İslamiyetin Tam Anlamıyla Yaşanması Mükemmel İnsan Modeliyle Mümkün Olabilir.

İslamiyetin Tam Anlamıyla Yaşanması Mükemmel İnsan Modeliyle Mümkün Olabilir.

25 Ocak 2023   /   1 yıl önce 0


Sivil Siyaset Hareketi yazarlarından, Faik Öcal'ın Yolcu Dergisi'nin 105. Sayısı için Doç. Dr. Ömer Cide ile gerçekleştirdiği röportajı dikkatlerine sunarız. 

 

 

Tarih felsefesini İslam ile beraber düşünmek gerekir. Belki de İslam coğrafyasında ortaya çıkan bütün sorunların sebebi de budur: İslam’ı tarih felsefesi olmadan düşünmek.

Tarih felsefesiz İslam olabilir mi?

İslam coğrafyası sorunlarından nasıl kurtulabilir?

İktidar ve ‘ben’ ilişkisi nasıl olmalıdır?

Ömer Cide Hocamıza bu konuyla alakalı birçok soru sorduk. İstedik ki beraber aydınlanalım, ortak akılmızı birlikte harekete geçirip sorularımıza çözümler arayalım. Çözüm bulamasak bile düşünelim, üzerine kafa yoralım. 

 

Hocam öncelikle bize kendinizi tanıtır mısınız?

1978 yılında Şanlıurfa’nın Siverek ilçesine bağlı Çaylarbaşı (Herheri) köyünde doğdum. İlkokulu köyümde, ortaokulu Siverek İmam Hatip Lisesi’nde, lise öğrenimimi ise Gaziantep Ömer Özmimar İmam Hatip Lisesin’de tamamladım. 2001 yılında Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldum. 2007 yılında yüksek lisans, 2013 yılında doktoramı aynı üniversitede tamamladım. 2002-2005 yılları Hakkari İmam Hatip Lisesi, 2005-2008 yılları arası Kayseri Tomarza İmam Hatip Lisesi, 2008-2014 yılları arası Erdemli İmam Hatip Lisesi ve Erdemli Çamlı İlköğretim okulunda öğretmen ve idareci olarak çalıştım. 2014’ten bu yana Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’de çalışmaktayım. Evli ve 4 çocuk babasıyım. 

Batıda objektivizm ve rasyonalizme, eleştiri ve karşılaştırmaya; çok kültürlülük ve farklı bakışlara dayalı tarih felsefeciliği geleneği var. Bizde şovenizm ve hamasate, slogancılık ve propagandaya; duygu ve hissiyata dayalı bir tarih yazıcılığı var. Ne dersiniz?

 İnsanın olduğu yerde %100 objektiflikten bahsetmek çok zordur. Yapımız gereği, sevgi ve nefret duygularını taşıyoruz. Bizi dolaylı veya doğrudan etkileyen bir konuda objektif olmamız neredeyde olanaksızdır. Batı’nın objektif olduğu fikrine tam anlamıyla katılmıyorum. Gerek Batı gerekse Doğu olsun her devletin bir ideolojisi vardır. Tarihini bu ideoloji doğrultusunda şekillendirir. Bireysel olarak bazı tarihçiler bir konuda objektifliğe yakın olsa da bu durum Batı’nın bütün tarihçilerin nesnel düşündüğünü söylemek için yeterli değildir.

 İşin diğer bir boyutu kime göre objektif neye göre objektif? Örneğin Batılı yazarlar Hz. Muhammed’e (sav) karşı objektif midir? Batı Osmanlıya karşı objektif midir? Veya İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından alınmasını kim nasıl değerlendirir? Batılı bir tarihçi ile Müslüman bir tarihçi olaya aynı şekilde bakabilir mi? Tarihçi, içinde yaşadığı toplum, bağlı olduğu kültür ve aldığı eğitimden etkilenir. Bu bir noktaya kadar da doğal kabul edilir. Ancak asıl sorun tarihin bilerek çarpıtılması meselesidir.

 Meselenin somut bir hâl alması için Osmanlı tarihi hakkında eser kaleme almış iki tarihçiyi ele alalım. Herbert Adams Gibbons ve Anthony Dolphin Alderson. Gibbons’un Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu adıyla yayınlanan eserinde Osmanlı devleti hakkında tezlerinin birçoğunun zorlama olduğu belki de tarihin tahrifi şeklinde de yorumlanacak bir düzeyde olduğu görülür. Doğal olarak Gibbons fazlaca eleştiriye maruz kalmıştır. Biz de Osmanlının Kuruluşunu Anlamak adlı eserimizde bu konuya genişçe yer ayırdık. Ancak Batılı diğer bir yazar olan Alderson Bütün Yönleriyle Osmanlı Hanedanı adlı eserinde farklı bir yaklaşım sergilemiştir. Osmanlı kaynaklarından uzunca bir süre araştırma yapmış ve olayı büyük oranda anlamaya çalışmıştır. Bu iki tarihçi de Batılı’dır. Verilen örneklerdende anlaşılacağı gibi Batılıların objektif olduğu Doğulu tarihçilerin sübjektif olduğu şeklindeki toptancı bir kabulün doğru olmadığı kanaatindeyiz. Buna karşılık Türk bir tarihçi olan Halil İnalcık hocamız Osmanlı tarihini ideale yakın bir uslupla ele aldığı kanaatindeyim. Burada devletlerin idelojik politikalarına göre hareket eden tarihçiler ile bu sisteme dâhil olmayanları birbirinden ayırmak lazım. Türkiye örneğine bakacak olursak ideolojiye göre tarih yazmaları olduğu gibi birbirine taban tabana zıt tarih yazmalarının da olduğu görülmektedir. Batılı tarihçiler objektif, Doğulu tarihçiler değil şeklinde bir genellemenin doğru olmadığı kanaatindeyiz.

Evet hocam, anlaşıldı. Tarih felsefesi bizde yok. Bence en büyük eksikliğimiz bu: Tarihi olayları nedenleri ve sonuçları bağlamında nesnel değerlendirmeden yoksunuz. Katılır mısınız?

 Tarih felsefesi disiplin olarak 18. Yüzyılda ortaya çıkmıştır. Batı’da çıkması da anlaşılır bir durumdur. Çünkü söz konusu yüzyıl Batı’nın Bilim ve Teknikte gelişim gösterdiği bir dönemdir. İnsanlık medeniyet birikimini kullanan ve onun nimetlerinden yararlanan Batı büyük bir iştiyakla yeni bilgileri arama gayretini sürdürmkteydi. Söz konusu dönemde İslam dünyası gerileme evresini yaşamaktaydı. İslam toplumunun en büyük temsilcisi olan Osmanlı gerilemenin sebebini ilk başlarda kendi iç nizamlarının bozulmasına bağlamıştır. Bu konuda Koçi Bey Risalesi örnek olarak incelenebilir. Diğer yandan Batı’nın gelişimi yeterince dikkate alınmamıştır. Osmanlı Batı’nın ilerlediğinin farkına vardığında ise meselenin askeri alanda gerçekleştiğini düşünerek o alanda ıslahatlar yapmaya çalışmıştır.

 Toplumların ilerlemesi eğitim kurumlarıyla mümkündür. İslam dünyasının eğitim kurumları kendilerini yenileme imkânı bulamamıştır. Yetişmiş insan kaynağının birinci sağlayıcısı olan eğitim kurumlarının gerileyişi devletin de geriye doğru gitmesine sebep olmuştur. Endüstri devrimini gerçekleştiren Batı, ihtiyaç duyduğu enerji kaynaklarının birçoğuna sahip olan Osmanlı topraklarına göz dikmiş tabiri caiz ise toparlanmasına müsaade etmemiştir. Akabinde parçalara ayrılan İslam toprakları Batı’nın gelişmiş teknoloji ve askeri gücüne karşı koyamamıştır.

 Genelde İslam dünyası özelde ise Osmanlı devletinin felsefeye karşı sergilemiş olduğu olumsuz tavır bu bilimin gelişmesine engel teşkil etmiştir. Felsefeyle ilgilenen kişileri zındıklıkla suçlayan bu yaklaşım Osmanlı ve İslam dünyasında felsefenin gelişme zemini bulamamasına yol açmıştır. Hatta günümüzde İlahiyat Fakülteleri üzerinde yaşanan tartışmaların bir bölümü bu fakültelerde Felsefe derslerinin okutuluyor olmasından kaynaklanmaktadır. Toplumsal değişimlerin uzun süre aldığı bir gerçekliktir. İnsanlık tarihi için iki yüz veya üç yüz yıl çok uzun bir zaman dilimi değildir. Batı’nın bilim ve teknolojide ilerlemesi asırlar almıştır. Bu bağlamda düşündüğümüzde yeni bir disiplin olan Tarih Felsefesinin İslam dünyasında yaygınlık kazanmamış olması anlaşılabilir bir durumdur.

 Ancak Kur’an’da Sünettullah olarak tabir edilen ve değişmeyeceği bildirilen sosyal kurallar vardır. Yani insanoğlunun aynı davranışlarının benzer sonuçlar doğuracağı esasına dayanmaktadır. Müslümanların dünya bilim tarihine katkı sundukları dönemde bu konular tartışılmıştır. İbn Haldun’un nazariyeleri Tarih Felsefesi açısından oldukça önemlidir. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Özellikle son yıllarda Türkiye’deki üniversitelerin İlahiyat ve Tarih bölümlerinde Tarih Felsefesi dersi okultulmaktadır. Ayrıca bu alana dair eserler ele alınmaktadır. Bir İslam tarihçisi olarak, Lisans, Yüksek Lisan ve Doktora dönemlerinde Tarih Felsefesi dersini aldım. Bunu iyi bir gelişme olarak görmemiz gerektiği kanaatindeyim.   

Yani daha yolun başındayız. Walter Benjamin “Tarih Kavramı Üzerine” adlı eserinde şunu söyler özetle: Hiçbir kültür ürünü yoktur ki aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın ve kültür ürününün kendisi gibi elden ele aktarılma süreci de nasibini bu barbarlıktan almasın. Burada iki husus dikkatimizi çekiyor. Birincisi, kültür ürünün kendisinin bir barbarlık belgesi olması… İkincisi, kültür ürünün toplumsal dönüşüme uğrarken de barbarlıktan nasibini alması.  Hal böyleyken biz herhangi bir kültür ya da uygarlığın saflığından ya da medeni olmasından bahsedebilir miyiz? Bir sanat eseri (Notre-Dame Kilisesi, Nemrut heykelleri, Mısır piramitleri vs.) ya da bir kültür ürünü (yazılan kitaplar vs.)  o medeniyetin iyi ve yüksek bir medeniyet olduğunun kanıtı olabilir mi? İnsanlık tarihine baktığımızda gerçekten de masum insanların kanıyla yıkanmamış bir sanat eseri ya da kültür ürünü var mı?

 Öncelikle barbarlık kavramının ne olduğu meselesine eğilmek gereklidir. TDK’da: Uygurlaşmamış, ilkel, kaba ve kırıcı kişi anlamına gelmektedir. Bu bağlamda bir soru ise bu insanlar barbar değildir. Ancak kasıt, medeniyetin maddi unsurları (yapıtlar) meydana getirilirken gaddarane bir tavır takınılmasıyla konu tartışılabilir.

 Kültür ve medeniyet içe içe olan iki kavram olmakla beraber farklı şekillerde tanımlanmışlardır. Kültür ve medeniyet insan ürünü olan değer, yaşam, düşünme ve davranış biçimleri ile maddi-manevî bütün eserlerini kapsamamaktadır. Burada kasıt insanlığın miras bıraktığı yapıtlar ise kişinin bakış açısına göre değişik şekillerde yorumlanmaya müsait olur. Mısır Piramitleri, Nemrut Dağın’daki heykeller, Cin Seddi, Ayasofya, Sultan Ahmed… Bu yapıtların yapılış amacına bakmak lazımdır. Kendilerini tatmin etmek için mi yoksa başka bir amaca mı matuftur. Elbetteki cevaplar farklı farklı olacaktır. Bu yapıların yapımında hayatlarını kaybedenlerin sayısı oldukça fazladır. Bu barbarlık olarak tanımlanabilir mi? Büyük yapıtların yapımında zulum, eziyet ve cebren bir çalıştırma varsa, neye mal oursa olsun eserin yapılması istenmişse burada yanlışlardan bahsedilebilir. Fakat meselenin doğasında bu tür ölümler ihtimal dâhilinde ise farklı şekilde değerlendilebilir. Meseleyi somutlaştırırsak, insanların elektiriğe ihtiyacı vardır. Bunun için baraj, termik santral, enerji nakil hatları ve büyük teknik bir alt yapıya ihtiyaç duyulmaktadır. Barajlar inşa edilirken ölenler olduğu gibi enerji hatları tamir edilirken de ölenler olmaktadır. Neticede bunun için bir iş gücüne ihtiyaç vardır. Bu iş yapıldığında ne kadar tedbir alınırsa alınsın ölümler olmaktadır. Elektirik akımına kapılıp ölenler olduğu gibi, termik santrellerin saldığı zararlı dumanlardan insanlar ölmektedir. Bu durumu barbarlık olarak niteleyebilir miyiz? Başka bir örnekle devam edelim. Konutlara ihtiyacımız vardır. Bunun için de iş gücüne gereksinim duyulmaktadır. Malum olduğu üzere iş kazalarında ölen insanların sayısı oldukça fazladır. Bu durumda inşaat işini barbarlık olarak tanımlayabilir miyiz? Bunun yanında bazı yapıtların inşaası esnasında binlerce insan zorla çalıştırılmış ve birçoğu hayatını kaybetmiştir. Bugün belkide bu yapıtlar önemli simgeler hâlini almışlardır. Burada barbarlıktan ziyade zulümden bahsedilebilir. Bütün bunlara rağmen genellemeci bir yaklaşımın doğru olmadığı kanaatindeyim.   

Niyet önemli.

-Evet.

Milatan sonra 528’de sırf pagan okulu olduğu gerekçesiyle Platon’un yüzlerce yıllık Akademi’sini kapatan Bizans imparatoru Justinianus istemeden de olsa Akademi’den kaçan bilgin ve filozofların İslam coğrafyasında (Harran’dan Bağdat’a)  bir aydınlanma hareketinin ortaya çıkmasına neden olmuştu. Bu da aşağı yukarı Emevilerin son dönemlerine ve Abbasilerin kuruluş aşamasına tekabül eder. İslam medeniyeti olarak gerçekten Platon’un Akademi’sinin bilgin ve filozoflarından faydalanabildik mi?

 Kur’an’daki tarih anlatımı döngüsel bir yapıya sahip gözükmektedir. İslam dünyasındaki tarihçiler de meseleye aynı çerçevede bakmaktadır. İbn Haldun’da ifadesini bulan; devletler (veya medeniyetler) insan gibidirler; doğar, büyür ve ölürler. Buna karşılık Pozitivizim çizgisel bir ilerlemeye inanmaktadır. Onlara göre sürekli bir ilerleme söz konusudur. Ancak İbn Haldun medeniyet ve devletleri kendi iç döngüleri içerisinde değerlendirmektedir. Bir devlet veya medeniyet doğuş aşamasında iken başka bir medeniyet veya devlet zirve merhalesini başka bir medeniyet ise batış aşamasını yaşayabilmektedir. Bu farklı evreler aynı zaman diliminde gerçekleşmektedir. Bu bağlamda değerlendirdiğimizde insanlığın ortak mirası olan bilgi birikimi ilerlemeci bir görünüm arz etmektedir. (Bilimin de önceki bazı dönemlerde yüksek olduğu tezini yok saymıyoruz.)

 Ancak bu ortak mirasa sahip çıkan ve belli dönemlerde onun nimetlerinden yararlanan devlet veya toplulukların yükseliş ve düşüş göstermesi döngüsel olarak kabul edilebilir. Bu bağlamda Platon ve diğer filozofların bilgi birikimleri yükseliş evresinde olan topluluklar tarafından işlenmiş ve ondan istifade edilmiştir. Tabiki istifade dereceleri farklılık arz edebilir. Bu minval üzerinden durum değerlendirildiğinde Emeviler döneminden başlayan ve Abbasiler döneminde artarak devam eden tercüme harketleri bir müddet sonra İslam Felsefesinin oluşmasına başlamış ve dünya çapında ilim ve bilim insanı ortaya çıkmıştır. Farabî, İbn Sina, Harezmî ve daha birçok düşünür bu canlı ve hareketli fikir ortamının ürünleridir. İslam dünyasında söz konusu asırlarda, Yunan, Çin, Fars, Hint ve diğer medeniyetlerin miraslarından yararlanmıştır. Dolaysıyla İslam dünyasının o dönemlerinde söz konusu filizofların bilgisinden istifade ettiğini söyleyebiliriz.

 Belki bu konular genel itibariyle tarih anlatımlarının siyasi çekişmeler üzerinden anlatılmasından kaynaklanmaktadır. Siyasi alandaki çekişmelere fazlasıyla dalan tarihçiler Emevî ve Abbasi dönemi sosyal, kültürel ve ilmi hayatı gereği gibi yansıtmamışlardır. Öyle anlaşılıyorki ilmi ve sosyal hayatta muazzam bir hareketlilik var ancak tarih siyasi yönüyle anlatıldığı için olayın diğer yüzü yeterince gün yüzüne çıkmamış veya siyasi anlatımın gölgesinde kalmıştır.  

Görüyoruz ki Peygamberimizin vefatından sonra hep Arapçılığa dayalı İslam, Farisiliğe dayalı İslam, Türkçülüğe dayalı İslam gibi İslam’ı özünden uzaklaştıran milliyetçi yaklaşımlar İslam coğrayasına hâkim olmuş. İslam adına ortaya çıkan her devlet İslam’ı ulusal menfaatleri için kullanmış. Ki bu Siyasal İslamcılık olarak görülüyor. Sizin bu konudaki görüşlerinizi alabilir miyiz?

 Öncelikle Siyasal İslamcılığın ne olduğu ve nasıl ortaya çıktığı konusu üzerinde durmak lazımdır. Kavram 20. Yüzyılın üçüncü çeyreğinde ortaya çıkmış özellikle Batılıların üretmiş olduğu bir kavramdır. Martin S. Kramer 1980’li yıllarda Siyasal İslam kavramını kullanmıştır. Yine 90’lı yıllarda Oliver Roy’un “Siyasal İslam’ın Başarısızlığı”, John L. Esposito’nu kaleme aldığı “Siyasal İslam: Devrim, Radikalizm ya da Reform” adlı eserler zikredilebilir. Temelde meseleye bakıldığında Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” bağlamında İslam’ın ve Müslümanların egemen Batı Medeniyeti karşısında konumlandırılmasını esas alan bir tavırdır.

 Siyasal İslam ve siyasal İslamcılar tanımlaması, Müslümanların ortaya attığı bir kavram olmayıp bu tanımlamayla, Müslümanları ötekileştirmeye, toplum nezdinde onları dışlayıp marjinalleştirmeye çalışanlar tarafından yapılan nitelemelerdir. Neden siyasal Hristiyanlık, siyasal Yahudilik, siyasal Hinduizm vb tanımlamalar yok iken Siyasal İslam kavramından bahsedilmektedir? Dolayısıyla Siyasal İslam kavramını doğru bir niteme olarak görmediğimi söyleyebilirim. 

 İslamiyet, kendi ilkeleri doğrultusunda devlet yönetme biçimi ortaya koymuş bir dindir. Bunun pratik örneği İslam Peygamberi Hz. Muhammed (sav) tarafından Medine’de bizzat pratiğe dökülmüş ve Dört Halife döneminde devam ettirilmiştir. Sonraki dönemlerde eksiğiyle gediğiyle İslam ilkeleriyle yönetilmiş onlarca devlet olmuştur, olmaya da devam edecektir.

 Sorunun diğer bir boyutuna gelince Arap İslamı, Türk İslam veya Fars İslamı. Öncelikle şunu belirtmek isteriz ki, İslamiyet’in ilk pratiğini Arap kültürü üzerinden gerçekleştirmiştir. Çünkü Hz. Muhammed (sav) Arap bir kabileye mensup olup, Arabistan’da doğup büyümüş ve risalet görevini aynı yerde ifa etmiştir. Kur’an’da geçen konuların birçoğu o tarih döneminde ve coğrafyasında yaşayan insanların kültür ve yaşayış biçimleriyle alakalıdır. Bu durum nasıl ki İslamiyeti Arap dini yapmadığı gibi farklı kültürlere ait bazı anlayışların veya dini yorumlamanın da İslamiyeti o kültürün dini yaftasını gerektirmemesi gerekir. Milletlerin kültürleri yaşayış biçimleri birbirinden farklı olmaktadır. Dolayısıyla İslamiyeti anlama va yaşamada bazı farklılılar olması doğaldır. Buradaki temel ölçü Allah’ın koymuş olduğu sınırların dışına çıkılmaması meselesidir. Hududullah olarak ifade edilen bu ölçü belli oranda farklılıklara müsaade etmektedir. Bu bağlamda dinin sabiteleri ve değişkenlerinin neler olduğu konusu gözardı edilmemelidir.

 Benim kanaatim meselenin insan eksenli değerlendirilmesidir. Din algısı aynı ırka mensup insanlar arasında bile farklı şekillerde yorumlanmaktadır. Bu yorumlamaların birçok sebepleri olduğu söylenebilir. Eğitim düzeyi, sosyo-kültürel yapı, dini metinlerin kendi yapılarından kaynaklanan sorunlar, ideolojik yaklaşımlar vb. bütün bu değişkenler gözönünde bulundurulduğunda aynı toplum içerisinde de çok ciddi farklılaşmaların olduğunu söyleyebiliriz. Farklı anlayışlar beraberinde gruplaşmaları getirmektedir. Hatta aynı gruplar içinde bile farklı yaklaşımlar sergilenmektedir. Meseleye bu yönüyle yaklaştığımızda herkesin yüzde yüz aynı kabul ettiği dini anlayıştan bahsetmek imkan dahilinde değildir. Bu realiteyi Kur’an şöyle ifade etmektedir:  ”De ki: Herkes kendi mizaç ve karakterine göre iş yapar. Rabbiniz kimin doğru bir yolu tuttuğunu çok iyi bilmektedir.” (İsra 84)

Yine belirtelim, farklı algı dinin sabitelerinde ise burada bir sapma vardır. Ancak değişkenlerde farklılaşma varsa sorun olmasa gerektir. Sonuç olarak dinde farklı yaklaşımların olması insan tabiatıyla bağlantılı olarak değerlendirilmelidir. 

 Dört halife döneminde Hazreti Muhammet toz duman içinde kalmıştı. Sahabeler arasında çıkan iktidar hırsına dayalı şahsi husumetler yüzünden de Allah’ın Kuran’ı ve Peygamberimizin Sünnet’i görünmez olmuştur. Emeviler peygamberimizin üzerine toprak attılar. Abbasiler toprağın üzerinde tepindiler, dümdüz ettiler. Sonrasında her millet kendine göre bir Muhammet yarattı ve yarattığı Muhammet’i toprağın üzerine koydu. Muhammet aslından esasından koparılarak putlaştırıldı. Hakiki Muhammet nerede? Hakiki İslamiyet’i nasıl yaşabiliriz? Her ikisini yeniden nasıl birleştirip yaşayabiliriz? Mümkün mü?

 Dört Halife dönemi için Kur’an ve Sünnet’in toz duman altında kaldığını söylemek büyük bir yanılgı olur. Ne Hz. Ebu Bekir ne de Hz. Ömer’de böyle bir hırstan bahsedilebilir. Doğal olarak Hz. Peygamber’den sonra kimin başa geçeceği insanlar arasında konuşulmuştur. Bunun bilinen örneği Hz. Peygamber’in (sav) amcası Abbas’ın, Hz. Ali’den kendisinden sonra kimin başa geçeceğini sormasını istemesidir. Ancak Hz. Ali bu teklifi reddetmiş yine de Hz. Peygamber’den sonra yönetme görevinin kendisine verileceğini düşünmüştür.

 Hz. Peygamber’in (sav) vefatı Müslümanlar arasında büyük bir şok etkisi oluşturmuştur. Ensar, Medine’nin sâkinleri olması münasebetiyle hilafetin kendi hakları olduğunu düşünüyorlardı. Bundan dolayı da Sa‘d b. Ubade’yi halife seçmek üzere toplanmışlardır. Olaydan haberdar olan Hz. Ebu Bekir, yanına Ebu Ubeyde b. Cerrah ve Hz. Ömer’i alarak Benî Saide gölgeliğine gitmiştir. Burada yaşanan tartışmaların sonunda Hz. Ebu Bekir hilafet makamına getirilmiştir. O, Hz. Ömer veya Ebu Ubeyde b. Cerrah’tan birinin halife olmasını isterken, ikisi birden ona biat etmişlerdir. Sa‘d b. Ubade hariç diğer bütün ashab biyat etti. Haşimoğulları gecikmeli de olsa biat etmişlerdir.

 Bu seçim ashabın olgunluğunu göstermesi açısından önemli bir sınanmaydı. Kanlı bir mücadeleye sahne olacak bir mesele küçük sayılacak bazı tartışmalarla ve kısa sürede çözüme kavuşmuştur. Günümüzde muhtar seçimlerinde bile ölümler olurken hilafet meselesinin önemli bir sorun yaşanmadan gerçekleşmesi takdir edilmesi gereken bir durumdur.

 Sahabe ile ilgili değerlendirme yapıldığında onların insan olduğu gerçeği gözardı edilmemelidir. Gerek Hz. Ebu Bekir ve gerekse Hz. Ömer hilafet görevini arzulayarak ifa etmiş değillerdir. Hz. Ömer’e oğlunu halife olarak atamasını tavsiye eden kişiye: “Ben bu işe getirildiğimden dolayı sevinip de hamd etmiş değilim. Bunun için de kalkıp ikincisini kurban mı edeyim? Eğer bu iş hayırlı bir iş ise zaten ailemizden birisi bu işe erişti. Eğer şerli ise Allah bunu bizden gidermiş oldu. Ben bu iş için nefsimi ve kendimi zora soktum ve aile efradımı birçok şeyden mahrum ettim. Şayet bu işten böyle günahsız ecirsiz olarak kurtulacaksam ne mutlu bana” demiştir. 

 Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer ile ilgili çok fazla örnek vardır ancak platform buna müsait olmadığı için bu kadarıyla yetinelim. İlk iki halifenin dönemi tarafsız bir gözle incelenirse ikisinin de Kur’an ve Sünnet’e sıkı sıkıya bağlı oldukları ve dünyalık bir amaç gütmedikleri rahat bir şekilde anlaşılacaktır.

 Hz. Osman’ın halife seçilmesi yedi kişilik bir heyet tarafından gerçekleşmiştir. Hz. Ali, Hz. Osman’ın seçilmesine sitem etmiş ancak bunu muhalefet harketine dönüştürmemiş ve kendisine biat etmiştir. Hz. Osman döneminde İslam dünyasında kargaşalar başlamıştır. Elbetteki Hz. Osman’ın yönetimden kaynaklı sorunlar olduğu gibi sosyal değişimden kaynaklı sıkıntılar da ortaya çıkmıştır. Yaklaşık 70 yaşında halife olan Hz. Osman devleti yönetme konusunda bazı zaaflar göstermişti. Ancak İslam coğrafyası genişlemiş ve demografik olarak büyümüştü. Hz. Peygamberin dizi dibinde yetişmiş sahabe azalmış fetihlerle Müslüman olanların sayısı artmıştı. Bunun insan kalitesinde düşüşe sebep olduğunu Hz. Osman şöyle ifade etmiştir:  “Onların etrafında biz vardık. Bizim etrafımızda ise siz varsınız.”.

 Hz. Ali döneminde ise İslam merkezi olan Hicaz ağırlığını kaybetmiş Kûfe ve Şam etkin rol almaya başlamıştır. Artık İslam’ın eziyet ve sıkıntılarını çeken, İslam’ın ilkelerinin yaşanmasını önceleyen toplum yerine fetihlerle Müslüman olmuş, din ile ilişkileri ekonomi üzerine kurulmuş toplum almıştır. Artık çok az sahabe hayatta kalmış ve kontrol tamamen fetihlerle Müslüman olan insanlara kalmıştır. Hz. Osman’ı öldürmek için gelen kişiler, Kerbela’da savaşan askerler ve Harre Vakıasına neden olan orduların fetihlerle Müslüman olan coğrafyalardan geldiğini unutmamak lazım. Bu dönemlerde daha çok siyasi çekişmeler ön plana çıkmıştır.

 Meselenin ikinci boyutuna gelince, kime göre hakiki İslam? Hangi Müslüman kendisinin yaşadığı dinin hakiki olmadığını söyler. Daha geniş perspektifte bakalım. Kaç insan kendi düşüncesinin veya davranış biçiminin yanlış olduğunu söyler? Çoğu insan düşünce tarzının ve yaşam biçiminin doğru olduğunu düşünür. Bunun sonucu olacaktır ki bu yaşam biçimini ve düşünce tarzını benimsemiştir. Hangi İslam veya hangi Muhammed sorusuna da aynı yöntemle yaklaşabiliriz. Bütün Müslümanların İslamiyeti aynı şekilde algılanması ve yaşaması nerdeyse imkânsızdır. Çünkü Kur’an’ın muhatabı insandır ve insan da yapısı gereği farklıdır. İyi bir eğitim ile insanlar arasındaki algı farkı azaltılabilir ancak tamemen ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığı kanaatindeyim.

 İslamiyetin tam anlamıyla yaşanması mükemmel insan modeliyle mümkün olabilir. İnsanoğlu mükemmel olmadığı için günlük hayatta dini yaşarken elbetteki hatalar yapacaktır. İnsan mükemmele ne kadar yaklaşırsa belki de o kadar muteberdir.

 İslamiyetin yaşanmasına dair ferde düşen görevler olduğu gibi devlete düşen görevler de vardır. Bir kişi İslam kurallarının geçerli olmadığı bir ortamda dinini yaşayabilir. İbadetlerini yerine getirir, ahlaklı bir davranış biçimi sergileyebilir. Bu bağlamda herkes kendinden sorumludur ve dinin ilkelerini yerine getirmekle mükelleftir. Ancak İslam hukukuyla yönetilen bir devlette, ferdin dışında devlet de dini ilkelerin yaşanmasına katkıda bulunur. Gerek dini olsun gerek seküler olsun insanların kurallara uymasını sağlayan şey, eğitimdir.

 İslam’ın düzgün yaşanması alınacak iyi bir eğitimle olabilir. Bunun yanında insanların yaşadığı şartların da insanların davranışlarına etki ettiği bilinen bir gerçektir. Allah’ı hatırlatan insanların çokluğu dine uygun yaşamaya yardımcı olur. Tersi durumlar ise aksi sonuçları doğurur. İyiliğe ve doğruluğa dair ne kadar rol model insan yetiştirirsek toplumun İslam’ın ilkelerine göre hareket etmesini o ölçüde sağlayabiliriz. Başta aile olmak üzere ferdin yetişmesinde sorumluluğu olan herkesin taşın altına elini koyması gerekir.

 Günümüz Müslümanları her açıdan dünya malına kapıldılar, iktidar hırslarına yenildiler. Katılır mısınız?

 Mal ve iktidar hırsı günümüze has bir olgu değildir. İnsan yapısı gereği dünya malına karşı meyli olup onu elde etme adına hırs göstermektedir. Çok az insan dünya malına olan hırsını kontrol edebilir. Bu durum yoklukta değil varlıkta ve imkânların oluşmasıyla ortaya çıkar. Dün olduğu gibi bu gün de dünya malına karşı hırsı olacaktır. Birçok ayette dünyanın geçiciliğinden bahsedilmesi, ölümün hatırlatılması insanoğlunun dünya malına karşı olan hırsını azaltmaya yöneliktir. Dünyalık imkânlar artıkça insanların değişmemesini beklemek oldukça zordur. Toplumun tamamı değişmese bile büyük bir çoğunluğun sunulan fırsatlar karşısında bigâne kalmayacağı da aşikârdır. Elbetteki günümüz Müslümanları da bundan muaf değillerdir. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in (sav) şu uyarılarıyla bitireyim. 

 

”Ben, benden sonra sizin şirke düşmenizden korkmuyorum. Fakat ben sizin dünyanızdan, dünyayı istemenizden, dünya için öldürmenizden ve tıpkı sizden öncekilerin helak olması gibi sizin de helak olmanızdan korkuyorum.” (Müslim, Buhari)

Yine Abdurahman b. Avf’dan şöyle bir rivayet gelmektedir: ”Biz Allah Resulunun zamanında yoklukla imtihan edildik buna sabır gösterdik, ancak onun vefatından sonra varlıkla imtihan edildik ona sabredemedik.”

 “Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi de maldır.” (Ahmed bin Hanbel, IV, 160)

“…Unutturan fakirlik, azdıran zenginlik… gelmeden evvel, sâlih ameller işlemekte acele ediniz...” (Bkz. Tirmizî, Zühd, 3/2306)

 

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Öncelikle bu söyleşi imkânını tanıyan herkese teşekkür ederim. İlmi konulara idelojik değil, ilmi yönden bakmalı, parçacı değil bütüncül olarak konulara yaklaşılmalıdır.

Bize zaman ayırdınız, sorularımızı içtenlikle cevaplandırdınız. Çok teşekkür ederiz.

 


Yorumlar (0)



Bu habere ait yorum bulunmamaktadır