Ertuğrul Günay: Çocukluğumda “Keşifler ve İcatlar Ansiklopedisi” adlı renkli-ciltli bir kitabım vardı. Onu okuduğum günlerden beri gezginlerin de dünyayı bilginler gibi geliştirdiğine inanırım.

Ertuğrul Günay: Çocukluğumda “Keşifler ve İcatlar Ansiklopedisi” adlı renkli-ciltli bir kitabım vardı. Onu okuduğum günlerden beri gezginlerin de dünyayı bilginler gibi geliştirdiğine inanırım.

18 Aralık 2020   /   3 yıl önce 0


Röportaj: Sümeyye Işıkçı

 

 

Bize biraz kendinizden söz eder misiniz; Ertuğrul Günay kimdir ? 

Ordu’da doğdum, liseye kadar Ordu’da okudum. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdim. Öğrencilik yıllarımdan bu yana toplumsal ve siyasal konularla ilgilendim. Ordu ve Ankara Barolarında avukatlık, üç dönem milletvekilliği ve 2007-2013 arasında Kültür ve Turizm Bakanlığı yaptım. Halen siyaseti bağımsız bir kimlikle izliyor, olanak buldukça çeşitli mecralarda yazmaya ve deneyimlerimden kaynaklanan görüşlerimi anlatmaya çalışıyorum. Evliyim, iki çocuğum, bir torunum, yayınlanmış dört kitabım var.

 

 

Gezilerinizi kaleme almaya nasıl karar verdiniz ? Yazma serüveniniz nasıl başladı ?

 

Yazmak, ilk gençlik yıllarımdan beri sevdiğim bir uğraşımdı. Siyasete erken girmeme de bir anlamda vesile oldu. Kuruluşunun 50. yılı nedeniyle CHP Genel Merkezi’nin yayın organı Halk Gazetesinin açtığı bir makale yarışmasında ‘Birinci’ seçilmiştim; bu ödül tanınmama yardımcı olmuştu.  2015’de günlük siyasetten uzak ve bağımsız kalınca, yeniden yazmaya, siyasi yazılarımın yanısıra, bazı gazete ve dergilere ilgi duyduğum başka alanlarda, kültür turizmi konularında yazmaya başladım.

 

“Sevgili Anadolu” kitabınızın özgeçmiş kısmında, şair Nazım Hikmetin yurttaşlığının iadesinde emeğiniz olduğu yazıyor. Bu süreci ve süreç boyunca hissettiklerinizi sizden dinleyebilir miyiz ?

          

Nazım’ın yurttaşlığının iadesini sağlamak, yaşamımım en güzel anılarından birirdir. Biliyorsunuz, dilimizin en büyük şairlerinden olan Nazım, 1940’ların 1950’lerin koşullarında talihsiz serüvenler yaşamış, 1938-50 dönemini hapiste geçirmiş, 1950’de afla çıkınca da, soğuk savaşın gerginliği içinde ülkeden ayrılmak zorunda kalmıştı.  O tarihten sonra yurttaşlıktan çıkarılmış, sonraki yıllarda nice hükümet (aralarında Ecevit Hükümetleri de var) ona yurttaşlık hakkını iade etmeyi ya ihmal etmiş, yahut başaramamıştı.  Bakanlığımın ikinci yılında  (Ocak 2009’da) bu konuda hazırladığımız, çıkarma işlemini iptal eden yeni ‘Bakanlar Kurulu Kararı’ kararı kabul edildi; Nazım, yarım asrı aşan ayrılıktan sonra yeniden yurdunun bireyi olma hakkına kavuştu. Tabii, bu kararın  kolaylıkla çıkmasında dönemin Başbakanı sayın Erdoğan’ın kolaylaştırıcı tutum aldığını da belirtmezsem haksızlık yapmış olurum..

 

Eserinizde gezdiğiniz gördüğünüz yerleri anlatıyor olsanız da sık sık şairlerden, şiirlerden, yazarlardan, müzisyenlerden, türkülerden, tarih sahnesindeki büyük isimlerden de söz ediyorsunuz. Hayatınızda bu denli geniş bir yelpaze nasıl oluştu?

 

Böyle değerlendirmenize teşekkür ederim. Lisede fen sınıfı öğrencisiydim; ama asıl ilgim tarih ve edebiyattı. Bu eğilimimi özendiren öğretmenlerim ve arkadaşlarım oldu. Bu alanlardaki birikimimi biraz da onlara borçluyum. Sonraki yıllarda gezi merakım ve özellikle arkeolojiye olan ilgim arttı. Her insanın profesyonel meşguliyetleri yanısıra bazı merakları, ilgi alanları olması gerektiğine inanıyorum. Bu tür ilgiler yaşamın acımasızlığı karşısında direncinizi çoğaltıyor. Benim ilgi alanlarım da bunlar: tarih, edebiyat, şimdilerde artan ölçülerde çevre, doğa, özellikle de doğanın korunması.

 

Oruç Aruoba: Yol, kendine bir yer bulamamış kişinin özlemidir.” der. Kitabınızı okurken yolkavramının, sizin hayatınızın vazgeçilmez bir parçası olduğunu hissettim.Yolu ve yolda olmanın size hissettirdiklerini bize anlatır mısınız ?

 

İnsan yaşamı, baştan sona bir yolculuktur aslında. Aşık Veysel’in de söylediği gibi:  “Dünyaya geldiğim anda / Yürüdüm aynı zamanda / İki kapılı bir handa / Gidiyorum gündüz gece.”  Durmak, bir yere çakılı kalmak arayışın sonlanması gibi bir şeydir, bu anlamda.    Oysa dünyada, -bırakınız dünyayı- kendi ülkemizde, topraklarımızda daha nice bileceğimiz, göreceğimiz, öğreneceğimiz şey var. Çocukluğumda “Keşifler ve İcatlar Ansiklopedisi” adlı renkli-ciltli bir kitabım vardı. Onu okuduğum günlerden beri gezginlerin de dünyayı bilginler gibi geliştirdiğine inanırım.

 

Eserinizde Farklı kültür ve coğrafyaları tanımak, insanların birbiriyle ilgili önyargılarını yıkmanın ilk koşuludur,” diyorsunuz ve bakanlığınız esnasında da birçok ülkeyle ortak çalışmalar yürüttüğünüzü okuyoruz. O zamanlardan bugüne nasıl bir ilerleme/gerileme görüyorsunuz, biraz yorumlar mısınız?

 

İnsanlar da, toplumlar da bilmediklerine yakınlık duyamazlar. Tanışmak barışmanın ilk adımıdır. Yine bir alıntı yapmama izin verirseniz, Yunus’un “Gelin tanış olalım / işi kolay kılalım”  mısralarını anımsatmak isterim. Biz bu anlayışla çalışmış ve bu dilin olumlu ürünlerini devşirebilmiştik. Son yıllarda ne yazık ki, ülke olarak çevremizle, giderek dünyanın bir çok ülkesiyle bırakın ortak çalışmalar yapmayı, bir masada oturmakta zorlanır olduk. Dış politika iç politikanın bir gösteriş, böbürleniş aracı haline getirildi. İçeride kendi kendimize propoganda yapıyor, dışarıda bu boş hamaset üslubunun bedellerini ödüyoruz. Devlet yönetimi sığlığı, sıradanlığı kaldırmıyor.

 

Yurt dışına götürülerek geri getirilemeyen ya da tahrip edilmiş, ranta kurban edilmiş olan eserlerimizden aklınıza düştükçe sizi hüzünlendiren bir eser var mı ?

         

Tabii, nice eser var. Bergama sunağından Ayasofya avlusundaki türbe kapısından sökülüp götürülmüş emsalsiz İznik çinilerine,  Roma öncesi mimari parçalarından Selçuklu, Osmanlı sanatkarlarının göz nuru, el emeği eserlerine kadar… Ne yazık ki bir dönem ülkeyi yönetenler de, yönetilenler de bunların değerini bilmemiş, talanına göz yummuş, hatta ortak olmuş. Görev dönemimde arkadaşlarımla binlerce eseri geri getirmeyi başardık; o dönem başlattığımız çalışmalar bugün sonuç vermeye devam ediyor. Geçen yıl Zeugma’ya gelen parçalar gibi. Ama yurt dışında topraklarımıza ait daha nice eser var.

 

Kitabınızda, topraklarımızda olan birkaç kilisede ayin yapılabilmesi için uğraştığınızı ve bu konuya ilişkin “İnsanlara kendi inançlarına ait olan mekanda dua için izin vermek kimin haddi ve hakkı olabilir ki? Çağımızda devletlerin gelebildiği uygarlık ve insanlık düzeyi hala bu!’’ ifadelerini, birçok yerde de ibadethanelere karşı tutumun saygı ve hoşgörü sınırları içinde olması gerektiğini okuyoruz. Bu bağlamda geçtiğimiz aylarda Kariye Müzesinin, Kariye Camiine çevrilmesini nasıl yorumlarsınız ?

 

Anadolu’da nice inancın ilk ibadet mekanları var. Bunlar sadece üç büyük ön asya dinine ait olanlardan ibaret değil, daha eskilere gidiyor. Bütün bunları aslını bozmadan, özelliğine ve özgünlüğüne saygı duyarak korumak gerektiğine inanıyorum. Dönemimizde, devletin yasakçı tutumunu ve bürokrasinin engelleriyle boğuşarak Aya Nikola ve Ahtamar  Kiliselerinde ve Sumela Manastırı’nda yıl bir gün ayin imkanı sağlayabildik. Aslında yılda bir gün övünülecek değil, garipsenecek bir hal. İnsanlar ken inanç mekanlarında ibadet etmek için neden başkasından izin alsı? Hele şimdi Anadolu’da binlerce cami varken, Trabzon ve  İznik Ayasofyalarını ve şimdilerde Kariye!yi camiye çevirmek, barbarlık. Hala ganimet çağında mıyız?

 

Son olarak bize geçtiğimiz günlerde raflarda yerini alan yeni kitabınızın içeriğinden ve ortaya çıkması sürecinden  söz eder misiniz ?

          

Son kitabım “bir Hürriyet hikayesi”  Cumhuriyetin başlangıcından beri süregelen partileşme denemelerine değinerek, özellikle 1955-60 arasında yaşanan bir siyasi girişimi anlatıyor. Hürriyet Partisi, Demokrat Partinin çoğunluk baskısı kurmaya başladığı dönemde önce parti içinde yükselen ve sonra yeni bir partiye dönüşen özgürlükçü - sosyal adaletçi bir muhalefet hareketi. Yakın tarih okumalarımda hem muhalefetin içeriği, hem de Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, Turan Güneş, Ekrem Alican, Yusuf Azizoğlu gibi önemli isimlerin bu hareketin öncülerinden olması ilgimi çekmişti. Harekete sonra Aydın Yalçın, Muammer Aksoy, Şerif Mardin, Münci Kapani gibi akademisyenlerin, Rıza Güven, İbrahim Güzelce, Avni Erakalın gibi (sonradan DİSK kurucuları olan) emekçilerine katılımı olması da ilgimi arttırmıştı. Kitap, çok partili dönemin erken bir kesitini anlatmakla birlikte, bugün yaşadığımız birçok sorunun köklerinin nerelere uzandığını anlamamıza da yardımcı oluyor. İşin hüzün verici yanı, Hürriyet Partililerin siyasetin gündemine taşıdığı birçok öneri, 60 yıl sonra, bugün hala Türkiye’nin önünde gerçekleşmesi gereken öncelikli hedefler olarak duruyor.


Yorumlar (0)



Bu habere ait yorum bulunmamaktadır