Türkiye’de polis şiddeti son günlerde yeniden gündemde. Polis-vatandaş ilişkisinin ve sebep olduğu şiddetin muhakkak birçok yönü var. Üstelik bu durum yeni de değil. Polisin vatandaşa yönelik tavrının Türkiye’nin demokrasi yolculuğu ile de bağlantısı var. Sonuçta Türkiye’nin demokrasi serüveni “az gittik uz gittik, bir arpa boyu yol gittik”ten ibaret.
Peki, neden öyle oluyor? Neden demokrasiye yönelik umutlar yeşerdiğinde, birazcık yol aldığımızda birdenbire devlet ceberut yüzünü gösterip, güvenlikçi politikalarla vatandaşlarını terbiye etmeye ve ona durması gereken yeri (!), itaat etmeyi hatırlatıyor. Neden vatandaşın en basit hak talepleri, en tabii itirazları polis şiddeti, aşağılanma, hor görülme, dışlanma ile karşılık buluyor?
Sanıyorum bu sorunun cevabı devletin hangi zihniyet ile şekillendiği ile doğrudan ilgili. Türkiye’de devletin vatandaşı ile kurduğu güvenli bir bağ yok. Aksine devlet, vatandaşa alan tanıdığında şımaracağını ve artık taleplerinin son bulmayacağını düşünüyor. Yani devlet, kendisini “aile reisi” olarak konumlandırmış ve aileye yönetmenin öncelikli prensibi olarak “itaati” olmazsa olmaz bir şart olarak kurgulamıştır. Bu itaat beklentisi öyle bir zihin yapısı ile şekillenmiştir ki vatandaşın en makul taleplerinin dahi kötü niyetli olarak ileri sürüldüğünü varsayar. Bu durumda devlete göre vatandaş zaten kötüdür.!
Oysa vatandaşların taleplerinin, davranışlarının nedenlerinin iyi bilinmesi gerekir. Taleplerin kabul edilemez veya ideolojik olması da mümkündür ancak bunun üzerinden vatandaşa veya ideolojik gruplara öfke duymak, dışlamak, onlara karşı şiddet uygulamak kabul edilemez. Kabul edilemez çünkü bu yaklaşım hiçbir soruna barışçıl çözüm getirmez. Aksine işleri daha karmaşık hale getirir.
Devletin vatandaşı ile güven temelli bir bağ geliştirmesi gerekir. Bunun üzerine inşa edilecek bir sistem ancak sağlıklı işleyebilir. Aksi durumda – Türkiye örneğinde yaşadığımız gibi- şiddetle hükmetmeyi marifet sanan bir anlayış hâkim olur. Böyle bir ilişi biçimi vatandaşı edilgen, devleti ise etkin kılar. Oysa tam tersi olmalıdır. İşin vahim tarafı, bu anlayışın toplumun genel aile yapısına da pek yabancı olmamasıdır. Devlet, vatandaşın zaten aileden gördüğü, yabancısı olmadığı bir ilişki biçimi geliştirmiştir.
Ne yazık ki bu aile reisi-evlat ilişkisi, ortaya çözümsüz bir sorun çıkarmıştır. Ailede, çocuğu şiddetle terbiye etmeye kalkan anlayışa baktığımızda, çocuğun yaşı ne olursa olsun bilinçli hareket eden, kötülüğe programlı, ailenin kaynaklarını sömürmeye odaklı ve kötü niyetli kabul edilir. Bu nedenle çocuğu kontrol altında tutmanın tek yolu daha konuşmayı bile beceremediği dönemde onu itaate zorlamak, edilgen kılarak özgür bir kişilik kazanmasına engel olmaktır. Bunun da tek yolu her uygunsuz davranışında cezalandırılmasıdır. Ne yazık ki bu yaklaşımı sergileyen aile reisi için şiddet tek yoldur. Çünkü başka bir yöntem bilmemektedir. Üstelik o da çocukken şiddete maruz kalmış ama kendisine göre pek de kötü bir insan/baba(!) olmamıştır.
Aynı anlayış, devletin vatandaşına yaklaşımında da ortaya çıkmaktadır. Vatandaş daha küçücük bir çocukken terbiye edilmeli, asker gibi itaat etmeyi öğrenmeli ve asla devletin belirlediği çizgiyi aşmamalıdır. Aksi takdirde şiddet ile cezalandırılmalı ki diğer vatandaşlara da bu durum ders olsun. Bu nedenle basit ihlallere karşı dahi çok orantısız cezalar, tepkiler verilmektedir.
Oysa hem tarihi hem de kültürel olarak kabullenilmesi zor hakikat şudur ki, ceza sanıldığının aksine pek de yapıcı bir yöntem değildir. Şiddet, genellikle kısa süreli bir rahatlamaya sebep olur. Ancak şiddetin, çözüm yerine vatandaşın devletle sahte bir bağ kurmasına neden olacağını unutmamak gerekir. Otoritenin güçlü olduğu durumlarda otoriteye baş eğmiş görüntüsü veren bu ilişki, gelecek açısından kaygı vericidir. Çünkü ya sinmiş bir vatandaş portresi oluşmakta ya da “doğru zamanda” taleplerini güç göstererek/şiddet ile almaya hazır bir vatandaş portresi oluşmaktadır.
Bu kısır döngüyü doğru bir temele oturtmak gerekmektedir. En ufak bir muhalefete karşı sert tedbirler almak, vatandaşların itiraz kanallarını tıkamak, seslerini kesmek kısa bir rahatlama hissi verse de uzun vadede sorunları derinleştirmektedir. Bu nedenle vatandaşın iyi olduğuna inanmayan, onun itaat ettirilmesi gereken bir canavar gören zihniyetin yerine, vatandaşına güvenen, onlara rehberlik eden ve hakların güvencesi olan bir yönetim anlayışının hâkim olmasına ihtiyacımız var. Bu da “vatandaş zaten kötü değildir” anlayışı olmalıdır.
Misafir