24 Mayıs 2025


Siirt, Ciwan Haco ve Babamın Stranı



Faik ÖCAL

A- A+

 

Saat tam 20’de varıyoruz Kurtalan’a. Akşamın gri maviliği düşmüş ilçenin üzerine. Bunun eskisiyim, bütün bir geçmişim bu gri maviliklerin devamı. Aynı boşluk kesiyor nefesimi, düşüyor karın boşluğuma.

 

Sivas’ın o köyünde o lojman griliğinde babamın sesiyle yalnızlığımı dolduruyorum, hayatıma bir mana, yön vermeye çalışıyorum. Yerimden yurdumdan ayrılmışım, üzüntüm büyük, öfkem şiddetli. Bir dağ başında gün dolduruyorum. Günler zor geçiyor. Kendimi kitaplara veriyorum. Aralıksız kitap okuyorum, kendimi perişan edercesine kitap okuyorum. Acımı ve üzüntümü unutmak istiyorum. Ciwan Haco’nun Can’ını dinliyorum, aynı ağaçların altında. Hayatımın en zor zamanları. Kışın en zor zamanlarında, ortasında çıkıp gidiyorum o köyden, o lojman griliğinde, o dağ başından. Bir daha da dönmek istemiyorum. Dönmedim de. Ama işte duyduğum seslerden çıkan hüzünler beni o günlere götürüyor. Bağlandığımı hissediyorum. Sonra çözüldüğümü, geri döndüğümü. Nasıl oluyor böyle. Mekanlar zaman içinde kaybolup gidiyor.

 

Kaderim ağlarını örermiş, ben Yusuf’umu ararmışım, dünya kuyularında, ahret yollarında. Bilmezmişim. Pek gafil, pek cahilmişim. Bildiğimde aşkın karanlık yüzüne uyandım, yaşadıklarımı hayra yormaya çalıştım, Hicaz’ı kalbimin merkezine yerleşmiş buldum. Nasıl olmuştu? İşte aynı yollar, aynı sözler: Te çi bi serê min kir! Te çi bi soza me kir.

(Sen ne getirdin başıma, sözümüze ne yaptın!) diyor Ciwan Haco.

Kaderimde Yusuf’umla karşılaşmak varmış. Yusuf ve Züleyha kıssasını kendimce yaşamak, insan olmak, uzak kalmak, vurmak, vurulmak, düşmek, düşürmek, yaralanmak. Zaman su gibi akarmış. Bildiğini okurmuş. Dağların eteğinde bir başıma yaşarken zirvelerde uçan kuşlara öykündüm, dağ başlarında yaşayan kartallar gibi olmak istedim. Hür ve kendi. Sınır boylarında mültecilerle. İnmez artık kuşlarım düz ovalara ve eski yalnızlığımı hatırlatıyor hep mülteciler. Bir şeye benzemeyen, bir yere konmayan, oturup kalkmasını bilmeyen, hırçın, hoyrat, garip ve tuhaf yalnızlığım.

 

Özledim Muş ovasını, Pervari bulutlarını, Vartolu yol ayrımlarını. İşte her başlangıçta kayboluyorum, ağzımı açıp da tek bir kelime edemiyorum. Düşmüş arkadaşım buraya yaralı bir kuş gibi, çırpınıyor duruyor. Görüyorum, hiçbir şey yapmıyorum. Yapılacak hiçbir şey yok, çünkü konuşan kaderdir. Çoktandır biliyorum artık, kaderin konuştuğu yerde insan susar, dinler. 

 

Değişen hiçbir şey yok, muhabbetlerin külleri dahi aynı, tepkiler aynı, sağduyular aynı, oyunlar aynı, acılar, umutlar aynı. Sabahçı adımlar geceye kalmadan yorgun düşmüş, bitmiş, yarı yolda kalmış. Nedense yangında ilk kurtulacak hep başkası oluyor. Kimse dönüp kendine bakmıyor, yangınlar mı sahte, insanlar mı kör, ihanetçilerin hep ‘öndeki’ fedakarların arasında çıkması tesadüf mü, müebbet cezalar çekilmiş iç hayat hücrelerine, dışarıda ayakta kalma telaşı, acılardan, açmazlar ve çıkmazlardan saçlar tutuşmuş, yanmış, sonra sönmüş, nihayetinde kül olmuş. Gün bitmiş çok şükür, sabaha Allah kerim.

 

Arkadaşın evine geldik, gecenin bir vakti. Acılarımızı ve umutlarımızı sofraya döktük, demli bir çayın eşliğinde zamanın iki yakasından hayatlarımızı temaşa ettik, hesabını çıkardık, içerde miydik, dışarıda mıydık? Esefle gördük ki içerideydik. Ses etmedik. İkimizin bildiği gerçeği tekrar dile getirmenin bir anlamı yoktu. Ki dillendirmek daha çok yayacaktı canımızı. Biz biraz dinlenmek istiyorduk. Sonra sabah, günün ilk ışıklarıyla hayat yolculuğumuza kaldığımız yerden devam ettirmek istiyorduk, farklı istikametlerde, farklı coğrafyalarda.

Tutamadık kendimizi. Şunu anladık. Acılarımızı deşe deşe, artık acıyı hissedemiyoruz, biz hepimiz ayrı ceza evlerinde dünya sürgünlüğümüzün dolmasını bekliyoruz. Arkadaşım 20-25 seneden daha fazlasını söylemiyor. Çeyrek asır demek bu. Zindan zindan içine kapaklanmış, içeride zaman ruhuma çizikler atmakta. Kaç asırlık çizik, kaç ton çizik cezam var. Sorularının cevabını alamıyoruz.

 

Karanfil Çayevi’nin önünde yaptığımız Şark usulü kahvaltı güzeldi gerçekten. Otlu peynir, zeytin, sıcak pide, domates, kavun. Yola devam etmek için müspet tesir yaptı kahvaltı.

Arkadaşımla ilçe otogarına geldik. O Batman’ın yolunu tuttu, ben Siirt’in yolunu tuttum.

Bütün saatlerim Siirt’e kurulu… Öğle namazına bir saat var. Namazı kıldıktan sonra Van’ın yolunu tutacağım inşallah.

 

Parktayım. İnsanlarımın tam ortasında. Ne olmuş insanlarıma böyle. Ne oldu bize böyle, içeriden vurulmuş, dışa savrulmuş bu insanlar. Yaralarını nasıl tedavi edeceklerini bilmiyorlar. Yaralarını görecek gözleri, soracak evleri yok. Şehrin merkezinde toplanmış bütün suretler, her surette bin kopya. Çıldırasıya tutulmuş bu insanlar. Biz nasıl bu hale düşük. Evvela biz buna sebep olduk, müsaade ettik, sustuk, susturulduk.

Arkadaşım bana ayna oldu, onun boşluklarında gördüm kendimi. Tek başıma bilmediğim ülkelere gitmek, meçhul diyarlara yelken açılmak, herkesin harcı değilmiş. Onlarla alay ettiğimi sanıyorlar, inanmıyorlar. Hepsi aynı şeyi söylüyor: Git evinde otur. Oturacak bir evim var mı? Sonra ben bu dünyaya oturmak için gelmedim ki. Hep ötelerde olan hakikati aramak için geldim. Ve çoğu zaman hakikat oturduğu yerde aranmaz. Anlamıyorlar, benim yolculuğum hep hareket olan dönemin bir parçası, mahsulü. Bizde mahsulü kaldırıp hesap yapmak için durulur, bu an dahi beklemek yoktur, geçmişim hesabı yapılıp yeni yolculukların hazırlıklarına başlanılır, temelleri atılır, hayalleri kurulur.

Geçmişi olmayan hiçbir yolculuk yoktur. Göçmen kuşlarının kanatlarında eskilerin hatıraları bir tarafta, yenilerin hayalleri bir tarafta. Denge böylece sağlanır. İnsandık hep hayatın içinde ve göçmen kuşlarına öykündük ertelenmiş zamanlarda, uzak kıyılmış düşlerde.

Babamın sesi geliyor kulaklarıma babasına duyduğu özlem içinden.

 

“Barda barda reiso barda

Xwedê derdek şandiye navbera çile û xilefê merdê.”

“Bırak reis bırak, Allah bir dert göndermiş zemheri soğuklar ile mart arasında” diyor babam. Reis dediği, özlediği yere göğe sığdırmamacasına, babası, biricik ağrısı, sırtını dayadığı dağı. Babası ölünce öylece ortalık yerde kaldı babam. Kaç defa ağladığını gördüm babamın hep bu şarkıyı söylediğinde. Bütün bir içiyle inlediğini, babasını özlediğini, babasını geri getirmek için her şeyi yapmaya hazır olduğunu.

Babam hayatta bir tek babasını sevdi. Bir başkasını sevmiş olsa bile babası kadar sevmedi. Bir başkasının sevgisi küçük bir taş, babasına olan sevgisi koca bir dağ; fark o kadar büyük. Aradığı, özlediği hep babasıydı. Bütün ağıtlarda babasının yasını tuttu. Bütün şarkılarda babası adeta cisimleşmişti ve bu şarkı babası için yazılmıştı. Bu yüzden babam en çok bu şarkıyı dinlerken kendinden geçer, hatıralar alemine dalıp gider, kaybolur geçmişin bir yerlerinde. Öyle bir kaybolur ki bir daha bulunmak istememecesine. Bir daha bulunmak, o acıyı bir daha yaşamak: “Dağ gibi babam nasıl da devrildi gözlerimin önünde, hiçbir şey yapamazdım, çünkü dağ üzerime devriliyordu, ben babamın ölümüyle paramparça oldum, savruldum.”

Babam sadece bu şarkıyla babasına yakınlaştıkça, babasını geçmişin sararıp küllenmeye başlayan hatıraların içinde çekip çıkardı. Sözleriyle, hikayesiyle, manasıyla çok ağır bir şarkıdır aynı babamın babası gibi, ölüm gibi, kaybetmek gibi, bir daha dönülmeyeceğini bilmek, kesin ve keskin, acı ve imkansız. Yıkılan bir dağ bir daha asla eskisi gibi olmaz.

Stran, asıl Xelilê Mastê üzerine söylenmiş. Babam ustalıkla bu isim yerine kendi babasının ismini, arkadaşlarını, aşiretini, yani devrini ikame etmiş. “Hasê Hamê Zevê, Îvê Memî Sanê, Usê Memê Sanê” ve diğerleri. Biri akraba, diğerleri babamın amcası, babamın babası. Babam bu amcasını kaybedince çok üzüldü. Amca, baba yarısı demekmiş. Sanki babasından geriye kalan son hatırlarını da yitirmişti babam, amcasını yitirince. Nerdeyse on beş oluyor. Az zaman değil. Birçok tanıdığın ardı ardına öldüğü yıllar, iki binli yılların hemen başları. Sonra hep acı ve yalnızlık oldu. Babam kendini ağıtlara vurdu, teselliyi Kürtçe stranlarda aradı. Ama ölüm her geçen gün onun acılarını derinleştirdi, yalnızlığını büyüttü. Nedense babam kaybettiklerine yakınlaştıkça, zamanla aralarındaki mesafe kapandıkça stranların gölgesine sığmaz oldu.

Buna rağmen dinliyorum, yaşıyorum, yazıyorum. Seneleri senesi babamın babasına hapis olmuş sesini dinlediğim bu yeri, bu zamanları, bu havayı unutabilir miyim? Acıya sebep olan araçlar kaybolup gitse bile acının kendisi iziyle beraber hep kalıyor içinde bir yerlerde, kalıcı oluyor. Belki de bir gün bizden birisi, yine bu stranı dinler ve bizden birisinin ismini ustalıkla babamın isminin yerine geçirir babamın yaptığı gibi. Önemli olan aynı yatakta, aynı melalle akmaktır, sonsuzluğun iki yüzü içinde geçip gitmektir. 

 

Yorumlar (0)



Bu makaleye ait yorum bulunmamaktadır