Daha evvel bir garip gölgede tek başına yüzen bir balıktım. Kendi halinde yüzüp duran, kah suyun altında uzaklara giden, kah suyun yüzeyinde dinlenen, kah durduğu yerde zıplanan, kah suyun altındaki bir kayanın dibinde gizlenen ya da unutulmuş bir yerlerde düşüncelere dalan.
Sonra başka sulara göçme vakti geldi, çıktık gölümüzden, gönlümüzden, suyumuzdan. Birden kendimi büyük, engin ve çeşitli balıklarla dolu bir denizde buldum. Bu deniz daha evvel yaşadığım göle benzemiyordu. Topraklarının rengi aynıydı. Sulak. Bu deniz pek kalabalık ve çeşit çeşit balık, başımı döndürüyor. Orman kanunu denizlerde de geçerli. Büyük-güçlü balık Küçük-zayıf balığı yutar. Güçlü olan haklıdır. Suda gönlünce yüzmek, pek zordur bu sularda. Çünkü her yerde köpek balıkları ağzını açmış, senin yem olmanı bekliyor. Bir an için ayağın kayarsa kendini bir köpek balığının karnında bulman işten değil. İşte tam da böyle bir denizdeyim, etrafım köpek balıklarıyla dolu. Gölün huzurunu ve sükunetini özlüyorum en çok da. Aklıma geldikçe canım yanıyor.
Bazen bu düşünceler yüzünde kendime kızıyorum, kendimi suçlayıp duruyorum. Sen bir gölge yaşıyordun ama içinde bir deniz vardı, bir gün mutlaka o deniz ortaya çıkacaktı. Kurtulamazdın o denizden, belki de sen sen yapan, seni diğer insanlardan ayıran, seni yolculuklara çıkaran, seni Rabbine yaklaştıran hep bu denizdir. İnsanlar ikiye ayrılır, bir durgun su olan göl ruhlu insanlar, iki sürekli coşkulu ırmaklarla dolup yenilenen deniz ruhlu insanlar. Sen deniz ruhlu bir insandın hep, bir gün mutlaka dışarıya çıkacaktın, taşacaktın, gölde boğulmamak için kendini yollara vuracaktın, ırmaklara atacaktın, durgun sulu bir gölde ölümü beklemektense ırmakla yenilenen bir denizde ölümü gitmek daha evla, diyecektin.
Böylesi hayat güzel ve kutsaldır, kıymetli ve özeldir. Hikayesi olan insanlar büyük denizlerde boğulmayı göze alan insanlardır. Hikayesi olan insanlar, içinden akan ırmaklara kulak verip dökülecek denizini arayan insanlardır. Hikayesi olmak, başka olmak, kaybolmayı sevmek, kalabalıklara ve köpek balıklarına rağmen, denize açılmak, yolculuğunu başlayıp devam ettirmek. Yolculuğun sonunda somut hiçbir şey olmayacağını düşünüp buna rağmen yola devam etmek, durgun sulara takılmamak, hep akmak, açılmak, gitmek.
İşte denizde yol alıyorum, kimseler nereye gideceğimi bilmiyor, ben bilmiyorum, bir bilinmezliğin içinde kendi denizimi ötelere taşıyorum. Durmak yok, durursam boğulurum, kapılırsam bir su damlasına helak olurum. Kendimdeki Rabbimi her ismiyle bilmeliyim, yaşamalıyım, tanımalıyım
Arkama dönüp bakıyorum, ateşler sarmış dört bir yanımı, meğer. Duvarla örülmüş dört bir yanımdan. Dağlardan yaşayan, göklerde uçan bir kartaldım, birden kendimi dört duvar arasında buldum, mahpus ve mahzun. Nereye baksam, parmaklıklar. Konuştururum parmaklıkları ve duvarları. Hep aynı sözler: Sen içeridesin, artık kabul et, teslim ol. Kimseler görmüyor kartal ruhlu bir insan olduğumu, dağlara ait olduğumu, ancak göklerde uçarak yaşayabileceğimi. Kimseler görmüyor ya da görmek istemiyor. Bir kartalım ben, dağlara yazgılı, göklere sevdalı. Hep uçmalıyım, bir dağdan bir başka dağa, bir kıtadan bir başka kıtaya, bir alemden bir başka aleme.
Dört duvar arasında mahpus olmak, parmaklıklara bakıp kahır bağlamak, bana göre değil. Güneş gözlerimin içine doğmalı, ağaçlar kanatlarımda çiçek açmalı. Rüzgar tüylerimi öpmeli. Toprağın kokusu hep burun deliklerime dolmalı. Zaman ayak tırnaklarımı aşındırırken ben yeni ömrümün temellerini atmalıyım. Duvarlar ve parmaklıklar arasında yapamam. Güneşle arama başkaları girmiş, ağaçlar uzak baharlara kalmış, rüzgarın eli, ayağı, dili, boğazı kesilmiş, toprak beton bağlamış, zaman ömrümün külleri içinde taş bağlamış.
Biraz daha kalırsam duvarlar ve parmaklıklar arasında boğulacağım, cesedim dışarıya atılacak, hiç kimse nasıl, neden öldüğümü bilmeyecek, anlamayacak, ölüm nedenim otopside görülmeyecek, Adli Tıp Raporu’na doğal ölüm kaydı diye geçirilecek.
Şimdi dağlarıma pek yakınım, göklerime yaklaşıyorum. Kokusunu alıyorum, dağ türkülerimin, hürriyetimi hatırlıyorum, yüzüm gök mavisi, gözlerim gök enginliği. Ait olduğum dağlar, gökler pek uzak değil. İyi bir işaret, hatırlamak.
Demek ki yenilmeyeceğim duvarlara ve parmaklıklara, beton yaşantılara, taş kalplilere.
Demek ki içimdeki kartal tekrar uçuşa geçecek, uzaklara yol alacak, dağ türkülerine duracak. Ben bir başka olacağım, kendim olacağım, içimdeki kartalla ötelere uçacağım, dağları devireceğim bir daha duvarın arasına düşmemek, parmaklıklar ardında hapsolmamak için.
Geçmiş hatam dağları devirmemekmiş. Meğer içten içe dağlara bağlanmış, araçlara kapılmış, aracıları gayemin önüne geçirmişim, menzili yolculuğun önünde tutmuşum. Bir daha dağları yerinde bırakmak yok. Geri dönersem tekrar bu dağa konacağım düşüncesi olmayacak. Her an yeni bir dağa konmak gerekirmiş ve o dağı terk ettiğinde, bir daha dönüş hesabı yapılamayacakmış, sadece hatıraların çetelesi tutulacakmış.
Yerde İnsan
“En son o ayrıldı
haykırdım tutamadım kendimi
uzaklara gitme diye”
Bu sesin kimin sesi? Ben gerçekten ben miyim? Yani bu seslenişe muhatap olan gerçekten kimdir, nedir, necidir, nereden gelip nereye gider? Yazgım belli aslında: Hep uzaklara gitmek, hep terk etmek, ayrılmak, uzaklaşmak. Bir yere takılıp kalırsam, bozulmaya, solmaya, ölmeye başlıyorum. İçimdeki sular kirleniyor, denizler evvela dalgalarını yitiriyor sonra, enginliğini ve bilinmezliğini. Ruhumdaki kartallar bir bir devriliyorlar uzak dağ başlarına, her dağ bir uçurum olup düşüyor kartalların gözlerine, her zirve paslı bir zincir olup dolanıyor ayaklarına, boyunlarına. Ne zaman ki yazgımın aslını unuttum o zaman kendime büyük zulümler yapmaya başladım.
Ne diyor Arabi’m:
“Ey benim iki gözüm, canım
Kesib’e mutlaka uğra
yönel Lâ’lâ tepesine doğru
ve Yelemlem sularını ara”
Kesib’te, kalbimdeki kum tepeler yıkıldı bir bir, tutamadım, güç yetiremedim, yalnızlığımla baş edemedim, içimdeki çöllerde susuzluktan ölmekten korktum, sahralara ömür sürmekten, seraplara kapılıp gitmekten.
Lâ’lâ tepesidir kefenimi unuttuğum geceler. Yani Ali’yi kuyusunda hüznüyle baş başa bıraktığım geceler, Ebuzer’in Rebeze’de terk ettiğim zamanlar, yani dünyaya ve dünyalılarla eskisi gibi kafa tutmak yerine geçinme yollarını aradığım zamanlar. Hüseyin’in Kerbela’da kaderine uğurladım zamanlar, yapacak bir şey yokmuş, herkes kendi kaderini yaşarmış, dediğim zamanlar. Tevekkül değil. Uzlaşma. Ne zamanki insanlarla uzlaşma yoluna gittim o zaman Lâ’lâ tepesinde kefenimi unuttuğum, özgürlüğümü yitirdim, nehirlerle yenilenen denizlerde boğulmaktan korktum, uzak dağ başlarına kapılmaya başladım, içimdeki beton duvarları ördüm, demir parmaklıkları çıkardım, diş çıkarır gibi birer birer, yavaş yavaş.
Yelemlem’dir Üveys Karani’nin aziz hatırası, ihramın ilk defa tenime değmesi. İhanet ettim Üveys’in hatırasına sanki ihram tenime hiç değmemiş gibi, Yelemlem hiç olmamış gibi. Oysa içinden yol aldığımız gözyaşlarımız vardı zamanlar. Ömer kokulu, Ebubekir yollu. Nerede kaldılar, hiç olmamış gibi.
“çünkü en iyi bildiklerin yaşıyorlar orada
orucumu, haccımı, umrelerimi, bayramlarımı, her şeyimi
feda ettim ben onlara.”
Hala öyle en iyi bildiklerim orada yaşıyorlar, ama ben neredeyim, gerçekten onların yolunda mıyım? Onlara feda ettiğim oruçlarım nerede? Kalbimle oruç tutsaydım, ben şimdi burada mı olurdum? İlk seferinde yola çıksaydım hac için, ben şimdi böyle mi olurdum? Umrem öylece orada duruyor, ben burada, aramızda sonsuzluklar açılıp duruyor. Umreme layık olsaydım, beraber gittiğim insanlar gibi saf ve temiz olsaydım, sonsuzluklar açılıp durmazdı aramızda. Hiç unutmadığım bir bayram var mı? Hangi bayramı feda edeceğim onlara. Gerçekten canımı, malımı, her şeyimi gözümü kırpmadan onlara feda ettiğim gün, benim asıl bayramım olacaktır. Rabbim böyle bir bayram nasip et bu garip kuluna.
“unutamam hiçbir zaman ne Mina’daki ne Muhassab’daki o güzel günlerimizi
ne zemzemde içtiğimiz suları
ne de konuştuğumuz o tatlı sözleri
onların Muhassab’ı benim kalbim şimdi.”
Hep o anın hayali ile yaşıyorum bu zorlu, meşakkatli ve tek kişilikli yolculuğumu devam ettiriyorum. İşte Mina’dan Mekke’ye dönüyoruz Hazreti Peygamber gibi, Hazreti peygamberin yaptığını yapan Hazreti Ömer gibi, Muhassab’ta dinleniyoruz bütün zamanları uğurlar gibi, ebediyetin kapısını çalar gibi. O zaman inecek ruhum Mina’dan Muhassab’a, içimdeki akacak içtiğim zemzem suları, bir bir harfi harfine hatırıma gelecek söylediğim tatlı sözler, kayıt dışı sükunetler, sınırları, mekanları aşan oruçlar.
Misafir