19 Mart 2024


Korkular ve Kör Noktalar: Sakatlık, Cinsellik, Kopuk Dünyalar



Gülayşe Koçak

A- A+

Kasıklarından itibaren iki bacağı eksik, Türkiye sokaklarında olsa olsa dilenirken rastlayabileceğimiz bir sakat[1] adam, tekerlekli sandalyesinde, pasaport kontrolünde görev yapmaktaydı.

Oslo havaalanında pasaport kuyruğunda, buydu beni karşılayan Norveç.

Şehre vardım, opera binasının önündeki meydanda yeni bir şok: Sanki o gün sakatlar bayramı! Her yer, ama her yer sakat dolu! Kalabalığın içinde, meydan kafelerinde dondurma yiyen mongoloidler, serebral palsililer, oyun parkında oradan oraya neşeyle koşturan çocukların arasında tekerlekli sandalyeli, habire kahkahalar atan 5-6 yaşlarında sarışın kız…

Afalladım.

Çernobil etkisi mi? İlk aklıma gelen, bu oldu: Norveç’te bu kadar çok sakat olması akıl alır gibi değildi! 

Ansızın, Sosyoloji ders kitaplarımdan birinden aklımda kalmış bir bilgi kırıntısı canlanıverdi zihnimde: Türkiye nüfusunun %12,5’i sakat!

Ve işte o an kafama dank etti: Norveç’in sakatları “sağlam”larla birlikte sokaklarda, iş’te, eğlencede, aktif hayatın içinde; bizimkilerse evde!

Sonradan google’ladım: Türkiye’de engellilerin %60’ı ilkokuldan sonra okulu bırakıyormuş, oysa bu oran, örneğin İsveç’te %11 imiş (Norveç’i bulamadım).

Oslo’nun bütün belediye otobüsleri “diz çökebilen” tipte: Tekerlekli sandalyeli her birey belediye otobüsüne binebilir; bir düğmeye basmasıyla birlikte otobüs hafif alçalıyor ve minik bir rampa ortaya çıkıyor.

Kırsalda ise devlet, talep üzerine köye veya kasabaya bu tür bir otobüs tahsis edebiliyor; edemiyorsa engellilerin bütün taksi masraflarını karşılıyor.

Bütün ülke, rampalarıyla vs., engellilerin toplumsal hayata rahatca katılım sağlaması amacıyla tasarlanmış.   

* * *

“Kör nokta”, gözümüzde optik sinirin, retinadan beyne geçtiği ufacık bir yer. Burada ışık alıcı hücreler / fotoreseptör bulunmadığından beyne sinyal gitmiyor, dolayısıyla görüntü algılanamıyor.

“Kör nokta” bir çok alanda metafor olarak kullanılmaya çok yatkın bir kavram. Örneğin, arabaya bindiğimizde çevremizde bulunan ama yan aynalardan, dikiz aynasından baksak da hiç göremediğiniz yerlere kör nokta deniyor; kör noktası aynası, bu sorunu çözmeye yarayan aynadır. 

Gündelik hayatta ise kör noktalarımız hiç farkında olmadıklarımız, fark etmek istemediklerimiz veya fark etmekten korktuklarımızdır. Davranışlarımızın başkalarını nasıl etkilediği; örneğin bir yakınımızın, hayatımızı kolaylaştırmak için harcadığı zaman, enerji, emek, kör noktamıza gelebilir. 

Dolayısıyla kör nokta, hiç algılamadığımız için yokluğunu da fark etmediğimiz veya hissetmediğimiz bir nesne, bir durum, bir şeydir. Bir düşünüş sistematiğine girdiğimizde, hep aynı çevrelerde kendimiz gibi insanlarla beraber vakit geçirdiğimizde ve hayatımız rutine girdiğinde, algı menzilimizin dışındaki konulara körleşiriz. Çevremizde neyin fazlalık, neyin eksik, neyin yanlış neyin doğru olduğu konusunda bir perspektifimiz kalmaz.  

Sakatların Türkiye’de az göründüklerini fark etmem için, önce çok göründükleri başka bir coğrafyaya gitmem gerekiyormuş; hiç algılamadığımız bir şeyin yokluğunu başka nereden bilelim ki?   

Erasmus Plus Gençlik programıyla Norveç Ulusal Ajansı tarafından  uzman eğitmen olarak 10 günlüğüne davet edildiğim ve Temmuz 2022’de gittiğim Norveç’te gözüme ilk çarpan, bu olmuştu: Sakatların çokluğu, Türkiye’de ise aktif hayatın içinde sakatlara ne kadar nadiren rastlandığı.

* * *

Oslo’da diğer bir fark ettiğim, garip bir sessizlikti. Bir başkentin doğal şehir uğultusundan söz etmiyorum; gürültü kirliliği yoktu.

Diyebilirsiniz ki, onların nüfusu bizim gibi kalabalık değil. Fakat her şeyi de buna bağlamak, kanımca zor:

Hiçbir arabadan cıs-tak veya yüksek volümlü müzik sesi gelmiyordu. Hiçbir kafeden, dükkandan bangır bangır yükselen müzik sesi duyulmuyordu. Sokak çalgıcıları mikrofonsuzdular. Arada çalan kilise çanlarının sesi çok hafifti. Dahası, insanlar bize göre çok daha alçak sesle konuşuyorlardı.

Şehirlerimizde meğer hiç farkında olmadan ne çok gürültüye maruz kalıyormuşuz.

Ama sadece gürültü de değil; buna paralel giden, kör noktamıza gelen bir kirlilik daha fark ettim:

Renk ve ışık kirliliği.

Başkent Oslo’da akşam vakti ışıklar soluklaştı ve ortalığı tatlı bir loşluk sardı; şehrin yavaş yavaş gözleri kapanıyordu. Ertesi gün, eğitime davetli olduğum Balestrand köyüne 6 saatlik yolculuk boyunca geçtiğimiz kırsalda bütün köy evleri de belli renklerdeydi: Kahvenin, kiremitin, hardalın, bordonun çeşitli tonları. Aykırı veya sırıtan, gözü rahatsız edecek, çiğ kaçacak hiçbir renk, hiçbir yapı göremiyordum.

Aklım gayri ihtiyari, bizim bütün gece sabahlara kadar göz alan floresanlı dükkan tabelalarımıza, habire birtakım ışıklı - hareketli yazılar akan cami girişlerine, yanıp sönen parlak ve rengarenk reklam panolarımıza gitti.

Siz okumak istemeseniz de gözünüzün ilişmesiyle otomatikman okuduğunuz parlak ışıklı yazılar meğer ne kadar yorucuymuş… Görmek istemediğiniz halde sizi görmeye, okumaya zorlayan o saldırgan renk ve harflerin yokluğuyla insanı saran dinginlik, huzur…

Kulaklarımızın yıllardır alıştığı o bangır bangır gürültülerin ve sersemleten ışık saldırılarının âni yokluğu öyle yatıştırıcıydı ki, şunu düşünmeden edemedim: 

Bu gürültüleri bastırmak için mi biz habire sesimizi yükseltiyoruz? Acaba bu kaçışı olmayan gürültü ve renk kirliliğimiz, bizi sadece yormakla kalmayıp ayrıca sinirlerimizi bozuyor, bizleri kavgacı ve agresif kılıyor olabilir mi?

* * *

Geleyim kritik meseleye:

Batının cinselliğe, sekse meraklı olduğuna dair genel bir kanı vardır bizde. Müstehcenliğin, bize batıdan bulaştığı düşünülür bazılarınca.

Norveç’te kesinkes anladım: Sekse, cinselliğe meraklı olan onlar değil, biziz. Meraklı olmak ne kelime; biz bu konulara takığız, takık!

Önce, hiç unutamadığım bir anımı anlatayım: Sekiz yıl kadar önce, sabah erken saatte İstanbul Feneryolu’nda tenha bir sokakta yürüyordum, karşıdan da bir adam bana doğru geliyordu. Yaklaşmamızla bir an gözgöze geldik ve aynı anda birbirimize kocaman gülümseyip “günaydın” diye mırıldanıp hafif gülüştük; adam yanımdan geçip giderken, “ne güzel bir gülüşünüz var” dedi, ben de kendi yoluma devam ederken “sizin de öyle, beyefendi” diye seslendim.

 

İnsan – insana bir karşılaşmaydı bu; kadın-erkeğe değil. Nasıl ısınmıştı içim! Nasıl mutlu geçmişti o günüm! 

 

Ben selam veren bir insanımdır. Belediye otobüsüne veya dolmuşa bindiğimde, şoföre mutlaka iyi günler derim; yüzde doksanı selamımı alır. Ama diyelim ki çok acıkmışım; bir lokantaya girdim, bütün masalar dolu, tek, dikdörtgen bir masada bir adam tek başına oturuyor; çaprazında benim de rahatlıkla oturabileceğim bir yer var. Yıllardır Türkiye’de yaşayan biri olarak, “Masanıza oturabilir miyim?” diye sorup masaya yerleşmek, pek yapmayacağım bir şeydir.

 

Norveç’e gitmemle, çok önemli bir hakikate ayıldım: 

Feneryolu’ndaki adamla selamlaşmamızda, mutluluğumun kaynağı sadece gülümseşmemizdeki doğallık ve sıcaklık değildi; benim ülkemde  böyle bir şeyin mümkün olabilirliği, karşılaşmanın ve selamlaşmanın (ve karşılıklı hoşa gidecek birer cümle harcamanın) hiçbir yan amaç taşımazlığıydı. Bende iz bırakmasının nedeni bu durumun bizim toplum için sıradışılığıydı. Neredeyse unutmuşum, ama tadı damağımda kalmış.

Olayın zihnimde yeniden canlanmasına Norveç vesile olmuştu: Meğer cinsiyet körü bir ortamda bulunmak insana ne kadar iyi geliyormuş, ne kadar rahatlatıcıymuş!

Sokakta olsun, başka yerde olsun karşı cinsle, yanlış anlaşılmayacağını bilme rahatlığıyla sohbet edebilmek, şakalaşabilmek, gülüşebilmek… Bir tek defa bile taciz edici veya dik bir bakışla karşılaşmamak; korkusuzca, gönülden geldiğince gülümseyebilmek, karşılığında gülümsenmek... 

Biz neden cinselliğe takıkız? Çünkü cinsellik bizde tabu. Tanışmıyoruz; karşı cins bize yabancı.

Onların meraklı veya takık olması için bir neden yok ki – zaten kafalarında öyle bir mefhum bile yoktur: Onlarda iki cins sonradan “tanışmış” falan da değil; doğdukları anda itibaren olanca doğallığıyla zaten hep beraberler, dostlar. Biz ise yasaklar-tabular içinde yüzdüğümüzden, her an, ama her an bu konunun bilinciyle yaşıyoruz. 

En basit örnek: Gençliğimde, çay ikram etmeye “çay koymak” denirdi; bu, “okula gitmek” kadar doğal bir deyimdi. Şimdilerde, “koymak” fiilinin argo kullanımı nedeniyle bu kelimeyi kullanmamak için “çayı dökmek”, “çayı bırakmak” vs., kıvranıp duruyoruz! Başka örnekler saymama gerek yok; cinselliği uzaktan yakından çağrıştırmamak için nasıl konuşacağımızı şaşırmış vaziyetteyiz!     

Bu kadın-erkek meselesine, cinsiyete bu (adeta sapıkça) merak ve takıklık bizim için o kadar “normal” bir hal ki, bizi gerçekte ne kadar meşgul ettiğinin, kafamızın kadın-erkek meselesine ne kadar takık olduğunun farkında bile değiliz. Bu ayrımın derinliğine ve bunun bize ne büyük bir sıkıntı verdiğine tamamen körüz.

Evet, kör noktamıza geliyor.

Nüfusumuzun yarısı kadın, yarısı erkek ama bu iki yarı birbiriyle barışık ve arkadaş olamamanın, birbiriyle rahat edememenin ötesinde, birbirini ancak etiketlediği kadar tanıyor: Anne etiketi, baba etiketi, karı, koca, kızkardeş, erkek kardeş, kız evlat, oğlan evlat… etiketleri.

Bu etiketin gerektirdiğini varsaydığımız roller oynanıyor, ama etiketin arkasında gerçekte nasıl bir birey gizli, zerrece bilmiyoruz. Türkiyeli erkekler ve kadınlar, her biri kendi hemcinsleriyle kendi yarattıkları zindanlarda hapis, hemcinsleriyle fısır fısır, öte zindandaki karşı cins hakkında kurguluyor ve bu kurgularına binaen karşı cinsi tanıdığını sanıyor. İçselleşirilmiş roller, hikayeler, anekdotlar…

Türkiye’de kadınlar ve erkekler birbirinden tamamen kopuk, farklı, bambaşka dünyalarda yaşıyor.

Doğduğumuz andan itibaren yakın tanığı olduğumuz bu trajik yabancılık ilişkisi; kadınlar ve erkekler arasındaki derin uçurum ve sağlıksız ilişkiler, bu en temel ve en tuhaf kaç-göç durumu, bütün ayrımcılıkların, bütün  ötekilemelerin temelini, başlangıç noktasını oluşturuyor olabilir mi?

Tanımadığımızdan, bilmediğimizden korkarız. Ve Türkiye’de kadınlar ve erkekler birbirini tanımadığı için birbirinden korkuyorlar. Bu kaç-göç, bunun maskesi.

Kadının da erkeğin de örneğin belediye otobüsüne bindiğinde, oturacak yer bakınırken gözlerinin mutlaka hemcinsinin yanını araması… “Saygıyeten”, bunun açıklaması olamaz; evde karısına şiddet uygulayan da kamusal alanda hemcinsinin yanında oturmayı tercih eder. Yan yana oturmak niçin rahatsızlık versin? Bu derin korkunun yarattığı uçurum, ne kadar da elimizi kolumuzu bağlıyor, ne kadar sıkıntıya sokuyor bizi.

Balestrand’dan Oslo’ya uçarken, yanımda oturan adam sırt çantasına elini daldırdı, yünlerini, tığını çıkarttı ve güzelce tığ işi (bir bere!) örmeye başladı. Bizde neden acaba bir erkeği tığ işi yaparken veya örgü örerken çok nadiren görürüz?

Acaba erkek egemen sistemimizi gürültüye, cıstak’a, şiddete, kadın cinayetlerine, kavgaya, agresifce yanan sönen parlak ışıklara yönlendiren; tıpkı bir bilinmez karşısında korkan bir kedinin tıslaması ve tırmıklaması gibi, erkeklerimizin kendilerine biçilmiş “errrkek!” rolünü “gereğince” yerine getirememe ve  yaftalanma korkusu, bir anlamda, bastırılmış cinselliğin dışavurumu olabilir mi?

Bizler, hayatın bizlere sunduğu en olağan, en doğal özellikleri –cinsiyetimizi, sakatlıklarımızı,   - kucaklamak yerine reddediyor, saklamak gereğini duyuyoruz ve kör korkular içinde yaşıyoruz.

“Kadın” kelimesini kullanmak bile, belki de cinselliği çağrıştırdığı için, korkutuyor, “bayan”a dönüştürülüyor. Bebek doğduğunda: “Kız mı, erkek mi?” Oysa doğal ikileme, “kız/oğlan” ve “kadın/erkek”tir. Fakat oğlan kelimesi de kaçınılan kelimelerden biri. (Acaba o da oğlancılığı mı çağrıştırıyor?) Üniversite 2. sınıfta okuyan arkadaşımın, üniversite yurt belgesinde “Cinsiyeti: Kız”diye yazmışlar. Kız? Erkek yurtlarında “oğlan” diye mi yazıyor? “Oğlan Yurdu”? 

Hep korkular, hep kör noktalar…

Acaba kulaklarımızı sağır eden bangır bangır gürültü, bağıran renkler, bastırılmış ve bir türlü kendine rahatlama yolu bulamayan cinselliğimiz için bir tür emniyet subabı işlevi mi görüyor?  

* * *

Yazımın başında sakatlardan söz ettim. Fakat sadece sakatlar da değildi Norveç’te gözüme çarpan ve bizde hiç görünmeyen. Pek çok başka şey de vardı. Örneğin, o kadar çok eşcinsel, hemcinsiyle romantik ilişki içinde olduğunu tahmin ettiğim o kadar çok kadın ve erkeğe rastladım ki! Davetli olduğum eğitim grubunda bile 28 kişi arasında 2 kadın ve 3 erkek eşcinseldi. Bu konu da kör noktama geldiğinden ve Türkiye’deki LGBT hakkında istatistik sunabilecek durumda olmadığımdan o konuya girmiyorum, ama bizim toplumumuzda bu insanların ancak kimliklerini gizleyerek olağan gündelik hayatlarını sürdürebileceği konusunda muhtemelen hemfikiriz. 

Bizi korkularımız yönetiyor; kibrimiz ise bizi bu korkulara kör kılıyor, bu da bizim trajedimiz.

Kibrimizin üstüne bir de önyargılarımız ve ezberlerimizin eklenmesiyle, kendimize hoşa gelen, başkalarında olmadığını varsaydığımız özellikler atfediyoruz. 

Örneğin: Gerek Oslo’da gerekse Balestrand köyünde, Norceçli ailelerin -ana babalar, büyükanne büyükbabalar, çocuklar, torunlar- birbirine ne kadar sık sarıldıklarına (hep sevgiyle ve gülerek) tanık oldum. Şaşırdım. Kuzeyliler için “soğuk” deriz, oysa Norveçliler sıcacık ve inanılmaz nazik ve çok güleryüzlü insanlar. Ama sıcaklıkları “vıcık vıcık” değil; mahremiyet alanınıza çok saygılılar; asla bakışlarını size dikmiyorlar. Sokakta öpüşen çiftlerin üzerinde adeta bir görünmezlik kılıfı var; kimse onlara bakmıyor bile; kimse varlığını kimseye dayatmıyor.

Türkiyeli bir arkadaşım, Norveçlilerin sıcaklığı için “biz Türkler gibiler!” deyince sonunda dayanamadım, “Hayır, onlar bizler gibi falan değil; onlar tam da kendileri gibi!” diye cevap verdim.  Biz Türkler sıcak insanlar mıyız? Bizlere ne kadar “sıcak” denebilir? Kime kıyasla sıcakız? Başkalarını hiç tanımadan, kendimizi nasıl tanıyabilir, tanımlayabiliriz ki?

Korkulara dönecek olursak:

Balestrand köyünde, fiyordun kenarında öğrencilerimi bekliyordum; az ötedeki marinada anidan 8-9 yaşlarında bir grup çocuk belirdi; başlarında da iki-üç yetişkin. Çocuklar neşeyle koşturuyorlar, kayıktan kayığa atlıyorlardı; neşeli kahkaha sesleri yükseliyordu. Sorduğumda, aldığım açıklama şu oldu:

“Dersteler; çocuklar balık tutmayı, ormanda yalnız kalırlarsa veya kaybolurlarsa neler yapabileceklerini, kısacası, kendi kendilerine hayatta kalma becerilerini öğreniyorlar.”

Aklıma o anda, “koşma düşersin”, “koşma terlersin”, “dokunma, pis” diye korkutulan, “sonra doktor sana iğne yapar” “polis sana kızar”, “şimdi dayak yersin” diye tehdit edilen çocuklarımız geldi. “Başımıza icat çıkartma” diyerek, aslında narin bir çiçek gibi özenle korunması gereken merak duygusunu öldüren, çocukları mucitlikten soğutan ebeveynler geldi. (Böyle korkunç bir deyim, başka hangi dilde olabilir? Çocuğunun icat çıkartmasını, mucit olmasını istemeyen böyle bir ebeveyn türü, başka hangi kültürde olabilir?) 

Hep korkular…

Tuhaf, ama alkol satışı konusunda Norveç bizden daha sert! Akşam 18.00’den itibaren şarap satışı, 20:00’den itibarense bira satışı yasak; alkol satın alma yaşı 18. Alkol satışı, Cumartesi günleri saat 15.00’den Pazartesi sabahına kadar yasak. Esasında, dünyada alkol satışı konusunda pek çok devlet kısıtlama getirir. Fakat Türkiye’de öyle bir kutuplaşma var ve kutuplar birbirinin, kendi hayat tarzını dayatacağından öylesine korkuyor ki, ifratla tefrit arasında bir türlü dengeyi bulamıyoruz. Dindar kesim “din elden gidiyor” korkusuyla alkolü tamamen yasaklamak istiyor, laik kesimse “ya yasaklanırsa” korkusu nedeniyle alkole getirilebilecek en makul kısıtlamaya bile panikle karşılık veriyor.

Bizi yöneten korkuların çeşitliliği… İstiklal Marşımız bile “korkma!” diye başlıyor.

* * *

Sanılmaya ki Norveç güzellemesi yapıyorum. Norveç’in sabıka kaydı hiç de öyle temiz falan değil:

Silah sanayii, dünyanın en gelişmişlerinden. Norveç dünyanın öncü silah ihracatçılarından; Irak işgal edilirken, Filistin bombalanırken kullanılan, Norveç silah ve patlayıcılarıydı. Kendi vatandaşlarına ne kadar “medeni” ve “demokrat” olsa da, dünyanın insan ve çevre hakları açısından en berbat şirketlerine yatırım yapan ülkelerden biri, Norveç. Norveç dünyanın en büyük üçüncü petrol ve gaz ihracatçısı; geçiminin 1/3’ünden fazlasını buradan sağlıyor. Dünya petrol fiyatları fırlar ve gelişen ülkeleri yoksulluğa gömerken Norveç zenginliğine zenginlik kattı, hatta Suudi Arabistan gibi ülkeleri petrol pazarı olarak gözüne kestirdi.

Dünya nüfusunun %0.1’i Norveç’te yaşıyor fakar Norveç, petrol ihracatıyla birlikte, dünya sera gaz salınımının %2’sinden sorumlu. Güya 2050’ye kadar karbon salınımını nötralize edecek, fakat bu, kendi ülkesindeki salınımlarını sıfırlayarak değil, başka ülkelerde karbon azalmaları “satın alarak” olabilecek.

Balina avcılığı konusuna hiç girmeyeyim bile.

Fakat burada bu yazının konusu, Norveç değil.

Konu, kendi dünyamıza fazla gömülmüş, kendimizle fazla dolu ve dışarıya kapalı oluşumuzdan dolayı alternatif hayatları düşünemememiz, düşleyememiz.

Gece veya gündüz, kimsenin sokak veya araba kapılarını kilitlemediği, hatta anahtarı arabada uluorta bıraktığı bir köydü, Balestrand. Gecenin birinde sokaklarda aheste aheste, yapayalnız, en ufak bir tedirginlik bile duymadan yürüyebilmenin tadını çıkarttığım bir mekandı burası.

Bu yazının konusu, farkında bile olmadığımız, tamamen kör noktalarımıza gelen ve hayatımızın her alanına sızmış korkular ve bizleri bu korkuların yönetmesi… Ve kendi kendimizin içinden çıkamadığımız kör noktası haline gelmişliğimiz. 

Gülayşe Koçak

11 Eylül 2022

 


[1] Sakat kelimesini bilerek kullanıyorum. Bunu bizzat sakatlar tercih ediyorlar: Sakatlık doğal bir insanlık hali; olsa olsa onları toplum “engel”liyor, olsa olsa toplum onlara “özür” borçlu. 

 

 

 

Yorumlar (0)



Bu makaleye ait yorum bulunmamaktadır