Türkiye’de merkez sağ siyaset iki ana sütun üzerine oturmaktadır. Bu iki sütun birbirinin tam zıddı kavramları içermesine rağmen, merkez sağda yer alan bir siyasî oluşumda -farklı zamanlarda da olsa- aynı anda bulunabilmektedir. Bu sütunların ilki “özgürlükçü gelenek” olarak adlandırılabilir. Bu geleneğin kurucu öğesi demokratik rejimin değerlerinin yani hukukun üstünlüğünün, insan haklarının, siyasî özgürlüklerin ve basın özgürlüğünün politik konumlanışın merkezinde yer almasıdır.
İkinci sütun ise “otoriter milliyetçi gelenek” olarak adlandırılabilir. Bu gelenek, iç ve dış düşmanların yarattığı (çoğu kez abartılan) tehlike karşısında, milli birlikteliğe yapılan vurguların yükseldiği ve bu bağlamda parti ile devlet arasındaki farkın silikleştiği yani demokratik reflekslerin azaldığı bir siyaset anlayışıyla mündemiçtir.
Birbirine taban tabana zıt bu iki geleneğin merkez sağda yer alan bir siyasî oluşumda birlikte var olabilmesi, esasen siyasî oluşumun iktidara olan mesafesiyle yakından ilişkilidir. Zira çokça söylendiği üzere, liberal değerler muhalefette iken, siyasal iktidarın baskısına karşı bir şemsiye görevi görmekte, aynı zamanda iktidarın politikalarını eleştirmek için kullanılan konu başlıklarını teşkil etmektedir. Ancak muhalefette iken sözü edilen evrensel liberal değerleri parti politikalarının odağı yapan oluşumların iktidar olduktan sonra bu değerleri kolayca ikinci plana atması bir vakıadır.
Yukarıda çizilen çerçevede, muhalefette ve iktidarda iki farklı sağ siyasî geleneği aynı parti çatısı altında temsil eden iki esaslı örnekten söz edilebilir: Demokrat Parti (DP) ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP). Çok detaya girmeden söylenecek olursa, DP 1946-1950 döneminde sıkça vurguladığı batılı demokratik değerleri, iktidarının ilk döneminde olmasa da, ikinci döneminden sonra peyderpey bir kenara bırakmıştır. Hele ki 1957 seçimlerinden sonra siyasî özgürlükleri daraltma girişimi ve bu münasebetle muhalefeti baskı altına alma faaliyetleri had safhaya ulaşmıştır. Öyle ki, 1950 seçimlerinde, tek parti dönemi CHP’sinden bıkmış ya da en azından yüz çevirmiş (milliyetçi, muhafazakâr, solcu, liberal) tüm çevrelerin desteğini alabilmiş DP, 1957’den sonra bu kesimlerle tüm bağlarını koparma noktasına gelmiştir. DP’den farklı olarak, AKP’nin muhalefette geçirdiği zaman dilimi sınırlıdır. 2001’de kurulan parti, 2002’nin son aylarında yapılan genel seçimlerde tek başına iktidara gelmiştir. Ancak AKP’yi içinden çıkmış olduğu Millî Görüş hareketiyle birlikte değerlendirdiğimizde, bu tablo farklı hale gelmektedir. Zira Refahyol hükümetinin demokratik usullerin dışına çıkılarak -darbeyle- iktidardan indirilmesi sonrasında AKP’yi kuran aktörler Refah Partisi (RP) ve Fazilet Partisi üyeleri olarak (FP) muhalefette yer almıştır. Özellikle FP’de yenilikçiler adıyla anılan grupta yer alan AKP’nin önde gelen kurucuları bu dönemde liberal değerlerle flört etme süreci yaşamışlardır. FP içinde yakalanan ivme ile kurulan AKP, yenilikçilerin flört ettiği kavramları -iyimser tabirle- ‘içselleştirme’ ya da -kötümser ifadeyle- ‘adapte etme’ yoluna girmiştir. Bu bağlamda iktidara gelen AKP’nin ilk iki dönemi -askeri vesayet rejiminin kalıntılarının da etkisiyle- görece evrensel değerlerin ön planda yer aldığı bir dönem olarak tanımlanabilir. Ancak özellikle 2011 genel seçimlerinden itibaren, DP’nin 1957 seçimleri sonrasına benzer eğilimler göstermeye başladığı artık neredeyse tüm kesimler tarafından kabul edilmektedir.
Şimdi gelelim, uzunca bir dönem AKP’de siyaset yaptıktan sonra partiden ayrılan Ali Babacan’ın liderliğinde kurulması muhtemel yeni partiye. Ali Babacan’ın liderliğinde kurulması muhtemel partinin merkez sağın yeni aktörü olabileceği güçlü bir ihtimal olarak belirmiştir. Peki yukarıda çizilen teorik çerçeveye göre Babacan’ın partisi hangi gelenek içinde konumlanabilir? Bu noktada, henüz kurulmamış ve tüzüğü-programı yazılmamış bir parti için bu irdelemenin aceleci olduğu düşünülebilir. Halbuki Babacan’ın AK Parti’den istifasını kamuoyuna duyurduğu kısa mektubundaki satır araları okunduğunda böyle bir irdeleme yapılması için gereken donelerin mevcut olduğu görülebilir. Hatta Babacan’ın düşüncelerini açıklarken seçtiği kelimeleri alt alta yazdığımızda bile bir fikre varmak mümkündür.
Babacan mektubunda özetle, dünyanın hızla değiştiğini ve Türkiye’de “bambaşka beklentileri olan yeni bir kuşak” belirdiğinin altını çizmektedir. Bu sebeple kendini güncelleyemeyen eski partilere mukabil, “bembeyaz bir sayfa” ve “yeni bir vizyon” ihtiyacı olduğu tespiti yapılmaktadır. Bu bağlamda “doğru analizler”, “yeniden düşünülmüş stratejiler”, “yeni plan ve programlar” gerektiğinin altı çizilmektedir. Bu bağlamda “geniş bir çevreyle istişareler yürütüldüğü”, “ahlaki ve toplumsal sorumlulukla” hareket edebilecek birçok insanla temas kurulduğu ve son kertede “ortak akla” önem veren “temsil gücü yüksek” geniş bir kadronun “tarihi sorumluluğu” yüklenebileceği bir atmosferin zuhur ettiği ortaya koyulmaktadır. Bu hedeflere ulaşmak için ise “insan hakları, özgürlükler, demokrasi ve hukukun üstünlüğü” kavramlarının temel alınacağı ifade edilmektedir.
Buradan açıkça anlaşılmaktadır ki, Ali Babacan’ın kuracağı parti, merkez sağda “özgürlükçü gelenek” içinde yer almaya namzettir. Ne var ki -iktidar olup olamayacağı sorusu bir kenara bırakılacak olursa- bu partinin başarısının kısa ve orta vadede benimsediği değerleri, uzun vadede sürdürebilmesine sıkı sıkıya bağlı olduğu söylenmelidir. Bir başka ifadeyle, partinin siyasî ömrü veya Türk siyasal hayatında bırakacağı iz, bu değerleri içselleştirmesiyle doğrudan ilişkilidir. Yani hukuku ve yargı kurumlarını ayak bağı olarak görmemek, liyakat ilkesinden vazgeçmemek, liberal demokratik usulleri koşulsuz gözetmek gibi temel prensipleri siyaset anlayışının odağına yerleştirmesi ve bu değerleri (muhtemel) siyasi muarızlarına göre eğip bükmemesi kalıcı ve başarılı bir parti olabilmesinin temel koşulları olarak sayılabilir.
Misafir