Siyasetle çok ilgilenilen, hatta sofralarında (kitaplardan söz edilmiyorsa) münhasıran siyaset ve tarih konuÅŸulan bir ailede yetiÅŸtim. DışiÅŸleri görevlisi babacığım 1917, Åžam / Osmanlı Ä°mparatoluÄŸu doÄŸumluydu; annem de kendi renkli geçmiÅŸinden dolayı ve yapısı gereÄŸi çok meraklıydı tarihe ve siyasete. Çok “vatansever”diler, laiktiler, Atatürk’ün adını bile duyduÄŸunda babam duygulanır, gözleri dolardı. KonuÅŸulanlar, doÄŸal olarak hep devletten ve resmi ideolojiden yana siyasetti: Kürt nedir? Ermeni nedir? diye sorduÄŸunuzda, gerçekte Kürt diye bir ÅŸey yoktu; onlar daÄŸlarda yaÅŸayan Türklerdi; Ermeniler bizi arkadan vurmuÅŸtu, vs. Bu söylediklerine gerçekten de inanıyorlardı.
Ben de siyasetle çok ilgiliyim. Fakat ben, siyasette baÅŸarının sadece ilgi meselesi olmadığına, ayrıca yetenek iÅŸi olduÄŸuna artık inanıyorum. Sanki bazı insanın kafası daha yatkın oluyor siyasete.
Bende ne yazık ki o yetenek veya yatkınlık yok.
Yetenekliler, derin tartışmalara girebiliyorlar; x katliamında ÅŸu siyasetçi ÅŸu tarihte ÅŸu konuÅŸmasında ÅŸu beyanatta bulunmuÅŸtu; y sözleÅŸmesinin ÅŸu ÅŸu maddesi ÅŸu kiÅŸilere yaradı; ÅŸu parti kurnazlık edip baÅŸkanları Mecliste ÅŸu manidar konuÅŸmayı yaptı, sonra iktidar partisiyle kapalı kapılar ardında anlaÅŸtı… Bu ve benzeri konuÅŸmaları aÄŸzım açık, hayranlıkla dinlerim: Bütün bunları nereden bilirler?
Kendim siyasi olayları gün begün kolay takip edemem, dahası hatırlayamam; birileri bana sabırla açıklamazsa olay, durum ve kiÅŸiler arasındaki o sinsi, entrikamsı baÄŸlantıları kolay kolay kuramam, hele tarihleri asla aklımda tutamam! Ä°lgilenmediÄŸimden deÄŸil; yeminle!
Bilmiyorum; belki de zihnimin dağınıklığıyla ilgilidir - roman yazarı olarak sürekli hayal kurma durumum, müzikle ve pek çok hobiye dağılmak, siyaset dışında da pek çok konuya ilgi duymak bunun nedeni olabilir.
Türkiye’de yaÅŸamaya baÅŸladıktan ve hele üniversiteye girdikten sonra, bilgim katlanarak artmaya baÅŸlamıştı, fakat o “siyaset yatkınlığı”nı ne yazık ki hiç elde edemedim.
Ben siyasi görüÅŸlerimi, siyasi cehaletle olsa da, iyi kötü sezgilerimle geliÅŸtirmeye ve yürütmeye baÅŸladım. Bu sayede, aslında hakkında çok az bilgi sahibi olduÄŸum bazı konularda, içinde yetiÅŸtiÄŸim ailenin bakış açısından giderek uzaklaÅŸan, netleÅŸen görüÅŸlerim oluÅŸmaya baÅŸladı.
Etyopya’da geçen çocukluÄŸumda tek bir beyaz arkadaşım yoktu, bütün arkadaÅŸlarım zenciydi, herhalde ben de kendimi zenci hissediyordum. Derken Kopenhag’da gittiÄŸim Katolik ilkokulunda her uyruktan insan vardı; ben tek gayri-Hristiyan öÄŸrenciydim. Ä°ÅŸte ayrımcılığa burada ilk kez uÄŸradım, anlamını bol bol deneyimledim.
Ayrımcılık ve haksızlığa karşı hakkaniyet ve adalet.
Muhtemelen çocukken uÄŸradığım pek çok ayrımcılık nedeniyle bu konularda aşırı duyarlı hale gelmiÅŸtim:
BaÅŸörtülü kızların üniversiteye sokulmaması aileme “doÄŸru” gelirken, beni isyanlara sevketmiÅŸti; sanki bizzat bana yapılmış bir adaletsizlik gibiydi. Siyasi yatkınsızlığımı sollayan sezgilerim, kılık kıyafetinden dolayı bir grup bireyin okumaktan menedilmesinin büyük bir haksızlık olduÄŸunu bağırıyordu. Uykularımı kaçıran bu ses, sonunda beni baÅŸörtülü kızların yürüyüÅŸlerine katılmaya ve baÅŸörtülü kızların yanında konumlanmaya, Merve Kavakçı’nın yanında saf tutmaya zorladı. “Kızım, onlar baÅŸörtüsünü sembol olarak kullanıyorlar”, dendiÄŸinde cevabım hazırdı: “Sembolse ne olmuÅŸ yani, senin Atatürk rozetin de sembol deÄŸil mi?”
Kürt diye gerçekten de ayrı bir halk olduÄŸunu Türkiye’ye döndükten sonra öÄŸrendim. Giderek Kürtlerin sadece “var” olmadıklarını, ayrıca bunun netameli bir konu olduÄŸuna ayıldım: Ankara sokaklarında yüksek sesle söylemeye cesaret edemeyeceÄŸiniz iki kelime vardı: Biri Kürt, diÄŸeri komünist. Direkt hapsi boylayabilirdiniz.
Ve Leyla Zana krizi: Kürt meselesi konusunda pek bir bilgim yoktu o dönemde, ama ailece televizonda canlı izlediÄŸimiz yemin töreninde genç bir kadının, bende hayranlık uyandıran bir cesaretle Mecliste kendi dilinde yemin etmesinin engellenmeye çalışılması beni dehÅŸete düÅŸürmüÅŸtü. Leyla Zana’ya neden “illa da Türkçe” diye öfkelendiklerini, Kürtçenin neden bu kadar tepki uyandırdığını anlayamıyordum.
Adalet ve hakkaniyet, aslında “düz mantık”tır; ayrım yapmaz, kimliÄŸe bakmaz. Âdil duruÅŸ, insan, olay ve durumları “bizden” veya “ötekiden” diye deÄŸerlendirmez; biz ve öteki yoktur çünkü. Herkes eÅŸit insan. Ama herkes.
Türk, Kürt’ten de, kimseden de üstün de deÄŸildir, eksik de deÄŸildir.
Laiklik veya dindarlık, toptancı bir bakışla kabul veya reddedilmesi gereken birer “paket” deÄŸildir adil insan için, hatta bu tür tanımlar bile bulanıktır; o pakedin içindeki durumlara, olaylara, kiÅŸilerin davranışlarına, yapılanlarına tek tek bakılır, her biri için ayrı ayrı karar verilir. Bazı davranışı desteklersiniz, bazısına karşı mücadele edersiniz. “Kimlik” denen ÅŸey, sadece paketin ambalajıdır, önemsizdir. Adil insan bu yüzden bütün -izm’leri, -cılık’ları da reddeder çünkü onlar da insanı ÅŸu veya bu gözlükten bakmaya itekleyen ambalajlardır.
ErdoÄŸan Türkiye tarihinde ilk kez “Kürt” kelimesini telaffuz etmiÅŸ, Kürt meselesini tanımıştı; barıştan bahsediyor, barış için masaya oturmaktan söz ediyordu. Daha öncekiler “Kürt” lafını ağızlarına bile almamışlardı. ErdoÄŸan nasıl desteklenmezdi? Kendi “mahallem”deki yakınlarımı ve dostlarımı karşıma almak pahasına o dönemde ErdoÄŸan’ı savundum: Yıllardır “bizimkiler” yönetti ve ÅŸuraya bak, memleketi savaÅŸ alanına çevirdiler; biraz da “onlar”a ÅŸans verelim; hem onlar dindar insanlar, Allah korkusu nedeniyle muhakkak vicdanlı davranırlar.
“GülayÅŸe, inanma onlara!”
Ama iÅŸte, âdil insansanız, niyet okumazsınız. Niyet okumak demek, suç iÅŸleme ihtimalini düÅŸünerek suç iÅŸlememiÅŸ bir kiÅŸiye ceza vermek deÄŸil midir?
Kendimi son yıllarda ne kadar kandırılmış hissettiÄŸimi tahmin edebilirsiniz; yine de o dönemde niyet okumamakla hâlâ doÄŸru olanı yaptığımı düÅŸünüyorum. ErdoÄŸan’ı tanımıyorduk ki. Ya gerçekten barış masasına oturmuÅŸ olsalardı, el sıkışsalardı, içinde “Türk” lafı geçmeyen, herkese eÅŸit yurttaÅŸlık haklarını tanıyan harika bir yeni Anayasa hazırlasalardı? Bugün insanların kaçma yollarını aradığı deÄŸil de, Norveç’ten insanların göç etmek için can attığı bir ülkeye dönüÅŸmüÅŸ olsaydık? O zaman mesela “yetmez ama evet”çiler lanetle deÄŸil, kahraman olarak anılmayacak mıydılar?
Siyasete ilişkin yaklaşımımı sanırım anladınız.
Filmi biraz ileriye sarayım, bugüne geleyim:
Sezgiye falan gerek yok; tablo çok net: Bu coÄŸrafyada atalarıyla yüzyıllardır yaÅŸamış, benden bile daha “buralı” insanlara onyıllardır zulmediliyor. Fransa’nın vaktiyle Cezayir’e yaptıklarından, veya Amerikalıların kadim yerlilere yaptıklarından farksız, bu insanların kültürü, anadili, o harikulade müzikleri onyıllarca yasaklandı (Ermenilerin, Rumların akıbetine; Alevilere deÄŸinmiyorum bile). Türküm demek, bence hiç de “mutluluk” duyulacak bir ÅŸey deÄŸil; en azından ÅŸimdilik, mutluluk duyulacak herhangi bir performans sergilemiÅŸ deÄŸiliz. Kürtler ancak Kürtlüklerini inkar ederlerse yükselebildiler. Kürtlerden hep nefret edildi – niçin? Åžiddete, iÅŸkenceye, katliamlara maruz bırakıldılar – niçin? Zorla, dayaklarla o güzelim Kürtçelerini bırakarak (ki karşılaÅŸtığım en elegan dillerden biri) Türkçe öÄŸrenmeye zorlandılar – niçin? Kanada gibi, Türkiye de iki resmi dilli, huzurlu bir ülke olamaz mıydı?
Hele çocuklar… Batılı çocuklarımız (bazıları, tabii) el üstünde tutulurken DoÄŸulu çocuklarımızın (hepsi!) maruz kaldıkları envai çeÅŸit travmalar – köy boÅŸaltmaları, zırhlı araçlar, bombalar, okullarda yaÅŸananlar… Bu coÄŸrafyanın çocuklarına kendimizi nasıl affettireceÄŸiz?
Bütün bunları görmek için özel bir siyaset yatkınlığı veya yeteneÄŸi gerekmiyor, sezgi bile gerekmiyor, akıllı olmak bile gerekmiyor.
Esas korkuncu da Batıda yaÅŸayan pek çok okumuÅŸ, “aydın” kiÅŸinin, DoÄŸuda olup bitenlerden tamamen, ama tamamen bîhaber olması: “A a! Ne dertleri varmış ki Kürtlerin? Onlar her zaman mutlu mutlu yaşıyorlardı iÅŸte.” Evet, bu cümleyi geçen sene duydum.
2019 yılında Mardin, Van, Diyarbakır belediyelerine ilk kayyım atamasıyla bütün ülkede kıyametler kopmalıydı. Bütün ülke, doÄŸusuyla batısıyla karşı çıksaydı, diÄŸer atamalar çorap söküÄŸü gibi takip etmeyebilirdi. Hakkıyla seçim kazanmış tam 65 belediyenin 59’una kayyım atandı! Niye? Kürt oldukları için! Ama suskun Batı, suskun Batı öÄŸrencileri ilk olarak ne zaman kıyameti koparttı? BoÄŸaziçi Üniversitesine kayyım atandığı zaman! Özür dilerim, ama bu, ne âdil, ne de hakkaniyetli bir duruÅŸ.
Kendi haklarını, kendi alanını herkes korumak ister; bunu diÄŸer pek çok canlı türü de yapıyor. Asıl marifet, baÅŸkasının hakkını korumak. Hakkı yenenle dayanışmak, icabında kendi mahalleni karşına almak pahasına.
Kayyım deyince, oyun oynarken hile ve mızıkçılık yaparak küçükleri ezen, kaybetmeye tahammülsüz, iriyarı zorba oÄŸlan çocukları geliyor gözümün önüne. Bu çocukların adalet duygusu hiç mi yoktur? Veya içlerinde hiç mi birileri, “ya arkadaÅŸlar, n’apıyoruz, yazık bunlara, oyunu hakkıyla kazanmışlardı” falan demez?
Neyse, sadede geleyim:
Türkiye’nin düzlüÄŸe çıkmasını engelleyen üç fay hattı var: Etnisite, cinsiyet, inanç. Bugün konum etnisite: Kürt Türk meselesi hallolmadan, Türkiye’nin demokratik bir ülke olması da mümkün deÄŸil. Yeterince kan dökülmedi mi? Yeterince evlat acısı çekilmedi mi? Ekonomik olarak düzlüÄŸe çıkması da mümkün deÄŸil: Halkın yoksullukla, gençlerin iÅŸsizlikle, herkesin enflasyonla boÄŸuÅŸtuÄŸu ülkemizde, güvenlik politikalarından dolayı 40 yıldır, yılda 100 milyar dolar, bütçemizin yaklaşık yüzde 1’i, dolaylı kayıplarla birlikte silahlı çatışmalara, savaÅŸ harcamalarına ayrılıyor! O paralarla gençlerimize ne istihdam yaratılabilirdi, memleket nasıl cennet haline getirilebilirdi! .
Yine iri oÄŸlanların bir mızıkçılık eseri olarak Selahattin DemirtaÅŸ neredeyse 6 yıldır –daha yüzlerce masum insan gibi- hapiste. HDP de, DemirtaÅŸ da hep terör ile özdeÅŸ tutulageldi.
DemirtaÅŸ terörist falan deÄŸil. Akıllı, olgun, net konuÅŸan, ÅŸiddet ve ölüm karşıtı bir siyasetçi. Artık standartımız olan, esip gürleyen, asık suratlı, mizah duygusundan yoksun, çocukluÄŸu, ÅŸakalaÅŸmayı ve kahkaha atmayı unutmuÅŸ siyasetçilerden deÄŸil. DemirtaÅŸ, taze bir soluk.
DemirtaÅŸ’ın son açıklamalarından ve Murat Sabuncu ile söyleÅŸisinden:
“HDP, PKK’nin uzantısı, sözcüsü ya da destekçisi deÄŸildir. PKK ile bir bağı yoktur. Bunu Türkiye kamuoyuna anlatabilmemiz gerekir.
Demokratik siyaset yürüten bir partinin silahlı bir örgütle bağı olamaz.”
“SaÄŸ partilerin hiçbiri Türkiye partisi deÄŸilken HDP tam bir Türkiye partisidir. Çünkü Türkiye tek bir etnik kimlikten de tek bir inançtan da oluÅŸmuyor. Bu açıdan HDP, temsil yönüyle Türkiye’deki her kesimi kapsıyor.”
Düz, basit mantıkla bakınca, bundan daha gerçek bir cümle olabilir mi?
“HDP’nin Kürt sorununa bakışı da çözüm önerileri […] askeri operasyon deÄŸil, diyalog ve müzakeredir. Diyalog ve müzakerenin yegane çözüm yolu olduÄŸunu da topluma iyi anlatabilmek gerekir.”
“…bize yönelik saldırılar yoÄŸun ve acımasızdır diye öfke dilini asla kullanmamalıyız, siyasi intikam duygularına kapılmamalıyız. [SertleÅŸmek] yerine demokratik meÅŸru mücadele zemininde kararlılıkla direnmeliyiz.”
DemirtaÅŸ, silah ile siyasetin birarada olamayacağını, devletin de PKK’nin de silahları bırakması gerektiÄŸini söylüyor.
Ben de bu silah bırakma çaÄŸrılarını son derece önemli, deÄŸerli ve samimi bulanlardanım.
Bu nedenle, siyaset yatkınsızlığım ama sezgilere dayalı düz mantığımla,
“HDP yetkililerinin de defalarca belirttikleri gibi, sorunlarımızın hukuk ve demokrasi içinde çözümünü ve toplumumuzun bütün farklılıklarıyla 'barış içinde birlikte' yaÅŸamasının saÄŸlanmasını amaçlayan, 6'lı masa liderleri baÅŸta olmak üzere, tüm siyasi partileri, tarafları ve herkesi, bu yoldaki barışçı ve birleÅŸtirici açıklama ve giriÅŸimleri desteklemeye çağırıyoruz. Kamuoyunun bilgi ve deÄŸerlendirmesine saygı ile sunarız.”
diyen metne ben de imzamı attım işte.
Misafir