19 Mart 2024


'Herkese meydan okumayın, düşman kazanmama yoluna gidin…'



Haluk ÖZDALGA

A- A+

Başlangıçta Anadolu’da mevcut çok sayıdaki Selçuk beyliği arasında en küçüklerden biri olan Osmanlı Beyliği hepsini birleştirdi ve oradan bir dünya imparatorluğu çıktı. Daha güçlü ve büyük beyliklerin beceremediğini nasıl oldu da Osmanlı başardı?

Düşünmeyi tahrik eden bu soruya tarihçilerin verdiği ikna edici cevaplardan birine göre neden, Osmanlı Beyliği’nin Bizans’a komşu olması ve o nedenle dış dünyayla, özellikle Batı’ya doğru dış ilişkiler kurmak zorunda kalmasıydı. Yani dış ilişkiler doğuştan itibaren Osmanlı’nın genlerinde bulunuyordu.

Daha sonra 600 yıllık Osmanlı mirası, farklı kıtalarda sürdürülen köklü bir diplomasi geleneğinin taşıyıcısı oldu. 1793’te Londra’da ilk daimi büyükelçiliğin kurulmasını esas alırsak, 200 yılı aşan bir modern dış ilişkiler yönetimi tecrübesinden söz edebiliriz.

Yüz yıla yaklaşan Cumhuriyet döneminde bu geleneği, en iyi işleyen ve güçlü kurumlarımızdan biri olan Dışişleri Bakanlığı sürdürdü. Şimdi bu kurumda, içerde ve yurt dışında görev yapan 7000 civarında seçkin personel çalışıyor.

Varmak istediğim konu şu: Böylesine zengin bir mirasa ve muazzam imkanlara rağmen, nasıl oldu da dış ilişkilerimiz son yıllarda fil girmiş züccaciye dükkanına dönüştü?

Fuad Paşa 19. yüzyılda bu miras içinden yetişen en nitelikli devlet adamlarından biridir. Defalarca Sadrazam ve Hariciye Nazırı olarak görev yaptı. Bu dünyadan ayrılacağını hissettiğinde (1868), Sultan Abdülaziz’e sunulmak üzere bir Vasiyetname kaleme aldı. Bir taraftan uygar dünyayı yakalamak için reformlara kararlılıkla devam edilmesini, diğer taraftan dış ilişkilerin özenle sürdürülmesini öneriyor, bunu ayrıntılarıyla anlatıyordu.

Bu yazının başlığını birçok yönüyle güncelliğini koruyan o Vasiyetname’den aldım: “Herkese meydan okumayın, düşman kazanmama yoluna gidin…”

AKP sözcülerinin ve yandaşlarının sık sık yaptığı naif açıklamalar gösteriyor ki, kendileri de işlerin sarpa sardığının farkında. Sözüm ona neden, artık Türkiye’nin ilk kez bağımsız politika izlemeye başlaması imiş!

Bu bir bühtan. Atatürk, İnönü, Menderes, Demirel, Özal, Ecevit dahil Cumhuriyet dönemi boyunca görev yapmış farklı siyasi çizgideki iktidarların hepsi kendi bağımsız siyasetini izledi, hiç biri hiç bir dış güce bağımlı olmadı.

AKP sözcüleri bu çiğ savunmayla sadece kendinden önceki tüm siyasi partilere değil, kendisine de kara çalmış oluyor.

AKP ilk iktidar yıllarında örnek başarılar içeren bir dış politika izlemiş, uluslararası ilişkiler zirve yapmıştı. Acaba kendisi de o zaman ‘dışa bağımlı’ bir siyaset mi izliyordu?!

Batı

Türkiye’nin en önemli müttefiki ve en büyük küresel güç ABD’yle ilişkiler batık durumda. Amerikan siyasetinin geniş ademi merkeziyetçi yapısı içinde ender görülen bir şekilde; Beyaz Saray, Senato, Temsilciler Meclisi, Demokratlar, Cumhuriyetçiler, herbiri geniş hareket alanına sahip önemli bakanlıklar dahil hemen tüm önemli kurumlarda son derece olumsuz bir Türkiye bakışı egemen.

AKP defalarca AB üyeliğinin “birinci stratejik öncelik” taşıdığını ilan etti. Hukuk devleti ve bağımsız medyanın çökmesi, ülkenin büyük bir gazeteci hapishanesine dönmesi sonunda AB’de bu üyeliği ciddiye alan kalmadı. Artık beraber fotoğraf vermek konusunda bile isteksizler. Kendi birinci stratejik önceliklerinde fena halde çuvalladılar. AB-Türkiye ilişkileri bugün, AKP’nin iktidara geldiği 2002’nin dahi gerisinde.

İsveç Avrupa’nın orta boy, fakat siyasi etkisi daha geniş bir ülkesi. Oradan bir örnek verelim. Bu ülkenin milli meclisi Riksdag’da, radikal sağdan radikal sola, çevreciler ve dindarlar dahil pek çok görüşü temsil eden sekiz parti bulunuyor. Çok değil sadece 6-7 yıl önce bu partilerin tümü güçlü bir şekilde Türkiye’ye destek veriyordu. Şimdi hepsi karşı.

Türkiye-Rusya ilişkileri hep önemli oldu; bu konuyu bir başka yazıda ele alacağız. Ama Türkiye gibi orta boy bir gücün, Rusya ve ABD gibi iki büyük gücü birbirine karşı kullanma girişimi bir çaresizlik işareti ve yüksek riskli bir oyun. Bu risklerin milli çıkarların somut zararına dönüşmeye başlamasını S-400 ve F-35 kriziyle görmeye başladı

Ortadoğu

Ortadoğu’da hızla baş aşağı giden ilişkilerde Suriye krizi kritik bir dönüm noktası oldu. AKP’nin henüz cevabını veremediği en büyük soru şu: 2011’de Türkiye’nin hangi çıkarları, Suriye’de dışardan silahlı müdahaleyle rejim değişikliği projesine balıklama atlamayı gerektirdi?

Suriye krizi nedeniyle Türkiye’nin ödediği bütün bedeller, başlangıçtaki bu yanlış siyasetin sonucu olarak geldi.

Hezimetin mimarları şimdi sorumluluğunu başkalarına atıyor. Şam’a defalarca gitmişler, Esed’le saatlerce görüşmüşler, ama Esed onları dinlememiş! Daha sonra da kabahat, yine onları dinlemeyen Obama Yönetimi’ne ait. Çünkü Suriye’ye dönük kapsamlı bir askeri saldırı düzenlememiş!

Kendi sorumluluğunu hep başkalarına yansıtmak, kişilik olgunlaşması açısından sorun göstergesidir. Ayrıca bu açıklamalar bir başka yönüyle, Suriye’nin ve Obama Yönetimi’nin durumunu hâlâ doğru okuyamadıklarını gösteriyor.

Cevabı verilmemiş soru o kadar çok ki.

Türkiye’nin hangi çıkarları Arap dünyasının ve Afrika’nın en önemli ülkesi Mısır’a meydan okumayı gerektirdi?

Bunun nedeni General Sisi’nin darbe yapması olamaz. Çünkü Mısır’ın hemen güneyinde Sudan’da darbeci Albay Beşir’le kanka olan da kendileri.

Gerçek neden, Sisi’nin Müslüman Kardeşler (İhvan) iktidarına karşı darbe yapması, buna karşılık darbeci Beşir’in İhvancı olması.

Türkiye’nin hangi çıkarları, İsrail’e meydan okumayı gerektirdi?

Mısır ve İsrail’le ideolojik nedenlerle kavgaya tutuştuğunuzda, onların Doğu Akdeniz’de Kıbrıs Rumlarının yanında yer alacağı herhalde kolay öngörülebilir bir sonuç olmalıydı.

Irak’ta şartları doğru analiz edemeyen ve yakışıksız bir üslupla sürdürülen diplomasinin geldiği yer Bağdat’ta etkinin dibe vurması, en büyük ihracat pazarlarından birinin tıkanması ve milyarlarca dolar kayıp.

Arap Yarımadası’nda, Suudi Arabistan ve BAE’nin sert şekilde Katar’la sürdürdüğü çatışmada, Türkiye’nin hangi çıkarları nedeniyle militanca Katar tarafında yer aldınız ve diğerlerinin düşmanlığını davet ettiniz?

Düşünün ki, hem Arap ülkesi hem bölge ülkesi olan Umman ve Kuveyt bile, bu kavgada Türkiye kadar militanca taraflı davranmadı.

Bunun da nedeni tamamen ideolojik. AKP’nin Ortadoğu siyasetini büyük ölçüde Müslüman Kardeşler örgütüne endekslemiş olması.

İhvan’ı kullanarak İslam dünyasının lideri olacaklar! Zaten Türkiye’den başka lider olabilecek ülke yokmuş, açıkladılar. Bu amaçla konferanslar, toplantılar düzenliyorlar.

Ama İslam Dünyası o kadar büyük ve heterojen ki, hiçbir ülkenin lider olması mümkün değil. İkincisi, İslam dünyasının arayışı ve ihtiyacı kendine bir lider ülke bulmak değil; modernleşme, hukuk devleti ve insan haklarının gelişmesi.

Kırım Tatarları ve Doğu Türkistan Uygur halkı için dünyadaki en büyük dost Türkiye. Türkiye’nin çıkarları da Tatarlar ve Uygurlar ile dayanışmayı gerektiriyor. Yaptığı yanlışlarla uluslararası ilişkilerde kendini köşeye sıkıştıran AKP’nin şimdi Tatarlar ve Uygurlar konusunda sessiz kalıp üç maymunu oynaması, siciline yüz kızartıcı bir belge olarak geçti bile.

AKP’nin dış ilişkileri yönetme şekli, teknesine yol yaptıramayan kaptanı hatırlatıyor.

 

Acemi kaptanın eline düşmüş teknenin haykırışını, Edirne Belediye Bandosu hoş bir anlatımla şöyle seslendirir: Beş para ver / Beş para olmadı on para ver / Çabalama kaptan ben gidemem.

 

Yorumlar (0)



Bu makaleye ait yorum bulunmamaktadır