“Ateşten geçmiş, kavrulmuş gündüz gibiyim.”
Bozkırda gün batımı, tek bir ağacın gölgesinde. Ne kuşlar konacak dallarıma ne de bir yolcu konaklanacak gölgemde. Sonra kimi kimsesi olmayan bir çöl dervişi sarılacak gövdeme, ağlayacak, ağlayacak. Asırların ağırlığıyla ıslak gözyaşlarını dökecek köklerime. “Derviş ve bozkır ağacı” diyeceğim, iki garip sonsuzluk arasında gidip gelirken ruhum. Derviş, bütün bir yalnızlarımı toplayacak yoluna devam edecek, bozkır ağacı hüzünlü sonbaharı bekleyecek.
Selimiye Cami
Yıllar sonra Mevlana’nın yurdundayım. Tabii ateşle olacaktı bu vasıl. Aşk ateşi, ayrılık ateşi çekip çevirecekti yolculuğumu.
Her şey değişmiş ama mübareğin ruh hatıraları olduğu yerde duruyor. Ben çok değiştim, saçlarım ağardı, omuzlarımda yılların yorgunluğu birikti. Kuş kanatlarım içten içe kırılmış. Geride bıraktığım derilerin üzerinden baharlar geçmiş. Ama güzellikler var. Sırf bu güzellikler için yaşanmaya değer.
Dört yıl önce bu şehirde yaşadıklarımı ve yazdıklarımı gözden geçiriyorum. Gerçekten ilginç benzerlikler ve farklılar. Her şeyden önce, ben çok değiştim, o zamanlar sonsuzluğun yaşlarındaydım, otuz yaşların başı. Şimdi yaşlılığın başlarında, gençliğin sonlarındayım. Sonra ben çok değişmişim. Dört-beş sene evvel burada Mesnevi’yi almıştım okumak ve yaşamak için. Bu zaman zarfında okudum ama yaşadım mı, bilemiyorum. Yaşıyor olsaydım Mesnevi’yi, şimdi böyle, burada mı olmam gerekiyordu.
*
Sabah kaç zamandır okuduğum Enam suresini okumuştum. Son birkaç sayfam kalmıştı bitmesine, okuduğum Kuran-ı Kerim’i öylece bırakıp çıkmıştım yola. Akşamüzeri Konya’ya giriyoruz, 2011’de olduğu gibi. Ezan okunurken Selimiye Cami’sini, Mevlana’nın huni şeklindeki yeşil türbesini görüyorum. İmamla beraber akşam namazına duruyoruz, yıllar önce olduğu gibi. İmam, Kuran’dan ayetler okuyor, pür dikkat dinliyorum. Ayetleri hatırlıyorum, sabah okuduğum ayetler.
Sonra yatsı namazı, aynı imam aynı sureden kaldığı yerden okumaya devam ediyor. Hayretler içinde kalıyorum. Daha bu sabah okuduğum surenin ayetlerini, yüzlerce kilometre uzaklıkta bir başka şehirde dinlemek.
Emin olmak için namazdan sonra imama namazda “Enam suresini mi okuyordunuz?” diye soruyorum. O ise hayretle bana dönüp, “Hafız mısınız?” diyor. “Yok” diyorum.
İmam, cep telefonunu çıkartıyor, okuduğu ayetleri telefonundan bana gösteriyor. Enam suresi, 141-144 ayetlerinde Allah’ın vermek istediği dikkat çektiği dört husus, dört emir:
1-İsraf etmeyiniz.
2-Apaçık düşmanız olan şeytana uymayınız.
3- Helal ve haram kılma yetkisi sadece Allah’a mahsustur.
4-Yalanlar uydurup insanları saptırmayınız.
*
Daha evvelki gelişimde müze tadilatta olduğu için Mevlana’nın kabrini yakından ziyaret edememiştim, bu sefer nasip oldu, çok şükür. Bir şeyi fark ettim bu seferinde. Burada Mevlana ismi altında var olan bütün güzellikler Allah’tandır ya da Mevlana Allah’ta fani olduğu için, ismi ve hatırları yeryüzünde yaşamaya devam ediyor. Yani nefsini aradan çıkaran, Allah’ın güzelliklerinin isim bayraktarlığını yapıyor. Hazreti Muhammed (sav), Habil, Ebu Bekir, Mevlana. Nefsinin kul kölesi olanlar, ya unutuluyor ya da lanetle anılıyor. Şeytan, Kabil, Ebu Leheb, Ebu Cehil gibi.
Anlamıştım bu yolculuğu neden yaptığımı. Bir insan-ı kâmil isminde Allah’ın cemalini nasıl zuhur ettiğinin sırrına vakıf olmak. Mevlana bir isimdi sadece. Aslında Mevlana’da ortaya çıkan, insanları Mevlana’ya çeken Allah’ın güzellikleriydi, cemaliydi, keremiydi. Allah, Mevlana ismi altında zatının güzelliklerini sergiliyordu gören gözler için. İnsana ait hiçbir şey yoktu. Bütün güzellikler Allah’tandı ve Allah’a aitti. Allah bunu Mevlana ismine nasip etmişti ve insanların hizmetine sunmuştu. Kimileri bu hizmetin bir parçası olur tevazularıyla, kimileri de bu hizmete bakıp geçer kibirleriyle. Gördüm ki insanların pek azı bu hizmetin bir parçası, çoğu insan bu güzelliği göremiyor, görse de bu güzelliğin asıl membaını göremiyor, haliyle Mevlana ismine takılıp kalıyorlar.
*
Aziziye Cami
Eski bir tarihin içindeyim. İç açıcı, güzel bir cami, Aziziye. Yıllar önceki kendime bakıyorum. Hatırlıyorum, caminin önünde sülük satan bir adamı görmüştüm. Sülüklere bakmıştım, içimden adama bak, satacak başka bir şey bulamamış, gibisinden bir şeyler geçirmiştim.
Oysa şimdi sülüğe Allah’ın büyük bir nimeti gözüyle bakıyorum. Sülük, insanın vücudunda nerede bir mikrop, hastalık, bakteri varsa oraya gidip onları buluyor, kirli kanı emmeye başlıyor. Allah ona bu görevi vermiş. Kirli kanı emdikten sonra ölmek. Zaten kirli kanı emdikten sonra yaşamıyorlar sülükler, ölüyorlar.
Bir sülük kadar olamadım, buna yanarım. Hep boş yaşamışım, ömrümü beyhude yere geçirmişim. Nasıl ki sülüğün görevi kirli kanı emerek insanlardaki hastalıkları gidermekse, insanın da görevi nefsini terbiye ederek Allah’a kulluk yapmaktır.
*
Üçler Mezarlığı’nı ziyaret. Merhum Abdülmecit Ünlükul ve merhum Ali Ulvi Kurucu’nun yakınlarının kabirlerini ziyaret.
*
Sonra Meram Bağları’nı ziyaret… Yani eski dünyaya yeni bir maske, hiç sevmedim Meram Bağları’nın bu yeni halini. Ne gerek var bu kadar şatafata. İnsanlar cenneti dünyada yaşamayı akıllarına koymuşlar. Yazık. Anladım neden dünyayı ve dünyalıları sevmediğimi.
Sonra neden denizin dibinde bekletildiğimi anladım. Denizin üstünde hiçbir hayır yok. İnsanlar denizin üstünü kirletiyorlar cenabet adımlarla, zehirli bakışlarla, alkolik nefeslerle.
Akdeniz’in kokusu çalınıyor burnuma uzaktan. Suyunun sesi kulaklarımdan hiç gitmedi. İlk gördüğüm deniz Akdeniz’dir. Bu yüzden Kemal Aksu hayali aklımdan hiç çıkmayacak. Ben hep bir başkasının hayatında gözlerimi açtığımda, aklıma Kemal Aksu gelecek hesap sorucu bakışlarıyla. Hep 1990’lı yılların sonları… Akdeniz’i gördüğüm ilk zaman, 1997’nin çetin kışı.
Sonra deniz hatırası olsun diye denizden aldığım beyaz deniz kabuğunu hep Kemal Aksu ile hatırlayacağım. Kaç yıl geçmiş aradan. Yirmi sene dolmak üzere, parmaklarımın arasından yıllar su gibi akmış. Son serçeden son damlalar düşmekte.
Takriben yirmi sene evvel, denizin dibine bir başıma indim, Kemal Aksu’yu gördüm sonra. Bir daha bir bütün olarak hiç çıkmadım gün yüzüne. Arada sırada Faik Öcal bedeniyle göründüm insanlar arasında, sonra geri döndüm ait olduğum yere, Kemal Aksu’nun yanına. Denizin dibinde, gözlerimi ahrete açmıştım, aynı yerde gözlerimi dünyaya kapatıyorum bir daha açmamak üzere. Takriben yirmi yıldır yanımda taşıdığım beyaz deniz kabuğunu ait olduğu yere bırakıyorum. Elveda Faik Öcal, merhaba Kemal Aksu... Faik Öcal’a denizin üstünde bir yer yok, bir daha anladım. Denizin dibinde Kemal Aksu olarak yolculuğa devam etmekten başka çarem yok. Ya çıkılır yukarıya, ya çıkılmaz, nasip kısmet.
*
Öldükten sonra bir daha dünyaya dönmek mi? Dünyayı ve dünya hayatımı bir daha hatırlamak dahi istemiyorum ve her hatırlayıcı uzak olsun. Hiçlikten aldığım sözüm, sonsuzlukta yankılanmayacak mı? O zaman duamı yapıyorum Aziziye Cami’nde: “Ey güzel Rabbim. Sen güzelsin, güzellikleri seversin. Katından bana güzel bir söz ver. Kelamının gölgesinde uçuşup duran, hiçlikten gelip sonsuzluğa giden güzel bir söz. Bu şehirdeki veli kullarının yüzsuyu hürmetine.”
Kabul buyur duamı, Hafız’ın hatırına:
“Gelirse ömrün baharı yine çimenler üstünde
Başına gülden şemsiye çekersin ey bülbül, üzülme.”
Misafir