddet arasındaki bağlantıyı vurgulamıştır. Ona göre Sömürgelerin bağımsızlığı, aslında yeni bir tür insan yaratılmasını gerektirir ve bunu başarmanın büyük ölçüde yolu, sömürgelerin kontrol altına alınmasının yarattığı psikolojik travmayı , sağaltıcı bir şiddet kullanımı yoluyla reddetmek ve halkın direncini arttırmakla olur. Belki de en etkili post-sömürgeci teorisyen olan Edward Said, Avrupa merkezli değer ve teorilerin, özellikle Oryantalizm/ Şarkiyatçılık aracını kullanarak, dünyanın geri kalanı üzerinde Batı’nın kültürel ve siyasal hegemonyasını nasıl sağladığını incelemiştir. Fakat post-sömürgeciliğe yönelik eleştiri getirenler, onun Batı entelektüel geleneğine sırtını dönerek ilerlemeci siyaseti terk ettiğini ve genellikle geleneksel değer ve otorite yapılarının meşrulaştırılması için kullanıldığını ileri sürmüştür.

    “Kimlik, benliğin çalınmasıdır.”

    Siyasal İslam’ın yükselişi, özellikle 11 Eylül ve “teröre karşı savaşın” başlaması, İslam ile Batı arasında , medeniyetler arası derin bir çatışma imajı yarattı. Medeniyetler çatışması teorisyenleri, bunun 21. Yüzyıl küresel siyasetindeki en önemli fay hatlarından biri olacağını ilan etme konusunda aceleci davrandı. Fakat İslam ve Batı arasında derin kökleri olan gerilim imajının oldukça farklı iki yüzü vardır. Birincisi, siyasal İslam’ı ve muhtemelen İslam’ın kendisini, Müslüman dünyasından Batı etkisini atmaya ve belki de daha kapsamlı Batı laikliğini devirmeye adanmış öfkeli bir Batı karşıtlığıyla tanımlar. Bu görüşe göre Batı, yalnızca terörizm ve Cihatçı başkaldırının yenilmesi yoluyla değil, aynı zamanda bunları besleyen ve ilham veren fundamentalist fikir ve doktrinlerin yok edilmesi yoluyla mücadele edilmesi gereken “İslami bir tehditle” karşı karşıyadır. Bu çatışmaya dair ikinci imaj, İslam ve özellikle Arap dünyasının sürekli Batı müdahaleleri ve manipülasyonlarının kurbanı olduğunu ve bunun, “İslamofobi’nin aşağılayıcı ve küçük düşürücü biçimleriyle desteklendiğini söyler. Bir başka ifadeyle sorun, İslam değil Batı’dır. Müslüman dünyayla Hristiyan Batı arasındaki çatışma kaçınılmaz mıdır? Bu düşmanlığa esin kaynağı olma konusunda dinin rolü nedir?

 

 

 

   İslam, dünyanın ikinci büyük ve en hızlı gelişen dinidir. Dünyada yetmişten fazla ülkeye yayılmış ve yaklaşık 1,5 milyar Müslüman vardır. İslam’ın gücü coğrafi olarak Asya ve Afrika’da yoğunlaşmıştır. İslam içerisinde Hz. Muhammed(s.a.v) in ölümünün ardından elli yıl içerisinde gelişen iki temel mezhep vardır. Sünni mezhebi Müslümanların çoğunu temsil ederken, Şiilik veya Şii mezhebi, İran ve Irak’ta yoğunlaşır ve Müslümanların onda birinden fazlasını kapsar.

   

    İslam’ da fundamentalizm, Kuran’ın mutlak doğruluğuna inanmak değildir. Çünkü bu, bütün Müslümanlar tarafından kabul edilir, yani bu anlamda bütün Müslümanlar fundamentalist olurdu. Bunun yerine fundamentalizm, hem kişisel ahlak hem de toplumsal yaşam ve siyasette üstün ilkeler olarak İslami inançlara olan yoğun ve militan bir iman anlamına gelir. İslamcı fundamentalistler, dinin siyaset üzerinde üstünlük kurmasını arzular. Uygulamada bunun anlamı, “İslami bir devlet”, yani dünyeviden ziyade ruhani otorite tarafından yönetilen ve Şeriat’ı uygulayan bir teokrasinin kurulmasıdır. Şeriat, hem kadın hem de erkeklerin kişisel ilişkilerindeki kuralları hem de çoğu suç için bir ceza sistemini de içeren yasal ve haklı bir davranış kodu ortaya koyar. Bu anlamda İslam, İslamcılıktan ayırt edilmelidir. İslamcılık, ya İslami fikir ve ilkelere dayalı siyasal öğretileri ya da bu öğretilerin ilham verdiği siyasal bir hareketi ifade eder. Temel amaçları şu şekildedir. İlk olarak, İslamcılığı geleneksel siyasal milliyetçilikten ayırt edecek şekilde pan-İslamcı bir birliği savunur. İkincisi, Müslüman ülkelerin “dönek” liderlerini (laik ve Batı yanlısı liderler) devirerek İslam dünyasını saflaştırmaya çalışır. Üçüncüsü, Batı ve özellikle Amerikan etkisini Müslüman dünyadan silme ve muhtemelen Batı’nın kendine karşı kapsamlı siyasal ve kültürel bir mücadele çağrısı yapar. Fakat İslam ve İslamcılık arasındaki ilişki karmaşık ve tartışmalı bir konudur. İslamcılar, kendi fikirlerinin, İslam’ın Batılı ve sömürgeci etkileriyle kısıtlanmış derin sezgilerini dile getirdiğini iddia ederken, eleştirenler, dinsel metinlerin seçici ve sapkın yorumları temelinde İslamcılığın, İslam’ın siyasal bir çarpıtması olduğunu savunmaktadır.

    İslamcı fundamentalizmin uyanışı, 1928’ de Mısır’da Müslüman Kardeşler’in kuruluşuna kadar geri götürülse de en önemli gelişmeler, 1979’da Ayetullah Humeyni’yi iktidara getiren ve İran’ın kendisini bir İslam cumhuriyeti olarak ilan etmesine neden olan halk ayaklanmasıyla gerçekleşti. Afganistan’daki 1979-89 Sovyet savaşı, ABD, İran ve Pakistan’ın finansal ya da askeri açıdan desteklediği dinsel dayanıklı direniş gruplarının gevşek bir bileşimi olan Mücahit’lerin güçlenmesine yol açtı. 1996-2001 döneminde Afganistan’ı yöneten Taliban, bu mücahit gruplardan doğdu. İslamcılar da, Sudan, Pakistan, Somali ve Lübnan(İrancı Hizbullah) gibi ülkelerde çoğu zaman geçici olarak da olsa iktidarı ele geçirdi. 1990’lardan itibaren, İslamcılığın özellikle militan biçimlerini yansıtan Cihatçı yeni bir dizi grup ortaya çıktı. En önemlisi Usame bin Ladin’in liderliğini yaptığı El-Kaide örgütü. Bu gruplar açısından İslam’a bağlılık, genel anlamda Arap dünyası ve spesifik olarak Suudi Arabistan üzerindeki Batı etkisini yıkmaya çalışan ve özellikle ABD ve İsrail’e( Yahudi ve Hristiyan haçlılar) karşı yürütülen bir” Cihat “şekline bürünür. İlk olarak İslamcı militanlığın kaynağının İslam’ın içinde yattığı düşünülür. Bu görüş, İslami değerlerle liberal demokratik Batı’nın değerleri arasında temel bir uyumsuzluk olduğunu ima etmesi bakımından “medeniyetler çatışması” teziyle örtüşür. Bu bakımdan İslam, doğası gereği totaliterdir: Şeriat hukuku temelinde İslami bir devlet kurma amacı, net bir şekilde çoğulculuk karşıtıdır ve kamusal/ özel ayrımı olgusuyla uyuşmaz. Bir başka deyişle Amerikalı neo-muhafazakâr teorisyenlerin “İslamcı faşizm” olarak adlandırdıkları şey, İslam’ın çarpıtılmış şekli değil, İslam’ın bazı temel inançlarının gerçekleştirilmesidir. Yani İslam’ın bizatihi kendisine tepki koymaktadırlar.Fakat İslam’a bu şekilde bakmak, İslam’ın temel öğretilerini yanlış yorumlar. Örneğin Bernard Lewis, Müslüman dünyanın büyük ölçüde Orta Doğu’nun düşüş ve durgunluğunun yanında İslam ve daha spesifik olarak Arap dünyasını ele geçiren aşağılanmışlık duygusu nedeniyle krizde olduğunu ileri sürmüştür. Bu düşüş, bir zamanlar güçlü olan Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ve Birinci Dünya Savaşından sonra İngiltere ve Fransa tarafından paylaşılmasına ek olarak sürüncemede kalan Arap- İsrail çatışmasının neden olduğu güçsüzlük duygusundan kaynaklanmaktadır. Üstelik 1945 sonrası dönemde, hem Orta Doğulu rejimlerin verimsizlik ve yozlaşma eğilimi taşıması hem de özellikle Amerikan etkisi artarken resmi sömürgeciliğin yerine neo-sömürgeciliğin gelmesi nedeniyle sömürgeciliğin sona ermesinin Arap dünyasına pek bir faydası olmamıştır. Hala sömürü devam etmektedir. 20. Yüzyılın son dönemlerinde, Arap dünyasında ekonomik durgunluk, artan dış müdahale ve Arap sosyalizminin başarısızlığıyla bütünleşen nüfus artışı, İslamcı ideal ve inançların, genç ve siyasal olarak aktif insanlardan aldığı desteğin artması anlamına gelmiştir. İslamcılık, çok daha kapsamlı ve ideolojik olduğu söylenebilecek derin bir eğilimin ifadesi olarak yorumlanmıştır. Bununla birlikte İslamcılık, tek bir doktrin veya siyasal karaktere sahip değildir. Siyasal İslam’ın en etkili iki biçimi, Vahhabilik (selefilik) dünyanın ilk fundamentalist İslami devleti olan Suudi Arabistan’da İslam’ın resmi versiyonudur. Vahhabi fikir ve inançları, etkisi Mısır’dan Ürdün, Sudan ve Suriye’ye uzanan ve önde gelen teorisyeni Seyyid Kutub’un en tavizsiz biçimde ifade ettiği “Müslüman Kardeşler “ üzerinde özellikle etkili olmuştur. Şii fundamentalizmi, Sünni mezhebinin aksine Şii mezhebinin çok daha farklı olan ruh halinden ve öğretisel niteliğinden doğar. Şiiler, ilahi rehberliğin, Allah tarafından doğrudan yönlendirilen “on ikinci imamın “ dönüşüyle ya da Mehdi’nin gelişiyle dünya da yeniden doğacağına inanır. Aslında İslam’ı Ümeyyeoğullarının (Emevi) Sünni saltanat ideolojisi ile Şia’nın “İmamet” teolojisine indirgemek, siyasal islamı ve siyasal İslamcıları beslemiştir. Fakat İslamcılığın bütün biçimlerinin militan ve devrimci olduğunu söylemek bir hata olur. Hıristiyanlıkla karşılaştırıldığında İslam’ın, genel anlamda diğer dinlere ve rakip inanç sistemlerine karşı hoşgörülü olması İslamcılıkla siyasal çoğulculuk arasındaki uzlaşmanın temeli olabilir. Devletin üzerine kurulduğu katı laiklik ilkelerine bağlı orduyla büyüyen İslamcı hareket arasında gerilimlerin yaşandığı Türkiye’deki siyasal gelişmelerle bağlantılı olarak bunu en açık biçimde görmek mümkündür. İslamcılığın anayasal bir biçimini geliştiren Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) 2002 yılında iktidara geldi. AKP, İslami değerlere dayalı ılımlı muhafazakar siyaseti, Türkiye’nin laik demokratik çerçevesini kabul ederek dengelemeye çalıştı. Doğu ve Batı arasında bir tercih yapmak yerine, her iki tarafında parçası olmaktan rahatsız olmayan bir Türk kimliği oluşturmaya çalıştı. Buradaki uzlaşmanın kilit unsuru, Türkiye’nin AB üyeliği elde etmek için devam eden çabaları oldu. Fakat açık olmayan nokta, anayasal İslam’ın uzun vadede uygulanabilir olup olmadığıdır. İnsan hakları ve liberal demokratik ilkelerin kabul edilmesi, siyasetin mutlaka dinden ayrılması gerektiği anlamına gelir mi? 

   Batı toplumları, İslami bilincin gelişimine farklı biçimlerde tepki vermiştir. Bazı örneklerde, İslam’ın özde çoğulculuk karşıtı ve anti-liberal olduğu ve Müslüman cemaatlerin Batı toplumlarıyla hiçbir zaman tam olarak bütünleşemeyeceği inancı temelinde çok kültürlülüğe karşı bir tepki doğmuştur.

    Bununla birlikte İslam bazen kendi sınırlarının ötesinden Batı’yla karşı karşıya gelen bir dış düşman olarak da betimlenmektedir. 11 Eylül sonrasında George W. Bush yönetiminde, sorunlu Orta Doğu’da demokrasiyi yayma çerçevesinde meşrulaştırılan ve askeri olarak dayatılmış bir ”rejim değişikliği” politikası olarak “sert” Wilsoncılığa dönüştü. Fakat demokrasiyi yayma sorunu, özellikle “ teröre karşı savaş”la olan bağlantısı nedeniyle büyük ölçüde tartışmalı bir konu olarak kalmaya devam etmiştir.

     Emperyalist-kapitalist ve cristo-judaik batı, dünyanın hangi bölgesine barış ve demokrasi getireceğini ifade etmişse bilinsin ki o bölgelere savaş, açlık,kan ve göz yaşı götürmüştür.

 

 

Yorumlar (0)



Bu makaleye ait yorum bulunmamaktadır