05 Ocak 2025


Yaşlılar: Ayy, ne şekerler!



Gülayşe Koçak

A- A+

Bizimkiler uzun ömürlüydü: 1917 doğumlu babam 100 yıl, 1929 doğumlu annemse 94 yıl yaşadı.

Vefatlarına kadar ikisinin de aklı başındaydı; kitaplarını okuyorlar, sık sık kendi ihtiyarlıklarıyla dalga geçip kahkahalar atıyorlardı; babam bilgisayarında yazılarını da yazıyordu. Babam 80’inden sonra bir bilgisayar edinmişti ve kendisiyle email’leşiyorduk. İkisi de cep telefonu kullanıyordu, hatta babam 99 yaşındayken, vefatına birkaç ay kala, pufidik tuşlu Nokia’sı bozulunca bizlerde gördüğü gibi bir akıllı telefon edinmeyi akla koydu ve edindi. Benden ısrarla, whatsapp’tan nasıl mesajlaşılacağını  göstermemi istemişti. Artık yamru yumru olmuş, parkinsondan sürekli titreyen parmaklarına bakarak, çok iyi görmeyen gözlerini düşünerek  “Babacığım, mesaj atman gerekmez, doğrudan telefon açman çok daha kolay olur, ben de öyle yapıyorum” diye kendisini vazgeçirmeye çalıştıysam da, “Olsun, sen bana yine de öğret, öğrenmek istiyorum!” demişti kararlılıkla.

Ferengis Somel ve Sacit Somel 

Annemin son yıllarında yakalandığı hastalık sayılmazsa, hayatlarının sonuna kadar yolculuklarını da yaptılar, rahatları da sağlıkları da yerindeydi.

Sokağa çıktıklarında haliyle çok sevimli görünüyorlardı: Kol kola girmiş, bastonlu, beyaz saçlı iki ihtiyar dikkat çekiyordu; babam fötr şapkasıyla çok havalı ve yakışıklı, annem zaten zarif ve yaşının güzeli…

Fakat kaldırıma adım atmalarıyla veya bir kafede oturmalarıyla birlikte tuhaf şeyler yaşanıyordu: Yanlarında anında birileri bitiyordu: Ayyy, sizinle selfi çekebilir miyiz?

Daha da beteri, bizimkilerin yanaklarından makas alanlar, hatta onları öpmeye kalkışanlardı: Ayy, ne şekerleeer…  

Bizimkiler bu durumdan pek hoşlanmasa da artık alışmışlardı, benim kadar rahatsız olmuyorlardı; hoşgörüyle ve mahcup mahcup gülümsüyor, kimseye de itiraz etmiyorlardı.

Bense öfkeleniyordum ama bir yandan da insanların bu tepkileri ilginç geliyordu. Zaten üzerine düşünmekte olduğum yaşlılık konusu iyice kafama takılmaya başladı. Gözlemlerime dayanarak, toplumumuzun yaşlılara genel yaklaşımına dair kendimce bazı tespitlerde bulunmaya başladım. Tabii ki bunlar genelleme ve eminim dilim size sert gelecektir, ama lafımı da sakınmayacağım:

Gerçekte bizde yaşlılara saygı maygı yok.

Kendi akrabamız olanları ne kadar sevsek de, yaşlılarımız, artık hiç bir şeye karışmadan bir kenarda oturması ve çenesini tutarak sessizce ölümü beklemesi beklenen, biraz da fuzuli varlıklar olarak görülür. İnsan arasına karışma cüretini gösterenlere ise, büyüklerden habersiz kendi kendine alıp başını sokağa çıkmış küçük çocuk muamelesi çekilir.

Vahim! Çünkü zaten çocuk da birey olarak görülmez – ama bu, başka bir yazının konusu.

Annemle babam, her yaz arabayla Ankara’dan yazlığa giderlerdi. İkisi de iyi şofördü; yaşlılıklarında da hız yapmadan geze geze, tadını çıkartarak yolculuk yapmayı seviyorlardı. Bir defasında, yolculuklarından birinde -diyelim babam 80 yaşlarında, annemse 70’ine merdiven dayamış-  Afyon taraflarında bir yerlerde otelde konaklamaya karar vermişler. Otele kaydolmaya girdiklerinde, resepsiyondaki adam, “Evlilik cüzdanınızı göreyim” demiş! Yaşlı halleriyle böyle bir taleple karşılaşmak bizimkilere o kadar komik gelmiş ki kahkahalarla gülmeye başlamışlar. Sonunda babam kahkahadan akan yaşlarını silerek, “Valla, evlilik cüzdanımızı yanımızda taşımıyoruz, ama işte nüfus cüzdanlarımız; bakın, aynı soyismini taşıyoruz” demiş ve bizimkiler kimliklerini çıkartmışlar. Resepsiyondaki adam “Olmaz! Ya kardeşseniz?” diyerek bizimkileri geri çevirmez mi?   

Bu hikayede insan hangisine şoke olacağını şaşırıyor: Tamamen cinselliğe, enseste, fesatlığa takık bir zihne mi? Yaşını başını almış insanlara, evden kaçıp doktorculuk oynamak isteyen küçük çocuk muamelesi çekilmesine mi?

NEZAKET

Annemle babam gerçekten çok nazik insanlardı. “Gerçekten” diyorum çünkü göstermelik bir nezaket değildi onlarınki; toplumsal statüsü ne olursa olsun -ister bakan, ister sokaktaki seyyar satıcı- karşılarındakilere her zaman ve her şartta aynı derecede nazik davranırlardı. Apartman görevlisine de, eve temizliğe gelen yardımcıya da siz diye hitap eden, isteklerini her zaman rica tarzında, lütfen diyerek dile getiren, her şeye teşekkür eden insanlardı.

Çok uzun yıllar önce, Ankara’da eksi bilmem kaç derece soğuk, karlı, yerler kaygan buzla kaplı bir kış gününde, haftada bir temizliğe gelen yardımcıları Ayşe hanım ve eşi, bizimkilere bayram ziyaretine gelmiş. Ertesi gün bizimkiler kar kış demeden Ankara’nın o soğuğunda şehrin ta en uzağındaki o gecekondu mahallesinde yaşayan bu insanlara iade-i ziyarete gitmişlerdi. O zaman bana olağan gelen bu davranışın ne kadar sıra dışı olduğunu çok sonradan kavradım: Böyle bir şeyi bizimkilerin çevresinden hiç ama hiç kimse yapmazdı, böyle bir şey akıllarına bile gelmezdi. Bunu sadece, bizimkilerin nezaketine dair bir örnek olarak anlattım. (Nitekim cenazelerine de, eski bakanlardan sokakta çakmaklara gaz dolduran Satı amcaya kadar, çok heterojen bir kitle katılmıştı).  

Hal böyle olunca, yaşlandıklarında ne zaman hastaneye işleri düşse, anneme de babama da doktor ve hemşirelerin “sen” diye hitap etmelerine, kaba bir üslupla “kolunu sıyır” vs. diye emirler yağdırmalarına tanık olmak, beni kahrediyordu. Oysa örneğin babamı genç veya ortayaşlı, oturaklı haliyle karşılarında görselerdi, saygıda kusur etmezlerdi.

Dahası, diyelim anneme doktor ziyaretinde refakat ettim… Doktorların, sorularını anneme sormak yerine bana yöneltmelerine ne demeli? Sorunun cevabını bilsem bile her defasında sinirle “Bilmem, kendisine sorun” diyordum, ama sonraki soru yine bana yöneltiliyor, açıklamalar da hep bana, benim yüzüme bakılarak yapılıyordu, sanki annem orada hiç yokmuş gibi! 

Bu hekimler kuşkusuz art niyetli değillerdi; belki de annemi yormak istemiyorlardı. Fakat yaş ayrımcılığı, yani yaşçılık, stereotipleme işte tam da bu – karşındakini tanımadan onun hakkında varsayımlarda bulunmak… Onu koruyayım derken kimliğini, kişiliğini, özerkliğini bastırmak, yok saymak. 

Şayet siz okurum yaşlı değilseniz bu cümlelerim size bir şey ifade etmeyebilir, ama umarım sağlıklı, uzun bir ömrünüz olur da şunu siz de günün birinde anlarsınız: Yaşlanırken giderek görünmez hale geliyorsunuz. Kendisine yöneltilmesi gereken soruların kızına yöneltilmesinin annem gibi kültürlü, zeki, beş dil bilen bir kadın için muhtemelen ne kadar aşağılayıcı olduğunu anlamamız için az empati sahibi olmak bile yeterli.

SUÇ ORTAKLIĞI

Kovid salgını sırasında uygulanan 65 yaş yasağı, dünyanın hiçbir ülkesinde benzeri olmayan, Türkiye’deki yaşçılığı ifşa eden en uç, en dramatik örnektir. Salgın başladığında 64 yaşındaydım; 65. doğum günümün yaklaşması İstanbul’da yaşayan benim için travma dolu bir bekleyişti, çünkü şehir dışına çıkma yasağı, Ankara’da yaşayan yaşlı ve ağır hasta annemi bir daha ziyarete gidememek, onu belki bir daha hiç görememek anlamına geliyordu. Kısacası, yaklaşan 65. doğum günüm bir felaket tarihiydi benim için. Bu tarih öncesine Ankara’ya anne ziyareti, zorunlu bir Seferihisar yolculuğu ve yayınevim dahil ne kadar çok ziyaret varsa sıkıştırmak zorunda kaldım. Bu, ne kadar yıpratıcı ve isyan ettirici bir koşuşturmaydı, anlatamam.

Böyle bir yasağın ayrımcılık dışında hiçbir açıklaması da yoktur.   

Yaşçılık, kişinin doğrudan kendi geleceğini de hedefe koyan ve doktorlar dahil herkesin suç ortaklığı yaptığı; içselleştirilmiş, aşılması zor bir ayrımcılık türü. Yaşına bakarak o kişiye yönelik nasıl düşündüğümüzü, nasıl hissettiğimizi ve nasıl davrandığımızı belirleyen bir önyargılar sistemi.

Ama bu niye böyle oluyor? Çok akıldışı bir şey; böyle davrananlar kendilerinin de -şansları yaver giderse- yaşlanacağını bilmiyorlar mı?

Yaşlıları aşağılamak için kullanılan moruk kelimesinin, eşdeğer aşağılayıcılık düzeyinde benzeri, gençler için yok, mesela.

Şarkıda dediği gibi, yaşlılar gençliğin ne olduğunu bilirler, ama gençler henüz yaşlılığı bilmediklerinden kafalarında kurguladıkları bir yaşlılık tahayyülü vardır. Bizim toplumda örneğin, bütün yaşlıların aklı gidik, amiyane deyişle bunak olduğu varsayılır. Cinsellikle, arzuyla hiç ilgisi kalmamıştır yaşlının, hatta  ihtiyarların cinselliği dalga geçme konusudur. Yaşlanınca kadın artık kadın olmaktan, erkek de erkek olmaktan çıkmıştır; aseksüel varlıklara dönüşmüşlerdir. Hele bir de renkli şeyler giymeye kalkışsınlar – ne o öyle, gençlere özenir gibi!  

Toplum kişileri bu yaşlılık tahayyülüne zaten hazırladığı için, yaşlılar da bu rolün içine isteksizce de olsa girip yerleşir ve rolü genellikle içselleştirirler; yaşlıların, başka yaşlıların yaşlılık haliyle aşağılar tarzda dalga geçtiğine tanık olmuşluğum var. Yaşçılıktan muzdarip yaşlılar, hayatlarını yaşçılığın gereklerine göre sürdürürler. Bu durumda ne hak talep edebilir ne de kötü bir davranışa karşı çıkma cesaretini kendilerinde görürler; bu durum da doğrudan ruh sağlıklarını etkileyip yaşlanma süreçlerini hızlandıracaktır.

DOLMUŞ HİKAYESİ

Yıllar önce, annemle babam kırsal bir yerlerde dolmuş bekliyorlarmış. Bir dolmuş gelip durmuş önlerinde; tek kişilik tek bir koltuk hariç, dolmuşta yer yokmuş. Bu iki müşteriyi kaçırmak istemeyen şoför, anneme “Teyze, sen şu boş koltuğa otur” diye seslenmiş, dönüp arkalarda oturan bir genç kıza da “Kızım, amcaya yerini ver, sen de onun kucağına otur” diye seslenmiş!

Olayı babacığım kahkahalar atarak şöyle anlatmıştı: “Bir an nefesimi tuttum. Kız kaşlarını çatarak beni daha yakından incelemek için arkadan uzandı, suratıma şöyle bir baktı ve kati bir şekilde ‘Hayır!’ deyip geri oturdu! Ben de içimden ‘Oh, çok şükür, bizi hâlâ erkek yerine koyuyorlar’ diye sevindim!”

Bu olaya dair ne yorum yazayım bilemedim; sizlere bırakıyorum.

ÖNYARGILARA KARŞI ÖNLEM

10 yıl çalıştığım Kanada Büyükelçiliği’nde, bir ara Büyükelçi’nin, Kanada’dan Ankara’ya gelecek yeni idari asistanını bekliyorduk. Nihayet asistan geldi ve ertesi gün Büyükelçi, oda oda dolaşarak onu bizlerle tanıştırmaya başladı: Collette 70’lerinde, ufak tefek, torun sahibi, güleryüzlü, sempatik bir kadındı.

Collette’le kısa zamanda yakın arkadaş olduk ve bir gün anlattı: Ankara’ya gelmek, hayatında Kanada dışına yaptığı ilk yolculukmuş. Kanada’da iş başvuru formlarında fotoğraf istemek, doğum yerini ve doğum tarihini sormak yasak. Hatta başvuru sahibi fotoğrafını iliştirecek olursa, direkt diskalifiye oluyor; Kanadalılar böylece yaşçılık, ırkçılık, fizikî görüntü gibi olası ayrımcılıklara karşı, yani kendi olası önyargılarına karşı önlem alıyorlar. Anlattığına göre, Collette Ankara’daki bu pozisyona başvurduğunda, birlikte sınava girdiği gençler Collette’e bakıp bunun burada ne işi var, der gibi dudak bükmüşler. “Ama” diye gülmüştü Collette, “Sonunda işte, sınavı ben kazandım, işi ben aldım!”  

(Yaş ayrımcılığı dendiğinde tabii ki genç ayrımcılığı da kavrama dahil. Fakat ben bu yazımda ileri yaş ayrımcılığını ele almaktayım.)

KENDİ DENEYİMLERİM

Benim de yaşcılığa dair pek çok deneyimim oldu.

Biri şöyle: 58 yaşında falandım, o sırada yazdığım Beşinci Kat romanım için, koro şefliğinin nasıl bir deneyim olduğunu öğrenmem gerekiyordu. Bu amaçla, bir üniversitede Koro Şefliği sertifika kursuna katıldım. Diğer öğrencilerin hepsi, çocuğum olabilecek yaştaydılar. Kendi aralarında ha-ha hi-hi eğleniyorlar, bana ise saygılı bir şekilde “Gülayşe hanım” ve “siz” diyorlardı  (nedense ilk tanıştığım insanlarda hanımefendi izlenimi uyandırabiliyorum 

Yahu, ben sizin sınıf arkadaşınızım, bana Gülayşe deyin” demem hiç fayda etmiyordu. Nihayet bir gün canıma tak etti; bunlara bir fıkra anlattım: Çocukken öğrendiğim, hayatta tahayyül bile edemeyeceğiniz iğrençlikte, her midenin kolay kolay kaldıramayacağı berbat bir fıkradır bu. İşte ancak o zaman benim hanım-manım olmadığımı anlayıp beni aralarına kattılar.

Derken yine bu Koro Şefliği kursu sırasında bir akşam bir Amerikalı müzikolog, bir seminer vermek için gelmiş üniversiteye. Bizim sınıfa da armoniyle ilgili özel bir ders vermeye davetliydi. Bizlere bir şeyler anlatmaktaydı, derken bir ara Iron Maiden grubundan bahsederken aniden kafasını bana çevirdi ve direkt bana hitaben, sesini hafifçe de alçaltarak, “Iron Maiden, bir rock grubunun adıdır!” diye açıklamaya kalkışmaz mı! Buz kestim. “Onları İstanbul konserlerinde dinleme şansım olmuştu” diye soğukça cevap verdim. O anda sınıfta bir kahkaha koptu: Sınıf arkadaşlarım artık yaşçılık konusuna ayılmışlardı. Adam, aa öyle mi, diye mırıldandı, konuşmasını sürdürdü fakat çok mahcup olmuştu. Yaşlı insanların rock veya metal grupları konusunda bîhaber olacağı stereotiplemesi, demek ki evrenselmiş!    

FOBİYLE, 'ÖTEKİ'YLE YÜZLEŞMEK

Irkçılık, cinsiyetçilik, milliyetçilik gibi önyargıların bağrında öteki korkusu gizlidir. Sınırlar da genellikle net biçimde çizilmiştir; ya o etnisitedensin, ya bu ten renginden, ya öteki dinden veya cinsel yönelimden, vs.

Yaşçılık ise doğrudan kendimizle, kendimizi öteki kılmakla ilgili; bağrında gelecekteki kendimiz korkusu gizli. Yaşlıları belki de bu nedenle öteki’liyoruz.

Öyle bir korku ki bu, yaşlının kendisini bile yaşlandığı ve hatta yaşadığı için adeta utanç duymaya iten bir tür fobi ve dışlama. Küresel boyutta bakıldığında cinsiyetçilikten ve ırkçılıktan eminim çok daha yaygın bir ayrımcılık türü; muhtemelen en az dikkat çekeni, en çok kabul göreni; “iyi niyet”, “koruma” kisvesi altında güzellemelere en açık, en sinsi ve garip ayrımcılık türü.  

Fakat yaşlanmak; ırkı, dini ne olursa olsun, bütün insanların zamanı geldiğinde karşılaşacağı bir durum. Kim olursak olalım ya erken öleceğiz, ya da yaşlanacağız; maalesef hayatın gerçeği bu.  O günler tahmininizden de hızlı geliyor valla, benden söylemesi!

Acaba sıra bize geldiğinde olacakları düşünmekten mi kaçınıyoruz? Yaşlanma korkusu, genlerimizin öyle derinine işlemiş durumda ki, herhalde yüzleşmekten korkuyoruz. Muhtemelen ölüm korkusudur, yaşlanmanın bizi ölüme yaklaştırdığının bilgisidir bizi bu konuya kör kılan. Botokslarla, anti-aging kremlerle, sağlıklı diyetlerle kandırıyoruz kendimizi; kapitalizm de yangına körükle gidiyor tabii: Sürekli bir gençlik güzellemesiyle, genç kalmanın görsel gereklerini yerine getirerek ve yaşlıları görmezden gelerek yaşlanma korkumuzu aşmaya, kaçınılmaz sonu ertelemeye, ötelemeye çalışıyoruz.

Sürekli bir kandırmaca.

Yaşlanmak suç değil, yaşlanmak kolay da değil. (Açlığın, susuzluğun, savaşların hüküm sürdüğü coğrafyalardakilerin veya ağır sağlık sorunlarıyla boğuşan yaşlıların durumu kuşkusuz çok zor. Bu yazıyı okumakta olduğunuza göre, hedef kitlem sizsiniz.) 

Bahsettiğim, eskisi kadar iyi görememek, eskisi kadar iyi duyamamak, sağlığın kırılganlaşması da değil; bunlar zaten yaşlanmanın doğal sonucu.

Bahsettiğim, her şanslı bireyin süreç içinde evrileceği bu dönem gelip çattığında, sosyal ihtiyaçlarının görünmez hale gelmesi.

Örneğin, gözü eskisi kadar iyi görmeyen, Parkinson nedeniyle parmakları titreyen ama zihni pırıl pırıl babacığım gibi yaşlılar için hafif fakat büyük, iri ve renkli tuşlu cep telefonları neden üretilmez acaba? Neden yaşlıların neşeli - renkli giysiler giymesi yadırganır ve kendileri için üretilmiş gri, kahverengi, bej, siyah gibi dikkat çekmeyen renklere mahkum edilirler? Bu durum acaba psikolojilerini nasıl etkiliyordur? Yaşlı bir kadın niçin kırmızı dantelli iç çamaşırı, yaşlı bir erkek niçin renkli neşeli boksır istemesin ve giyemesin?

Acı bir tahminde bulunayım mı? Çünkü gençliğini yitirmiş kişilerin dikkat çekmesi değil, ortalıkta görünmemesi ve haddini bilmesi isteniyor. Yaşlılığını çocuklarının evine sığınarak veya huzurevinde geçirenlerin karnı doyuruluyorsa, onlara temiz bakılıyorsa sorun çözülmüştür. Yalnızlık çekip çekmedikleri, amaçsızca uzayıp giden, bitmek tükenmek bilmeyen saatlerde sıkılıp sıkılmadıkları, neyle meşgul oldukları üzerine düşünmemeyi tercih ederiz.

Fakat yaşlılığı düşünmemek çözüm değil. Hükumetler emekli maaşlarını sürekli azaltmaya çalışıyor. Oysa ömür uzamakta, yaşlı sayısı artmakta. ABD Nüfus Sayım Bürosu verilerine göre 2050 yılında Türkiye’de yaşlıların sayısının gençlerinkini aşacağı öngörülüyor. Buna rağmen yaşlılıkla ilgili meseleler, sorunlar, yaşlılara güzel bir yaşlılık dönemi yaşatmak, keyifli huzurevleri açmak için kaynak üretmeye çalışmak, en son akla gelen konu.

69 yıl evli kalan annemle babam için yaşlılık, hayatlarının ilginç ve farklı bir dönemiydi. Sonuna kadar hayata bağlı kaldılar, hayata tutundular. Gençlikteki kuralcılıklarını yitirdiler; onları ilk kez yaşlılıklarında dudak dudağa öpüşürken gördüm. Sonuna kadar kitap okudular, yazılar yazdılar. Bizimkiler şanslıydı; biz şanslıydık.

Buna karşılık, sokakta bastonuyla ağır ağır, küçük küçük adımlarla yürüyen babacığımın arkasından alay ederek gülen gençlere tanık oldum. Her hatırladığımda kahrolurum.

Bizim yaşlılığa dair bir bakış açısı, bir perspektif değişimine ihtiyacımız var. Bunu başarabilirsek, yaşlanmak herkes için keyifli bir sürece dönüşebilir.

Sabancı Üniversitesi’nde öğrencilerin tamamlamak zorunda olduğu toplumsal duyarlık projelerinden biri bağlamında iki öğrencim, bir huzurevine birkaç ziyarette bulunmuşlardı. İlk başlarda çok isteksizdiler; farklı proje seçenekleri kapışılmış, huzurevi sonlara kaldığı için onlara dayatılmıştı. Aradan zaman geçti; ara ara odama uğrayıp, huzurevindeki yaşlılarla yaşadıkları ilginç olayları, onlardan dinledikleri ilginç hikayeleri anlatmaya başladılar. Bu projeyi bu kadar seveceklerini hiç düşünmemişlerdi; hayret içindeydiler. Proje tamamlandığında yaşlılara bakışları tamamen değişmişti; orada öyle derin ve sıcak dostluklar kurmuşlardı ki proje tamamlandıktan sonra da huzurevi ziyaretlerini sürdürdüler.  

“Öteki”den -öteki cinsiyet, öteki etnisite, öteki din, öteki ırk, vs- bilinmez olduğu için korkarız. Yaşlılar “öteki” ise, yaşlılık da korku nesnesi ise, hepimize düşen, buruşuk yüzlü birini gördüğümüzde kafamızı öte tarafa çevirmek yerine işte bu, ben’im; benim yakın geleceğim, diye düşünerek kendi geleceğimizin gözünün içine cesaretle bakmak ve o geleceğe içtenlikle gülümsemektir.

Belki o zaman yaşlıların kenara çekilip çenelerini kapamalarını beklemek yerine eşit yurttaş ve eşit birey olarak hakları için, onurlarını koruyarak güzel ve rahat bir yaşlılık geçirmeleri için mücadele etmeye, projeler üretmeye, kaynaklar üzerine düşünmeye başlayabiliriz; bu bizi de rahatlatacak ve özgürleştirecektir.

Bunu sadece kendi geleceğimiz de ihtiyarlığa varacağı için değil; ahlaklı yaşamak böyle gerektirdiği için yaparsak hele, tadından yenmez.  

 

Yorumlar (0)



Bu makaleye ait yorum bulunmamaktadır