Kürtlere uyarlanmış bir fıkra anlatılır:
Temel ve Kürt işledikleri suçlardan dolayı yargılanır ve her ikisi de idama mahkûm edilir. İdama mahkûm edilenlerin infaz öncesi son isteklerini sormak âdettendir. Kimi, inancına göre Tanrıya sığınır (Namaz, dua gibi), kimi sevdiği bir müzik parçası dinlemek ister, kimi sevdiğini görmek ister…
İdam sehpası hazırlanır, infaz saati yaklaşır ve idam öncesi kendilerine son istekleri sorulur. Cellat önce Kürd’e sorar: “Yerine getirmeyi arzu ettiğin son isteğin nedir?” Kürt mahkûm; “annemi görmek istiyorum” der.
Sonra dönüp Temel’e sorar; “senin son isteğin nedir?” Temel, birkaç saniye düşündükten sonra şöyle demiş; “Benim de son isteğim; Kürt annesini görmesin.”
Ne yazık ki Türkiye’nin Kürtlere yönelik politikası fıkrada olduğu gibidir. Yani bedeli ne olursa olsun yeter ki Kürt annesini görmesin.
Fıkra, Türkiye’nin Kürtlere yaklaşımını özetleyen bir örnek. Gerçekten de sırf Kürtler yararlanmasın diye demokratikleşmeye ve hukukun hakimiyetine direnen siyasi partiler ve gruplar var. Türkiye’nin AB kriterlerine direnmesinin nedenlerinden birisinin de söz konusu gerekçe olduğunu düşünüyorum. “Kürtler özgürleşmesin” diye Türklerin de 85 milyon vatandaşın da özgürlüğü engelleniyor.
Benzer bir durum Suriye’de yaşanıyor. Diktatör Esat rejiminin yıkılmasından sonra “Kürtlerin kimlikleriyle dahil olmayacağı” bir sistem tartışılıyor.
Neredeyse dünyanın tamamı tarafından yakın bir zamana kadar Terör Örgütü olarak kabul edilen ve çok sayıda terör örgütünün bileşeni olarak ortaya çıkan HTŞ’nin (Hey'etu Tahrîri'ş-Şâm/Şam Kurtuluş Heyeti) destekçisi, tedarikçisi, hamisi olmakla övünen Türkiye Hükümeti, Kürtler söz konusu olduğunda sorgulamadan aleyhlerine bir tavır sergilemekten çekinmiyor.
İsrail’in Şam’a 15 km yaklaştığını ve Gazze’de katliamlarını sürdürdüğünü umursayan yok.
HTŞ’nin, 30 bin askeri bulunan Suriye ordusuna karşı hiçbir direnişle karşılaşmadan 300 kişi ile Şam yönetimini teslim almasını sorgulayan yok.
Takım elbise ve kravatla demokrat olunmayacağını seslendiren yok.
Daha dün Terör örgütü olarak tanımlanan ve militanlarının çoğunun yabancı uyruklu savaşçılardan oluşan bir yapının bu kadar kısa zaman diliminde nasıl meşruiyet kazandığını merak eden de yok.
Türkiye hükümetinin ABD ve İsrail himayesinde olduğu bilinen HTŞ’yi dost ve müttefik, Kürtlerden oluşan YPG’yi (Halk Savunma Birlikleri) ise düşman görmenin nedenini soran da yok.
--
YPG, büyük çoğunluğu Kürtlerden oluşmuş silahlı bir unsur. Türkiye’ye karşı kurulmuş bir örgüt olmadığı gibi Türkiye için bir tehdit de oluşturmuş değildir. Tersi bir durum söz konusu olduğunda, yani Türkiye bütünlüğüne yönelik bir tutum sergilemesi durumunda öncelikle Kürtlerin tepki koyacağı biliniyor.
Buna rağmen bütün kesimlerin silahlandığı bir ülkede Kürtlerin silahsız kalmalarını talep etmek, iyi niyetle açıklanamaz. Suriye’nin bir karış toprağını dahi işgal etmemiş Kürtlerin, kendi topraklarını ve kazanımlarını korumak için silahlı örgütlenme dışında bir çareleri de yoktur. Aksi durumda hem toprakları işgal edilip yağmalanacak hem de katliam ve soykırıma maruz kalacaklardır.
Bu nedenle YPG, hem halkı korumak hem de Baas rejimi ve IŞID çetelerine karşı savaşmak amacıyla ABD tarafından modern silahlarla donatılmış bir askeri güç olarak varlığını sürdürmektedir. Bu durum, ABD ve Kürtlerin ortak çıkarına uygun düşmektedir.
Türkiye hükümetinin, birlikte hareket etmekten kaçındığı, hatta “düşman unsur” olarak tanımlayarak hedef gösterdiği Kürtler, başka türlü kendilerini nasıl koruyabileceklerdi?
YPG’nin PKK ile ideolojik ve stratejik bir dayanışması olabilir ancak PKK ile özdeşleşmiş bir örgüt değildir ve PKK gibi Türkiye’ye karşı kurulmuş bir örgüt de değildir. Türkiye ve Katar dışında PYD-YPG’yi “Terör Örgütü” olarak tanımlayan bir tek devlet de yoktur.
Suriye yönetiminde yer almasını engellemenin nedeni AK Parti iktidarı için ideolojik değilse, Kürtlerden oluşan bir örgüt olmasından başka bir nedenin olabileceğini sanmıyorum.
Suriye’de yeniden yapılandırılacak bir yönetimde Kürtlerin söz sahibi olmasına öncülük yapması gereken Türkiye’nin, aksi bir pozisyon takınmasını yanlış bulduğumu belirtmeliyim.
Böyle bir yaklaşım tarzı, Kürt saplantısı değil de nedir? Her ne olursa olsun yeter ki “Kürt annesini görmesin” anlayışı tam da bu değil mi?
Mevcut iktidarın Kürtlere yönelik bu anlayışının uzun süre “İslam örtüsü” ile gizlenmesinin mümkün olamayacağına inanıyorum. Hakikatin ortaya çıkacağı günler yakındır.
--
Biliyoruz ki Türkiye için gerçek dost ve müttefik olabilecek bölgesel güç Kürtlerdir. Kürtler, sadece kendi topraklarının sahibi olmak ve birlikte yaşadıkları Arap, Türkmen, Alevi, Dürzi, Ezidi, Süryani gibi unsurlarla birlikte bir yönetim kurmak istiyorlar. Kürtlerin bu talebi adil değil mi?
Suriye’de yıkılan rejim bir ‘zulüm düzeni’ olduğuna göre yerine inşa edilmesi gereken adalet değil midir?
Kürtlerin haklarını korumayan ve Kürtlere zulmü reva görecek bir rejim nasıl adil olabilir?
ADALET, insanlık için evrensel, Müslümanlar için de bir İMAN ilkesi olduğuna göre Kürtleri dışlamak açıkça zulüm ve Hakka isyandır.
Yeni rejimden ve yönetimden bir adalet beklentim yoktur ancak Rojava Kürtlerinin kazanımları ve hakları mutlaka korunmalıdır, bunu fazlasıyla hak ediyorlar. Bu da Suriye’nin yeni yönetimiyle bir çatışma yaşamadan ve Türkiye ile de karşı karşıya gelmeden gerçekleştirilmesiyle mümkündür. Bunun için de Türkiye hükümetinin Kürt saplantısından vazgeçerek diyaloga ve uzlaşmaya imkân vermesi gerekir.
Türkiye, Kürtlerle ittifak yapmayı reddederse, kuşkusuz Kürtlerin de var olmak için başkalarıyla ittifak kurmalarını zorunlu hale getirecektir. Böyle bir sonucun Türkiye’ye de Kürtlere de uzun vadede yarar getireceğini düşünmüyorum. Türkiye’nin de Kürlerin de ortak geleceği ittifaktadır. İttifakta rahmet, ayrışmada ŞER vardır.
Her şeye rağmen Kürdün de artık annesini göreceği an yaklaşmaktadır. Bırakalım da Kürt de güven içerisinde annesini görsün.
Misafir