Van’dayım çeyrek asır önce olduğu gibi. Sağıma gölü, soluma dağları arıyorum. Bu şehri suyuyla, gölüyle seviyorum. Dağların ve suların arasında bir inci tanesi gibi bekler sakinlerini şehir. Gelen giden olur ama şehir dağlarıyla, gölüyle orada bekliyordur. Yollar uzar kısalır, yolcular değişir dönüşür ama şehir gölüyle dağlarıyla orada bekliyordur.
Çeyrek asırda çok şey değişmiş şehir. Şair gözlerimle Seîdê Kurdî’yi arıyorum. Biliyorum o buralarda bir yerlerde dualarıyla, himmetiyle, hasretiyle. Üstadın baktığını düşündüğüm dağlar tam karşımda. Tam yüz küsur yıl evvel üstat buralarda iken, Hak ve hakikat davasını göğüslemişken Birinci Cihan Harbi başladı. Üstat Ruslara esir düştü.
Sabah namazını merkezi Hazreti Ömer Cami’nde kıldık, cemaat bir elin parmakları kadar var, yok. Oysa parklarda geceleyip sabahı yapan onlarca genç insan var.
Sabah erken kalkıp yola koyulacaktım ama duş alıp çıkmam dokuzu buldu. Bedenim kütük gibi olmuş, iki saatte zor kalktım yataktan. Demek ki yol yormuş beni. Bu nasıl bir şey bilmiyorum. Ölüm korkusu sardı benliğimi. Bir anlık korku, bütün benliğimi sardı. Ve otelde her türlü insan vardı.
Çarşıda bir yol üstü çay ocağına oturdum. Bir çay içeyim, dedim. Yanımda genç bir adam… Baktım dertli, düşünceli, dalıp gidiyor. Kollarında dövmeler, jilet izleri. Tanıştık. İsmi Yunus’muş. Üç-dört ay evvel Ankara’dan Van’a gelmiş. Mesleği, erkek kuaförü… Bir-iki ay evvel evlenmiş. Bu esnada eroine bulaşmış, eroin almış, eroinman olmuş. Vanlı Ersin çetesi yüzünden. Yunus’a dedim ki, senin isminin Yunus olması tesadüf değil, ismini aldığın Yunus Peygamber’i, başından geçen olayları, Yunus peygamberin yaşadıklarını düşün, dedim ve ona Yunus Peygamberin kıssasını anlattım, onun hayatının üzerinden, ona şu mesajı vermeye çalışarak: Samimi olarak tövbe edersen, Allah tövbeni kabul eder, Allah seni tutar.
Yunus’la muhabbeti koyulaştırmışken Gever’den bir arkadaşımı gördüm, Recep. Daha doğrusu o beni gördü, çok sevindik, sarıldık. Gözlerimizin içi gülüyordu. Beş-on dakika oturduk, bir çay içimliği kadar, sohbet ettik, hasret giderdik, eski günleri, Geverli-Qertinisli günleri yad ettik. Güzeldi Recep ile karşılaşmak. Kaç yıl aradan sonra.
Recep ile konuşurken İstanbul ağrısı dolandı yine boynuma, sardı göğsümü görünmez kollarıyla, nefessiz kaldım, İstanbul demeseydim boğulacaktım, adeta. Bilmiyorum, bir şey çekiyor beni İstanbul’a, ne olduğunu bilmediğim bir şey. Ne zaman yaşamak için yolum düşecek İstanbul’a.
Birden kendimi İshak Paşa Sarayı’na, Ehmedê Xanî’nin türbesine gidiyor buldum. Beni oralara çeken bir şey var; hissediyorum. Hep aynı ağrı: Agirî. İçimdeki isyan hiç sükûnet bulmadı, hep akıp durdu Zilan. 1926-1932 en kanlı dönem. Sonra matem ve ağrı, kırılmıştı belimiz, Dersim’e kadar soluksuz bırakacaklardı bizi. Biliyorum, o tarihte oralarda olsaydım, binlerce defa öldürülecektim binlerce ölüyle beraber, aynı şimdi, burada olmama rağmen binlerce defa öldüğüm gibi o günlerde öldürülen her bir ölüyle. Büyük ağrı büyüklerin ölümlerine, Küçük Ağrı küçüklerin ölümlerine şahit. Biz böyle ölmeyi hiç hak etmiyorduk ama. Tek suçumuz Kürt olmak, Allah’tan gelen Kürtlüğü insanca yaşamayı istemek. Başka bir şey değil. Sırtımıza vurdular bölünme hançerini, eşkıya yaftasını. Manşetlere ismimiz Şaki atılmıştı artık, bir daha gelmezdi insanlık. Şakiydik, öldürülecektik. Nitekim öldürüldük de.
Yıllar oluyor ki bu yerlerin yanından geçip gidiyorum. Xanî’nin ismini duyuyordum ama ziyaret etmek bugüneymiş.
Xanî çocuklar için Nûbihar (Nûbehara Biçûkan), İslam’ın inanç esaslarını anlattığı İnanç Risalesi (Eqîdeya Îmanê), büyük aşk destanı Mem û Zin demek. Yani bütün bir geçmişim demek. Geçmiş tarihinin mühim bir kilometre taşı demek. Xanî tanınmadan, hayat hikâyesi ve dönemindeki etkisi bilinmeden buralar bilinmez, anlaşılmaz. Kuran ahlakıyla ahlak kazanmış güzel bir insan. İyi bir edip… İslam ve Kürt coğrafyasının tarihi köprülerinden biri… Xanî Selahaddin Eyyubî, Cudî, Cizîra Botan ile Bedirhanlar, Şeyh Said, Seîdê Kurdî, Hakkâri arasında bir köprüdür.
2003-2004 yılı olmalı. Cizre’ye gitmiştim, Melayê Cizirî’nin memleketine. Bir camiye gitmiştim, sanırım Mir Abdal Cami olmalı. Bir türbe gösterdiler. Dediler: Mem û Zîn. Baktım, içerisine girdim, iç içe geçmiş tek bir türbe, üzerine beton dökmüşler. Türbe ve çevresi bakımsız, kendi kaderine terk edilmiş. Ama iki kişinin tek bir türbesi olması dikkatimi çekiyor, iki beşerden tek ilaha geçer gibi. Bölgede hala Mem û Zîn’in türbesi olarak ziyaret ediliyor. İçeride kaldım, dua ettim. O zamanlar, Kürt tarihini hamasi duygularla okuyordum, derinlemesine yaşamıyordum. Ne de olsa serde gençlik var. Xanî deyince aklıma Hakkâri geliyor. Hakkâri de doğmuş, Van’da doğmuş, yoksa başka yerde mi doğmuş, değişik rivayetler var, ama kesin olan bir şey var, türbesi Doğubayazıt’ta. Xanî’nin hayatına baktığımızda ilk durak Hakkâri, ilk göz ağrım, esmer ilk göz ağrım. İkinci durak Cizre, sonra son durak türbe: Doğubayazıt… Arada gezilen, görülen, medrese eğitimi alınan diyarlar, Şam, Bağdat, Halep, İran, Mısır, Mezopotamya…
Anadilimin sıcaklığında bir sayha... Biliyorum, kürdîlihicazkâr bir kaderim var, gittiğim her yerde kendini belli eden, açığa vuran, gizleyen. Kaderimden kaçamam, düşüncesi dahi doğru değil. Zalimler tarafından yok edilmeye çalışılmış, sömürgece güçler tarafından talan edilmiş kürdîlihicazkâr bir halkız ve yıllar öncesinden aldığım bir kartpostaldaki Pablo Neruda türküsü düşer hatırıma. Buğdayın Türküsü
“…Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de
Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde.”
Çaldıran
Güzel bir yaz hatırası, hiç unutulmaz, tadı damağımda ve hafızamda kalacak olan. Can havliyle kendimizi dışarıya attık. Dışarıda siyah bulutların ağzında bizi bekleyen bir yaz yağmuru, kalbimde Arzuların Tercümesi’nden birkaç satır: Sevdiğin göğüs kemiklerinin arasındadır, nefeslerin onu bir o yana, bir bu yana atmaktadır.
Doğululara has kaçak çayımı yudumlarken yağmur atıştırmaya başladı. Bursa armudu yerken yağmur gözüme, yüzüme doldu. Yaz sıcakları iyice bunaltmıştı. Yağmur ve şiir iyi geldi, beni kendime getirdi.
İşte yine güneşin doğduğu tarafa gidiyorum, aklımın bir ucunda İstanbul düşleri. Sezinliyorum ki İstanbul bütün bir geçmişin muhasebesi, yeni ve son hayatımın başlangıcı. Hicaz’a gidip de dönmemek hayalim ve hakkım hep saklı kalacak. Belki bir gün kullanmak nasip olur. Doğubayazıt-İstanbul-Hicaz arasında bir bağ var, göremediğim. Belki bir gün görmek ve yaşamak nasip olur. İsim: Ehmed. Künye: Xanî. Xanî’yi Ehmed isminde buluşturan sır neydi. Ve neredeler şimdi bütün güzel insanlar. Onların izini sürüyorum, onları merak ediyorum. Bir an için yeryüzünde göründüler, sonra da birden ait oldukları yerlere döndüler. Ben de aynı anın içindeyim. Sonra…
Ehmedê Xanî Camii-Doğubayazıt
Öğle namazı için camiye geldim. Abdestimi almıştım ki avludaki bankta oturan Kek Selahattin’in sorusuyla irkildim: İnsanlarda neden merhamet yok. Aynen, kelime kelimesine böyle dedi. Afalladım. Bir mesaj vardı bu sözde, bana söylenilmek istenen. Yolculuğumun bu yerinde verilmek istenen bir mesaj… Ne yapmalıydım? Nasıl davranmalıydım? Öyle bir şey yapmalıydım ki, insanlarda merhamet bitmediğini göstersin, beni de merhametlilerden, merhamet edilenlerden eylesin.
Ki abdesthaneye giderken beni yediklerinden yemeye davet etmişti. Israrla, samimiyetle. Elinde bir dürüm… Burada neler oluyor? Ben neden buradayım? Sorularını daha ciddi biçimde kendime sormaya başlamıştım? Camide Kuran okuyup ağlayan bir genç, sesini duyuyoruz. Kıyametin provası mı yapılıyor burada.
Kek Selahattin perişan bir halde, üzerinde eski, kirli bir perişan var. Ona Allah’ın rızasını vesilelerle arayanlardan merhamet olduğunu söyledim. Delilim: “Hem namazı kılın, zekâtı verin ve peygambere itaat edin ki rahmete eresiniz. (Nur; 56).
Dedi: Demek ki kıldığımız namaz, namaz değil, zekâtımızı vermiyoruz, gerçekten peygambere itaat etmiyoruz, bu yüzden Allah’ın rahmetine erişemiyoruz, birbirimize merhamet etmiyoruz, düşmüşlere, yoksullara yardım etmiyoruz. Bizim kurtaracak olan bellidir: Dosdoğru namaz kılmak, zekâtını tastamam vermem, her şeyimizle ve her şeyimizde peygambere itaat etmek, peygamberin yolunda gitmek.
Kürtleri eleştirdi, akıllarını başına almadıklarını söyledi.
Kek Selahattin’in Hayatını Hülasa Eden Sözleri: Yerin altında da bir dünya var. Mülk Allah’ındır, dilediğine verir, kimse karışamaz, kimse hesap soramaz. Dilediği zaman yakar, yıkar; hikmetini evliyalar bilir, onlar da açıp da ağzını tek kelime etmezler. İnsanın kıymeti kalmamış, evlat gayet normal bir şeymiş gibi babasına karşı çıkıyor. Namazı kılmalı, Allah yolunda gitmeli. Evlenmediğime pişmanım. Evlenmediğim için kafayı yedim, böyle pimpirikli biri olup çıktım.
Git namazını kıl, gel, dedi. Israrla yine, bir babanın evladına söylemesi gibi... İtiraz etmedim, tamam, dedim.
Namazdan sonra yanına oturdum. Onunla tam unutulmaz ve zahmetli iki saat geçirdim. Sorun şuradaki onunla yaşadığımı bu iki saati nasıl anlatacağım. Gerçekten bilemiyorum, çok zor bir durum. Evvela kendisini biraz anlatmaya çalışayım. Sinir hastası, titizlik takıntısı var. Karmakarışık, akli dengesini yitirmiş olduğu söylenebilir. Benden üç şey istedi. Kışlık bir eşofman, kazak ve çorap… Pijama ve çorap çok kolay oldu, Viar’dan hemen alıp geldim, beğendi, renksiz, kokusuz, tatsız bir yüz ifadesiyle. Bir kazak kalmıştı ve asıl çilemin kazakta olduğunu bilmiyordum. Viar’dan aldığım kazağı beğenmemişti. Onu geri götürdüm. Başka yere götürdüm, siyah bir kazak aldım, kaliteli bir şey. Leke alır, beğenmedi, geri götür, dedi. Allah Allah! Nerde görülmüş siyah kazağın leke aldığı. Biz tam tersini biliyorduk ama, neyse. Ya sabır, dedik, daha yolun başındayız. İkinci sefer aynı yere gittim, siyah beğenmediyse beyaz kazak alayım, dedim, aldım da. Gariptir, bu da çok beyaz, leke alır, geri götür, dedi. En azından beyazın leke aldığı noktasında anlaşmıştık, bu iyi bir şeydi. Değerlendirmek gerekirdi.
Üçüncü seferde bisikletli bir çocuğu çevirdim, dükkâna doğru gittik. Giderken çocuk bisikletle bir arabaya çarptı, arabayı çizdi, geçti. Bu sefer de mavi bir kazak aldım. Bunu da ince diye beğenmedi. Git, ilk aldığın i siyah kazağı al, hem o kaliteli, dedi. Kaliteli olduğunu ben söylemiştim, sırf onu ikna etmek için. Gerçekten de kaliteliydi. Gittim, ben sabrım da taşmak üzereydi. Dükkân sahibi genç beni görünce sinirlendi, al dedi kardeşim paranı. Paramı verdi, kazağını aldı. Parayı getirip olduğu gibi anlattım ve Kek Selahattin’e verdim. Kazağı kendin alman daha doğru, dedim.
İşte iki saatim böyle geçmişti, inanılmaz, akıl almaz ve sıra dışı bir koşuşturmanın içinde. Çıktım gittim. Bir daha karşılaşır mıyız yeryüzünde karşılaşmaz mıyız, Allah bilir.
Misafir