Ay doğmuyor ülkemin üzerine. Ben eksilmekteyim ger gece. Mavi bir sızı taşıyorum yüreğimde, belleğimin her bir zerresinde. Ninova; çıkan canım. Ülkemde yitiriyorum çocuksu düşlerimi. Bir yolculuğun kavisli belirsizliğinde, umutlarımı yelken yapıp öyle açılıyorum yurdumun muhtelif coğrafyalarına. Pekin, önümde. Çinimaçin gerilerde bir yerlerde. Sofya, Balkan yangını… Selanik, bir türkünün hatırası… Bağdat, kelebeklerin çarmıha gerildiği diyar… Semerkant, kuzuların diri diri doğrandığı belde. Hepsi uzak, hepsi yitik; içerinden ve derinden…
Zaman aşımına uğrasam, içimde kalacağımı da biliyorum. Bir mahkûmiyet kararı boynumda… Yaftası mukadder. Ne diyorum, sevgilim bir yerlerde ben bir yerlerde. Sözüm yerlerde. Paramparça savruk hayatlar, o eski masal, eski resimler. Güzel ülkemin güzel insanlarının mezarları, bilmem hangi yersiz yurtsuzlar mezarlığında. Meşalem yanmıyor eskisi gibi dingin, kalmıyor ininde kuşlar asude. Sözlerim anlamlı bir bütünlük oluşturmuyor eskisi gibi. Ve kalabalıklar korkutuyor beni. Kendi çocuklarının kanına susamış güruhlar. Hepsi benim ülkemde. Üzerine ay doğmayan garip ülkemde.
Bir talana tutunuyorum. Yaprak fırtınası. Canım çıkacak, canım kalmamış. Temmuz yağmurlarını cebime atıyorum. Körpe bedenimde ay kırıntıları dolanıyor. Çöreklenmiş ruhuma aslan acındırması. Böyle olmaması gerekirdi. Belki yoksullukla büyümüştüm, yoksunluklarla büyütülmüştük, yine ötekilerini seviyordum, ötekilerini seviyorduk. Bir Hrant’ımız vardı mesela. Asi ve mağrur çocuk… Sonra Tevfik Fikret’in hakiki müritleri. Hak bellediği yoldan dönmedi, fakir tabanlarını tutarken göğün yalancı maviliğine. Biliyordu o acı gerçeği, yaşamını hitama erdiren kurşun kadar en azından. Biliyordu ve sustu.
Benim ülkemde hiç yoktan kana bulandırılır ay. Sonra altına oturup ağıtlar yakılır. Hepsi benim ülkemde, benim için ve bana rağmen. Bazen anlamak, anlaşılmak o kadar acı veriyor ki, kelimelerin kapısını çaldığım için kendime kızıyorum. Kızdığımda ne yapacağımı bilemiyorum; çünkü çaresizlik tüketir insanı.
Benim ülkemde karanlığa doğuyorum her dem. Eylül zincirlerinin altında bir şarkıya tutunuyorum. Gurbette ömrüm geçecek biliyorum. Şafak türküsünü okumak geliyor içimden, avazım çıktığı kadar, bangır bangır. Sahibinin sızlayan kemiklerini içimde hissediyorum. Mahpushane kapılarında beni soruyorlar yine. Bir anne çıkıyor göz çukurlarımdan. Evladını yitiren bir anne…
Dışarısı korkutuyor beni. Beynime saplanıyor parasını verdiğim kurşun. Kefen param çalınıyor. Uzaklarda, gözlerimde ülkemin geceleri, yıldızlar, dağlar, ovalar geçiyor; ölüyorum. Tuna’da boğuluyorum. Gediz, parmaklarımın ucunda akıyor. Çocuklarımı teslim ediyorum Kızılırmak’a. Destanlardan çıkıp geliyorum. Fırat yoksul yüzüm, Dicle ağlayan bedenim. Dağlar aşar Sakarya. Sonra Cebelibereket. Yosun tutmuş gözleriyle akar durur Ararat. Yine Dersim, yine dört dağ, yine bağların içinde bir gül, ay, ülkem…
Benim ülkem yıldızlardır, saçlarına dolanmış yazgımdır. Kiminle yarışsam, yenilen ben oluyorum her nedense. Yoruldum başkalarının yolunda yürümekten. Artık kendi ayaklarımla, bana ait yollarda yürümek istiyorum.
Benim ülkem yollarda yorulmaktır, bilinmez yerlerde sabahlamaktır. Gittiğim yerlerde kabul edilememek oluyor yazgım her nedense. Alıştım buna fakat bir türlü kabullenemedim.
Benim ülkem siyah taşların gölgesinde unutulmaktır, içten kanırtmalı gemilerden umudunu kesmektir.
Benim ülkem durduk yerde gözyaşlarına boğulmaktır, hiç yoktan ağlamaktır. Cinnet geçirmiş sularda kutsanmaktır bıkmadan usanmadan.
Benim ülkem yazgısına boyun eğmektir, kurban ettiği çocuklarının kanında rüyalarını yorumlatmaktır kuşkulu siluetlere.
Bir ilmin tahtında, bir harfin çatısına sığınmaktır.
Ay doğmaz benim ülkemin üzerine.
Giden gitmiştir, kalanlarsa pek yersiz yetersiz.
Misafir