
Yoksulluk standartı toplumlara göre değişir. Genel olarak yoksulluğu, insanların temel ihtiyaçlarını karşılayamaması, minimum düzeyde sahip olması gereken koşullardan yoksun olması biçiminde tanımlayabiliriz. Söz konusu yoksunluk, sağlık, eğitim, insanca yaşam ve sosyal hayata katılamama gibi birçok alanı kapsar. Bu bağlamda yoksulluk sadece işsizlik, fakirlik ve geçim darlığı değil, ayırımcılık, dışlanma, hak ve özgürlüklerden yoksunluk gibi uygulamalara maruz kalmayı da içerir.
Gerçekten yoksulluk, gelişmiş ülkeler dahil insanlığın en önemli sosyal sorunlarından biridir. Ancak ülkemiz dahil, üçüncü dünya ülkeleri için en başta gelen sorun olduğunu düşünüyorum. Ne yazık ki bu sorunla mücadele etmek yerine güvenlik ve savunma öncelenerek kaynaklar neredeyse tamamıyla hortumlanmaktadır.
Daha önemlisi, yöneticilerin kaynakları şahsi menfaatleri için kullanmaları, aşırı servet edinme hırsları, frenlenemeyen iştahları ve doymak bilmeyen arzularıdır. İktidarlarını daim kılmak veya uzatmak amacıyla kamu kaynaklarını kullandıkları sır değildir. Bu durumu “yolsuzluk ekonomisi” veya “yandaş ekonomi modeli” olarak da tanımlayanlar var. Haksız rekabetin, kapalı/örtülü ve yandaş ekonomi politikalarının yolsuzluk üretmesi kaçınılmazdır. Yolsuzluğun olduğu her yerde kuşkusuz kayırmacılık, ayırımcılık ve yoksulluk da vardır.
Diğer bir neden de daha kolay yönetmek için toplumun bilinçli ve planlı olarak yoksul kalmasının istenmesidir. İktidara muhtaç ve devamlı devletten yardım bekleyen bir toplumu yönetmek her yerde kolaydır. Bu nedenle bizim gibi ülkelerde iktidarların toplumsal yoksulluğu gidermek için sistematik bir çabaları yok, yoksulluğu nasıl yönetebilecekleri gayretindedirler. Fakir-fukaraya “sadaka” mahiyetinde nakdi yardımlarla, yiyecek, yakacak ve giyecek ihtiyaçlarını karşılayarak yoksulluğu sürdürülebilir bir noktada tutmaya çalışırlar.
--
Trajik olan yolsuzluk ekonomisinden yoksul kitlelerin ciddi bir rahatsızlık duymamasıdır. Şikâyet ve itirazları ayırımcı sisteme değil, kendilerine düşen payadır. Bu kesimlerin çoğunlukla hayali, kamu kaynaklarıyla zenginleşmek olduğu için dünün çulsuzlarının bugünün zenginlerine nasıl dönüştüğünü sorgulamaya kalkmazlar. Karunlara gıpta ile bakıldığı için Harunların nasıl Karunlaştığını sorgulayan da olmaz.
Kamu çalışanı durumundayken politikaya atılanların, özellikle de milletvekili olanların nasıl 20 milyonluk (eski parayla 20 trilyon) arabaya bindiklerini sorgulamak yerine onun yerinde nasıl olabileceğinin oyunlarını kuran binlerce politikacının varlığı görmezden geliniyor.
Aylık ücreti ne kadar yüksek olursa olsun bir bürokratın 50 milyon (eski parayla 50 trilyon) değerinde bir evi nasıl satın alabildiğini sorgulamak yerine benzer eve sahip olmayı planlayan çok sayıda bürokratın olduğunu önemseyen yoktur.
Yoksulluğun, yolsuzluğun nedenlerini bu anlayışta aramak gerekmez mi?
Halkı yoksul Müslüman ülkelerde ahlaktan, maneviyattan, kul hakkından söz eden hangi yönetici/lider sahip olduğu servetin kaynağını veya nasıl kazandığını açıklayabilir? Alın teriyle bu kadar servet edinebilinir mi?
Bu kesimler çalmakla, soymakla, hortumlamakla yetinmiyor, yurttaşların emeğini sömürerek, kanını emerek, kamu kaynaklarından elde edilen kayıt dışı milyarlarca doları yurt dışında yabancı bankalara veya yatırıma yönlendiriyorlar. Ülkenin bugününü değil yarınını da çalıyorlar.
Ülke içinde ise yandaş ekonomi modeli ile kamu kaynaklarından beslenen sonradan görme şımarık zenginlerden geçilmiyor. Şımartan ise sistemin ta kendisidir. Her şey halkın bilgisi içinde ve destek verdikleri iktidarlarla gerçekleşiyor. Karl Marx’ın dediği gibi: “Hepiniz farkındasınız; para da toprak da kanun da fikir de din de bu ülkede her şey sermaye sahiplerine hizmet ediyor.”
Bu durumda iktidar yandaşı olmak, kamu kaynaklarına göz dikmek, güce ve ayırımcılığa sığınmak, yolsuzluğun aracı olmak yerine planlanmış yoksullukla ve şımarık zenginlerle mücadele etmek gerekmez mi?
''Siz yardım edilmiş yoksullar istiyorsunuz... Biz ise, ortadan kaldırılmış yoksulluk... O yüzden anlaşamıyoruz...'' diyen Victor Hugo’nun bu tanımı bizim durumumuzu da açıkça ortaya koyduğu kanaatindeyim.
--
Fakir-fukara edebiyatı yapan zengin yöneticilere, yakın tarihte vefat eden ve bana göre 21. yüzyılın en saygın ve itibarlı yöneticisi Uruguay Cumhurbaşkanı merhum Jose Mujica’yı örnek vermek istiyorum. Dünyanın en "fakir" cumhurbaşkanı olarak bilinen ahlak timsali ve mütevazı devlet adamı şöyle diyor:
“Ben insanların geceleri yatacak bir saçak altı bile bulamadıkları bir dünyada, başkalarının 500 metrekarelik malikanelerde yaşamasını anlamıyorum. Evsizler için ev, suyu olmayanlar için su lazım, ekmek lazım. Sen böyle bir dünyada özel uçağım olsun, oraya buraya gideyim diyorsun. Eğer herkes daha fazlasını isterse, bir gün kimseye bir şey kalmayacak. Küresel ısınmadan bahsediyoruz ama doğaya saldırmaya ve çöp üretmeye devam ediyoruz…
Eski ruhani tanrımızı kendi ellerimizle kurban ettik ve artık piyasa tanrısının tapınağındayız. Bu yeni tanrı; ekonomimizi, politikamızı, alışkanlıklarımızı, yaşamlarımızı düzenliyor ve bizlere faiz oranları ve kredi kartları ile mutluluğun yeni adresini veriyor. Öyle anlaşılıyor ki bizler, yalnız tüketme için yaratılıyoruz ve artık tüketemediğimiz zaman derin hayal kırıklığına uğrayarak kendimizi yok ediyoruz…
Bana fakir denmesi yanlış, ben tutumlu bir insanım. Asıl fakirler sürekli yaşamdan talepleri olan ve elde ettikleriyle yetinmeyen insanlardır. Ben elimde hafif bir bavulla dolaşıyorum. Bu bana istediğim yaşamı sürdürmek için yeterli zamanı veriyor. Asıl özgürlük, yaşamak için kazandığın zamandır.”
Saraylar, malikaneler inşa eden, lüks ve şatafata doymayan Müslüman yöneticilerimiz ibret alırlar mı dersiniz?
Misafir