Makam, mevki, güç, iktidar gibi dünyalıklar bazen gerekebilir. Bunlara talip olmak veya bunları elde etmek arzulanabilir. İhtiyaç haline de gelebilir. Bunda yadırganacak bir durum yoktur.
Sorun, dünyalıkların esiri olmaktır. Yetkisini ve haddini aşarak gücü kendinden bilenler esas olarak gücün kölesi olduklarının farkında değiller. Ölünün hayatta olduğunu zannederek başını kaldırdığında lahit taşına çarpmasıyla öldüğünü bilmesi misali azgın yöneticiler, iktidar ve güç sahipleri de ellerindeki yetki ve gücü kaybettiklerinde ancak gücün kölesi olduklarını anlayabiliyorlar.
İnsanın azgınlaşması sadece yönetimdeki kötü uygulamalarından dolayı değildir. Kendisini dokunulmaz, sorgulanmaz ve müstağni görmek de azgınlık hali sayılır. En önemlisi de iktidardan hiç gitmeyecek, yetkilerini ve makamını hiç kaybetmeyecek gibi aşırı davranmaktır. Oysa iktidar, yetki, makam gibi dünyalıklar geçici birer emanet hükmündedir. Her insan emanet yüküyle dünya yolculuğuna başlar. Erdemli, ahlaklı, adil ve ehil insanlar için bütün imkanlar, makamlar, yetkiler geçici olarak görülür ve hesabını bir şekilde vereceğine inanır. En azından vicdanıyla hesaplaşacağını bilir.
Ne yazık ki Müslüman olarak bizler bunun örneklerini ancak tarihte ve birkaç şahsiyetle gösterebiliyoruz. Yakın tarihte, özellikle de günümüzde verebileceğimiz bir örnek yoktur. Adına “Müslüman devlet” denilen ülkelerin hiçbirisinde hukukun üstünlüğü söz konusu olmadığı için adil ve ahlaklı bir yönetimden ve yöneticilerden de söz edilemez.
Esas trajik olan Müslümanlık iddiasını önceleyen kesimlerde bu hassasiyetin neredeyse hiç olmamasıdır. Müslüman devlet başkanları, krallar, cumhurbaşkanları, bakanlar, politikacılar, yöneticiler, parti liderleri için makam ve güç vazgeçilmez olduğu gibi geçici olduğu da unutulmuş gibi davranışlarına yansıyor. Çünkü hiç ölmeyecekmiş gibi makama, iktidara sarılırlar. Gurur ve kibirlerini de kutsal söylem ve ibadetlerle örtmeye çalışırlar.
Osmanlı saltanat geleneğinde padişah Cuma namazı için Ayasofya camisine giderken ve dönerken Saray Ağaları ve Yeniçeri ’den bir bölük asker iki tarafta saf tutup “Mağrur olma padişahım! Senden büyük Allah var!” diye bağırarak padişahı uyardıkları anlatılır. Kimi çevrelere gör bu uyarıyla padişahın gurur ve kibirden uzak kalması amaçlanırmış.
Böyle olduğunu düşünmüyorum, çünkü bu uyarıyla gurur ve kibirden vazgeçmiş bir padişah yoktur. Bu gösterişin hamaset ve riyakarlık içerdiği açıktır. “Senden büyük Allah var!” denilerek Allahtan sonra en büyük varlığın kendisi olduğunu haykırdıkları ortadadır. Kendisini “yeryüzünde Allah’ın gölgesi” saymaktan daha gururlu, kibirli ve ilahlaştıran anlayış ancak Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu gören bir anlayışla kıyaslanabilir. Bunu tevazu ve fazilet olarak görmek veya göstermek cehalet ve gaflet değilse, delalet ve zillettir.
Özellikle siyaset ve yönetimde Emevi Müslüman riyakarlığının günümüze kadar nasıl devam ettiğini, siyasi liderlerin, mevki, makam ve yetki sahibi olanların tavrında açıkça görülmektedir. Dini ritüelleri dahi gösteriş ve riya içermektedir. Bu riyakarlığı İslam kisvesiyle örtüklerini sanırlar. Bilmezler ki riyakarlığın olduğu yerde ahlak, ahlakın olmadığı yerde de İslam yoktur.
Hayyam’ın şu dizeleri hepimiz için bir ders niteliğindedir:
Ey kör!
Bu yer, bu gök, bu yıldızlar, boştur boş!
Bırak onu bunu da gönlünü hoş tut hoş!
Şu durmadan kurulup dağılan evrende
Bir nefestir alacağın, o da boştur boş!
--
Niceleri geldi, neler istediler
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler
Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi?
O gidenler de hep senin gibiydiler.
--
Misafir