Gelinen noktada AK Parti iktidarının Türkiye’yi Anayasa ve yasalarla yönetme mecali kalmamıştır. KHK uygulamaları, KAYIM atamaları, Salahattin DEMİRTAŞ ve Osman KAVALA’nın hukuksuz ceza evinde tutulmaları, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay arasında çıkan anlaşmazlık gibi sorunlar hep bu nedenledir.
Diyarbakır-Kulp ilçesinde Kaymakamın bir İmama yasadışı müdahalesi de bunun sonucudur. Bu hukuksuz müdahalenin kimi politikacılar ve bazı toplumsal kesimlerden alkış alması ise vahametin en büyüğüdür.
İktidar tarafından itiraf edilmese de Türkiye, Anayasa ve yasalarla yönetilen bir ülke olmaktan çıkmıştır. Muhalefet partilerinin de artık iktidara alternatif olarak ülkeyi yönetme iddiası inandırıcı değildir.
Mevcut muhalefet ile İktidar arasındaki mücadele, ülkenin nasıl ve hangi sistemle yönetileceğiyle ilgili olmadığı artık açıktır. Mücadelenin demokrasiyle yakından uzaktan bir ilgisi de yoktur.
Sorun; kimin veya hangi partilerin yöneteceği ve devletten nemalanacağıdır. Bu mücadelede toplumsal yarar söz konusu değildir. Ortada darbe dönemlerinden daha elverişli ve kullanılabilir bir devlet gücü söz konusudur. Mevcut partiler arasındaki yarış bu gücü kullanmak içindir.
Yaklaşık 20 yıldır, iktidar-muhalefet ayırımı üzerinden yapılan siyaset de artık çökmüştür. Bu konuda harcadığımız enerji ziyan olmuştur.
Çünkü gerçekte iktidar-muhalefet aynı hedefleri paylaşarak ve aynı yöntemde anlaşarak yola koyulmuştu. Bu bağlamda Baykal-Erdoğan anlaşması ve Dolmabahçe görüşmeleri hala bir “sır” olarak gizemini koruyor.
Görüşmelerin ve anlaşmaların mahiyeti ne olursa olsun, mevcut statükonun oluşmasında iktidar kadar muhalefetin de rolü büyüktür. Siyasetin yozlaşmasında ve istibdat yönetiminin oluşmasında iki tarafın da payı vardır.
Hatırlatmak isterim ki, AK Parti’ye siyaset yolu açan 28 Şubat kirli sürecidir. İktidara taşıyan ise CHP zihniyetidir. 20 yılı aşkın bir süredir İktidarda tutan da yine CHP’nin kendisidir.
CHP hiçbir seçimde İSTİBDAT alternatifi olarak bir siyasi proje ile çıkmamıştır. Buna rağmen hala Ana Muhalefet Partisi olarak varlığını sürdürmektedir. Aslında bu durum, mevcut siyasetin özetidir.
Erdoğan’ı “Tek Adam” konumuna getiren de MHP ve 15 Temmuz karanlık sürecidir. Bu süreçte DEM Partisine de AK Parti’ye MHP ile ortak bir zemin hazırlamak ve yangına körük görevi yapmak düşmüştür. İdeolojik farklılıklarına rağmen AK Parti’nin ihtiyacı olan gerilim ve kutuplaşma DEM (HEP) tarafından sağlanmıştır.
Bu durumda iktidar ve muhalefet partilerinin, “suç ortakları” olarak tanımlanması neden yanlış olsun?
---
Türkiye’de partilerin ve siyasetin demokrasi iddiasından hızla uzaklaşmalarının gerekçelerini, resmî ideolojinin müdahalesi sonucu oluşan partiler arası bu karmaşık ilişkilere bağlamak mümkündür.
Merkez ve Muhafazakâr Demokrat bir parti olarak kurulan AK Parti’de, bu ilkelerden söz etmek artık mümkün değildir. Bir boyutuyla MHP’leşirken, bir başka boyutuyla da CHP’leşmektedir. Muhafazakarlığı ve demokratlığı erozyona uğramakla kalmamış, toplumu da erozyona uğratmıştır.
Benzer durum bütün partiler için geçerlidir. Gerektiğinde Kürt seçmen kitlesinin desteklediği DEM partisini CHP’den, Sağ parti olarak kurulan İYİ Parti’yi MHP’den ayırmak mümkün olmuyor.
Kurumsal, siyasal ve toplumsal yozlaşmaya en çok yol açan da partilerin statükoya dayanmaları ve söz konusu ilkesiz tutumlarıdır.
Bu ve benzer nedenlerden dolayı resmî ideolojiyi ve devletçi siyasi anlayışı sorgulamadan merkez-çevre veya ideolojik iddialarla kurulmuş siyasi partilerin nasıl şekillendiğini ve nasıl bir işlev gördüklerini doğru anlayamayız.
---
Bir siyasi oluşumun merkez veya çevreye göre konumlanması siyasi paradigma ile mümkündür. Türkiye’de 12 Eylül 1980 Askeri Yönetimle birlikte Siyaset; merkez ve çevre ya da toplumsal bir sınıf merkezli değil, kurumsal ve resmî ideolojiye göre şekillenmiştir.
Bu nedenle de merkez iddiasıyla kurulan partiler, zamanla çevre partisine, çevre iddiasıyla kurulan partiler de merkeze dayanabilir. Partilerin uzun ömürlü olmamalarının ve demokratik özgür siyasetin inşa edilememesinin önemli bir nedeni olarak bu zorunlu eksen kaymasını görüyorum.
Eksen kaymasının en somut ve açık örneği AK Parti’dir. Adalet ve demokrasi iddiasıyla kurulan ve yaklaşık 20 yıldır ülkeyi yöneten AK Parti’nin durumu içler acısı ve tanınmaz bir haldedir.
En önemlisi de AK Parti ile 1940’lara geri dönüldü. Muasır medeniyetler seviyesi ve AB Üyeliği iddiasından, medeniyet ve Avrupa düşmanlığına geriledi.
Her parti için söz konusu olan bu sapmalar görmezden gelinebilir mi?
Esas olarak özde yenilenen bir parti de yoktur. Mevcut partilerden muasırlaşmayı ve yenilenmeyi ilke edinmiş ve bu yönde mesafe almış bir partiyi örnek olarak veremiyorum.
Değişim ve Yenilenme, politikacıların veya Genel Başkanların değişmesiyle değil, yeni paradigmaların ve çözüm önerilerinin geliştirilmesiyle ancak mümkün olur.
Siyaset; yerli ve milli kalarak değil, kimliğini koruyarak, gelişerek ve muasırlaşarak yenilenir. Muasırlaşmayan siyaset çökmeye, çürümeye ve yozlaşmaya mahkumdur.
Çöküş ve çürüme, sadece Sağ-Muhafazakâr partilerin sorunu değil, Müslümanlık veya Sol iddiasındaki partiler için de geçerlidir. Demokratik Sol veya Sosyal Demokrat olarak tanımlayabileceğimiz bir parti var mı?
50 yılı aşkın bir süredir partileşen İslamcı geleneğin “muasırlaşmak” adına olumlu bir değişim geçirdiği iddia edilebilir mi?
Değişimi daha çok hamaset, dini istismar ve dinbazlık boyutuyla geliştirdikleri ortadadır. İbadet yeri olan camileri parti ve propaganda merkezlerine çevirdiler. Dergâh ve cami kapılarında Allah’la aldatmayı, takke ve tesbihle oy toplamayı muasır siyaset sanıyorlar.
Defalarca kapatılmasına ve yöneticilerine siyasi yasak gelmesine rağmen statükodan kopmamış ve inatla devletçi, yasakçı ve otoriter geleneği sürdürmektedirler. İdeolojik referanslarını geleneksel bir FIKIH anlayışına dayandırarak çağın çok gerisinde dinbaz bir siyaset tarzıyla ayırımcı, devletçi-İslamcı tezlerini savunmaya devam etmektedirler.
Allah’la aldatmayı siyasi bir yöntem seçen bu kesimin, 21. Yüzyılda ülkeye ve insanlığa bir yarar sağlaması mümkün mü?
---
Türkiye için mevcut siyasi partileri artık demokrasinin unsurları olarak görmüyorum. Tersine otoriter ve ceberut bir sisteme demokrasi ambalajıyla hizmet ettiklerini düşünüyorum.
Kurumsal ırkçılık ve dinbazlığın, iktidar ve muhalefetiyle, Sağ-Sol-Muhafazakâr-Milliyetçi veya İslamcı farkı olmaksızın mevcut partiler marifetiyle nasıl toplumsallaştığını görmemek basiretsizlik değil mi?
Daha açık belirtmek gerekirse, demokrasi, hukuk, adalet, ahlak gibi ilkesel iddialarla OY verilecek bir parti olmadığını düşünüyorum. Bu nedenle de 31 Mart Mahalli idareler seçiminde tercihim PARTİLER değil, ADAYLAR olacaktır.
---
Bu sürecin de 31 Mart seçimleriyle tamamlanacağını, iktidar ve muhalefet partilerinin yeni dönemde tamamıyla işlevsiz hale geleceğini ön görmekteyim. Bir kısmının siyasi sahneden çekilmek zorunda kalacağını düşünüyorum. Tasfiye olmaları da ülkenin ve milletin yararına olacaktır.
Yeni siyasetin inşası da ancak bu durumda mümkün olacaktır. İSTİBDAT ile HÜRRİYET arasında zorunlu bir tercihle karşı karşıya kalmadıkça demokratik siyaseti ve hukuk sistemini inşa etmek mümkün olmayacaktır.
Siyasi bir tasfiye gerçekleşmeden yeni bir siyaset inşası mümkün görünmemektedir. 31 Mart seçimlerinde muhalefet partilerinin sandık marifetiyle tasfiye edilmesi durumunda ancak zorba bir yönetimin alternatifi olarak yeni bir siyasetin zemini doğacaktır.
Demokrasinin önünü; devlete değil millete güvenen, millet iradesini ve hukukun üstünlüğünü esas alan hürriyet gönüllüleri cesur siyasetçiler açacaktır.
Bunun için de samimi bir demokrasi ve hukuk inancı, çoğulcu ve özgürlükçü bir paradigma, kalkınmacı ve adil bir rekabeti esas alan, siyasal ve sosyal barışı ilke edinen ahlaklı cesur siyasetçilere ihtiyaç olacaktır.
Umarım, 31 Mart seçimlerinden sonra popülist siyasetin dönemi bitecek, demokratik ve popüler bir siyasetin başlangıcı olacaktır.
Misafir