Gülayşe Koçak: Yazmak, 'zaman'ı, fiziksel dünyada yaşananları geçici bir unutuştur; başka bir dünyada başka bir 'ân'a geçiştir.

Gülayşe Koçak: Yazmak, 'zaman'ı, fiziksel dünyada yaşananları geçici bir unutuştur; başka bir dünyada başka bir 'ân'a geçiştir.

28 Kasım 2020   /   3 yıl önce 0


Bize biraz kendinizden bahseder misiniz, Gülayşe Koçak kimdir ?

 

Öncelikle, çok teşekkür ederim Sümeyye hanım, ilginiz ve beni davet ettiğiniz için. 

 

Babamın görevi nedeniyle New York’ta doğmuşum; çocukluğum Habeşistan’da ve Danimarka’da, genç kızlığım Almanya’da geçti; lisenin yanısıra Hannover konservatuvarında da piyano eğitimimi sürdürdüm.

 

Hayatımızın farklı dönemlerinde farklı kimliklerimiz, farklı aidiyetlerimiz olabiliyor. Hep gurbette yaşayan, memleket hasreti çeken bir çocuk olarak nüfus kâğıdımdaki “Türk” ve “İslam” sıfatları benim sarıldığım “aidiyetim”di. Türkiye başka bir ülkeyle futbol maçı oynuyorsa, Türk tarafını tutardım. Atatürk rüyalarıma girerdi. İstiklal marşını duymak gözlerimi yaşartırdı. Müslüman bir Endonezyalı’yla tanışınca büyük sevinç ve o kişiye yakınlık duyardım. Bunların yanısıra, kendimi herhalde “yabancı”, “öteki” ve “gayri-hristiyan” olarak tanımlardım – şayet  bu kavramları çocukluğumda, genç kızlığımda bilseydim.

 

Lise son sınıfı Türkiye’de okudum; Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun oldum. 

 

Oğullarım yuva yaşına geldikten sonra, idari işlerde çalıştım: Kanada Büyükelçiliği’nde 10 yıl resmî mütercim-tercümanlık ve konsolosluk işleri, White and Case hukuk şirketinde 3,5 yıl personel işleri yapıyor; bir yandan da vakit buldukça romanlarımı yazıyor, kitap ve makaleler çeviriyordum. Her cumartesi sabahı buluşup müzik yaptığımız grubumuzla  arada konserler veriyorduk. Bir dönem, Ankara’da Anglikan Kilisesinin pazar ayinlerinin orgculuğunu yürüttüm.

 

Derken İstanbul’a taşındık; 2003’den bu yana eğitim sektöründeyim. Kendi eğitimlerimi kendim geliştirmeyi sevdiğimi keşfettim: 15 yıl çalıştığım ve emekli olduğum Sabancı Üniversitesi’nde; çeşitli okul, üniversite ve kurumlarda, çeşitli illerde Yaratıcı Yazma-Yaratıcı Düşünme, Toplumsal Cinsiyet/Ayrımcılık Farkındalığı eğitimleri sundum, öğretmen eğitimleri verdim. Çeşitli kurumlara Etkili Yazma Teknikleri, Email Adâbı, İş Yazışmaları, Raporlama Teknikleri, Stres ve Çatışma Yönetimi eğitimleri sundum. Bu eğitimlerin hepsini hâlâ ara ara vermekteyim.

Artık uzun yıllardır kendi ülkemde yaşıyorum. Nüfus kâğıdımdaki “Türk”, “İslam” sıfatları hâlâ yerli yerinde duruyor, ama “aidiyetim” değişti. Nüfus kâğıdımda yazılanlar benim seçimim değildi; tesadüfen Türk, Müslüman bir ana-babaya doğmuşum; yine tesadüfen komşu ülkeden bir ana-babaya doğmuş olsaydım, kiliseye gidecektim, Türkleri yendiğimiz günü kutlayacaktım. Hiç yoktan, kan dökülerek çizilmiş hayal mahsulü ülke sınırları gibi, bunlar da yapay ayrımlar: İnsanevladı zaaflarıyla, iyilikleriyle dünyanın her yerinde insan; yok birbirimizden farkımız.

Bugün “aidiyetim” tesadüfen içine doğduğum özelliklerim ile değil; kendi seçtiğim değerleri, duyguları paylaşan, olaylar karşısında benimle aynı tepkileri gösteren insanlar ile. Kim mağdur ve mazlumsa, kim haksızlığa uğradıysa/uğruyorsa, ben “o”yum. Başörtüsü nedeniyle üniversiteye giremeyen kızların hakları için yürüyüşlere de katıldım; “hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” diye de bağırdım. Bugün bir milli maç izliyor olsam, “Türkiye kazansın” değil, “kim iyi ve hakkaniyetli oynuyorsa, o kazansın” diye düşünür, öyle de hissederim. Uyrukkörü, ırkkörü, renkkörü, dinkörü, sınıfkörü, statükörü, etnisitekörüyüm. Kendimi “arafta bir dünyalı” olarak görüyor, öyle hissediyorum. Arafta olunca “kendi” mahallenize yabancılaşıyorsunuz, “karşı” mahalleye de yabancısınız, ama olsun; başka arafdaşlarla güzel güzel takılıyorsunuz siz de. 

Yazılarıma gelirsek, romanlarım: Çifte Kapıların Ötesi (YKY-Yapı Kredi Yayınları); Gözlerindeki Şu Hüznü Gidermek İçin Ne Yapmalı? (YKY); Topaç (YKY); Siyah Koku (YKY); Aralık 2020’de çıkacak olan Zühre (Alfa Yayınları). Denemelerim: Yaratıcı Yazmanın Hazzı (Alfa), Denemedi Demeyin (Alfa); Yetişkin Masalları: FaRe ve LaSi (Alfa). Çevirilerim: Türkiye Kronolojisi 1938-1945 (Almancadan; Gotthard Jaeschke, Türk Tarih Kurumu Basımevi); Kamusal Şeyler, Özel Şeyler (İngilizceden; Raymond Geuss, Yapı Kredi Yayınları). Yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde makalelerim yayımlandı.

Kerem ve Sinan’ın annesi, Alp’in babaannesiyim.

 

Yazma serüveniniz nasıl başladı ? Sizi yazmaya iten şeyler nelerdi ?

 

Yazmaktan her zaman zevk aldım. Küçüklüğümden itibaren uzun mektuplar yazmaya, başımdan geçen olayları –acı ve trajik de olsalar– komikleştirerek anlatmaya bayılırdım; belki de bu, yaşadıklarımla başa çıkma yöntemimdi. “Keşke yazar olabilsem” diye hep geçerdi aklımdan, ama yazarlığı hep, kendim için asla erişilemez bir mertebe gibi görürdüm. Nasıl başlanır, neresinden başlanır, ne yazılır? Diğer taraftan, Kanada Büyükelçiliği çevirmeni olarak her sabah önüme gelen günlük gazeteleri okuyup, araya kendi yorumlarımı da katarak Kanadalılar için ayrıntılı raporlar hazırlamak, benim için iş değil, zevkti.

 

Derken 30’lu yaşlarımda, bir dönem ziyaret ettiğim bir psikiyatrın teşvikiyle, duygu ve düşüncelerimi kâğıda dökmeye başladım. Çoluk çocuk yattıktan sonra gece vakti daktilomun başına geçiyordum; giderek, kendim için yazmanın da ne kadar zevkli olduğunu ve rahatlatıcı geldiğini keşfediyordum. Derken psikiyatrım beni bir akupunkturcu kadına yönlendirdi. Bu kadın öyle tuhaf ve ilginç bir karakterdi ki, içimden, onun kişiliğindeki biri hakkında komik bir kısa hikaye yazmak geldi. Artık ok yaydan çıkmış, ben yazmanın tadını almıştım; hikaye, “komik bir kısa hikaye” olmaktan çıktı: Derinine daldıkça tuhaf bir şekilde sanki kendimi keşfediyordum; aslında hikayemdeki kadın hakkında değil, bambaşka meseleler hakkında yazmak istediğimi fark ediyordum; hikaye kendiliğinden bambaşka yönlere, bambaşka kurgulara doğru evriliyor, beni peşisıra sürüklüyordu. Büyülenmiştim. Gece olsa, yalnız kalsam da yazmaya devam etsem diye bütün gün sabırsızlanıyordum!

 

“Ben bir roman kurgulamaktayım” diye düşünmeye cesaret edemiyor, bu fikri zihnimden uzak tutmaya çalışıyordum; böyle düşünmeye başlasam muhtemelen kilitlenir, hiç yazamazdım. Genç bir kadının psikoterapi sürecinde kendi iç yolculuğunu anlatan ilk romanım “Çifte Kapıların Ötesi” böyle çıktı ortaya.         

 

 "Nereden nereye yolculuk ettiğinin hiçbir önemi yok. Hayat yollarda olmaktır, bir kenti geride bırakıp yeni bir kente doğru yol almaktır." diyorsunuz bir kitabınızda. Hayatınız hem mânen hem madden yolculuklarla dolu. Bütün bu yolculuklar ve yollar kaleminizi nasıl etkiledi ?

 

Babamın memuriyetinden ötürü, çocukluğum taşınmalarla geçti. Abim 9 yılda 9 okul değiştirmiş, bense 7’nci sınıfı üç farklı ülkede ve dört yıl okudum. O yıllarda internet yok, telefonlaşma imkanı yok; bir daha öğretmenlerinizi, yakın arkadaşlarınızı asla göremeyeceksiniz: Her ayrılık, geriye dönüşü olmayan, tam bir kopuş. Bu, o kadar acı vericiydi ki, genç kızlığımda isyanlardaydım; kendimi “ait” hissedeceğim bir yerlere kök salmak, nasıl bir yakıcı hasretti, anlatamam.

 

Şimdi geriye serinkanlı bakabiliyorum. Dünyanın neresinde olduğumuzdan önemlisi, her zaman beraberimizde taşıdığımız “kendimiz” ile nasıl bir ilişki içinde olduğumuz; ve bu hayat yolculuğunda uğradığımız çeşitli kentlerden yeni kentlere doğru yol alırken “heybe”mizi nelerle doldurmayı tercih ettiğimiz. Fizikî yolculuklardan, coğrafî ülke ve kentlerden söz etmiyorum. Karşılaştığımız her yeni insan bir dünya; kentten kente her birimiz zaten sürekli yolculuk yapıyoruz. Ama bir kenti önemsiz görüp yanıbaşından mı geçip gidiyoruz, yoksa orayı uğramaya, bize açacağı bambaşka dünyaları –bize çok yabancı, hatta çok aykırı gelse bile– tanımaya değer mi görüyoruz; farkı yaratan, bu. Bazen de bir bakarız, kısa süreliğine uğramaya niyetlendiğimiz yabancı bir kent, sığınabileceğimiz en sıcak limana dönüşmüş.

 

Bir örnek vereyim: İlkokulu yedi yıl Kopenhag’da, bir Katolik manastırında okudum. Okulun –Katoliklikten vazgeçtim– tek gayri-hristiyan öğrencisiydim. Rahibelerin çoğu yobaz ve pedagojik bilgi bakımından oldukça nasipsiz kadınlardı (beni yazmaya teşvik eden rahmetli Mother Ruth’u tenzih ederim). Beni sevmiyorlardı ve sevilmediğimi bana her vesileyle açık açık hissettiriyorlardı. Ama yapacak bir şey yoktu, çünkü işte, çocuktum ve çocuklar okula gitmek zorundadırlar. Ben de tabii, tepkiliydim; sınıfta bir an sakin duramayıp, sağa sola sürekli sataşma ve saldırma halindeydim. 

 

Rahibeler sayesinde,  insanın, saatlerini-günlerini geçirmek ve yaşamak mecburiyetinde olduğu “kendi” mekânında veya coğrafyasında sevilmediğinin sürekli olarak hissettirilmesinin ne anlama geldiğini çok iyi bilirim. Diğerlerinin hepsi has evlat, siz üvey çocuksunuz. İşlemediğiniz, öğretmen nezdinde “faili meçhul” bütün suçlar sizin üstünüze kalır. Kim bilir, belki de bu dışlanma hissi sayesindedir, sonraki yıllarda azınlıklar, ayrımcılık ve “öteki” meseleleri konusundaki  duyarlığımın ve bunun yazılarıma yansımasının temeli. 

 

Bilmiyorum sorunuzla ilgisi var mı, ama küçükken de şimdi de, kaybolmayı çok severim. Üç yıl önce tek başıma plansız programsız, on günlüğüne Gürcistan’ı gezmiştim. Tanımadığım, dilini bilmediğim, pek kimsenin İngilizce bile bilmediği, alfabesi bile farklı bir ülkede trenler, dolmuşlar, metrolar... O yolculukta benden mutlusu yoktu – ve Türkgözü sınır kapısından bir TIR şoförüyle döndüm – tam maceraydı! İlla herkes böyle bir macera yaşamak zorunda değil; ama hayatı çok kontrollü yaşadığımızda ve arasıra kaybolmayı göze alamadığımızda, kendi seçtiğimiz kentlerde ister istemez kendimize benzeyen insanlarla görüşeceğiz; bu durumda “biz” hep aynı “biz” olarak kalırız. Kendi fiziksel-coğrafi mekânınızda yaşarken de farklı kentleri gezmek, tanımak mümkündür: Yaşadığınız kentin tam da “ıyy, asla oralara adım atmam!” diyeceğiniz mahallelerine bir gidin, oraları gezin bir gün. Merak etmeyin, zaten nereye kadar kaybolabilirsiniz ki; dünya küçük, dünya küre!  Virüs nedeniyle şu sıralar bu mümkün değilse: Zoom üzerinden katılabileceğimiz çeşitli etkinlikler; bazı Whatsapp grupları… Bunların da her biri, yolculuk yapabileceğimiz, zenginleştirici birer kent değil mi?   

 

 

 

Örnek aldığınız, sizi etkileyen bir yazar var mı?

İnsan kuşkusuz çocukluğundan itibaren okuduğu pek çok yazardan etkileniyor, fark bile etmeden onları örnek alıyor. Şu yazardan bir paragraf okur, çarpılırsınız; bir diğerinin karakter derinliği ve dâhiyane kurguları sizi etkiler. O kadar çok yazar var ki etkilendiğim!

 

Ama illâ tek bir yazar söyle derseniz (klasiklere hiç girmiyorum), sanırım çağdaş edebiyatta beni en çok etkileyen romancılardan biri, Toni Morrison. Özellikle de Türkçeye “Sevgili” olarak tercüme edilmiş romanı, romancılık tekniği açısından bence bir başyapıt. Roald Dahl beni mest eder, çocuk kitapları dahil! Edebiyat dışındansa, nöropsikiyatr Oliver Sacks’ın bütün kitapları bana çok ilginç ve büyüleyici gelir.

 

“Ezberci düşünmenin ve otoriteye itaat etmenin rahatlığına sığınan beynimiz ve aklımız, yaratıcılığımızın önündeki en büyük engel.” diyorsunuz bir söyleşide. Bizim için bu cümlenizi yorumlar mısınız ?

 

Çocuklarımıza habire, söz dinlemelerini, yaramaz ve asi olmamalarını telkin eder, ama asla “Hayır!” demeyi öğretmeyiz; adeta, otoriter rejimlerin idealindeki uysal, itaatkâr, sorgulamayan vatandaş tipini özenle yaratmak istemekteyizdir! Çocuklarımızı beladan uzak tutmak isteriz: “Başımıza icat çıkarma!” Acaba çocuğun mucit olmasından bile korkulan kaç kültür vardır? “Fazla merak iyi değil!” Belki de bu amaçladır ezberci eğitim sistemimiz; bu yüzdendir felsefe eğitimine önem vermeyişimiz, eleştirel düşünmeyi teşvik etmeyişimiz; bu yüzdendir, aslında üzerine titreyerek özenle koruyup geliştirmemiz gereken çocuklarımızdaki merak duygusunu daha en baştan yok etmek istememiz.   

 

Otoriteye itaat etmek, elbette ki güvenli bir durum. Askerden yeni dönenler, ne kadar zorlu geçmiş de olsa, hiçbir konuya kafa yormak gerekmeyişinin zihnen ne kadar rahat ettirdiğini anlatırlar; emri yerine getir, gerisini düşünme, yeter! Sonuçta, beynimiz tembellik arar. Okulda ders kitaplarını ezberleyerek iyi notlar almak da rahatlık değil midir?

 

Fakat, tembel beyni şöyle bir sarsıp, kafanızı kullanmaya başlayıp ezberleriniz bir bozuldu mu, artık ayaklarınız sağlam zemine basmamaktadır, riskli ve tedirgin edici bir dünyaya adım atmaktasınızdır: Özgürce, eleştirel ve yaratıcı düşünmek, beraberinde bazı yükümlülükler getirir: Artık sadece bakmak ile yetinemezsiniz, artık görmek zorundasınızdır. Sadece görmekle de yetinemezsiniz; ötesini bilmek, öğrenmek, merak etmek, sorumluluk almak, çözüm üretmeye gayret etmek zorundasınızdır. Aşina olduğunuz, her sokağını avucunuzun içi gibi ezbere bildiğiniz kendi mahallenizde sizin gibi düşünen tanıdıklara ve ortak ezberlerinize sığınmanın konforlu alanından, belki de yalnız kalacağınız, en yakın dostlarınızla belki vedalaşacağınız derin sulara açılmanızı  gerektirir bu. Ama işte, ancak o zaman özgün çözümler üretebilir, özgün yazılar yazabilir, ancak o zaman uçabilirsiniz.

 

Tarihimizde, şairlerin ve yazarların hayatlarının bir bölümünde mutlaka  hapishanelere misafir olduğunu okuyoruz. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?

 

Şu anlamda katılırım: Şair veya yazar olmak için illâ fiziksel olarak hapishane misafiri olmak zorunda değiliz; çoğumuzun hayatı zaten çeşitli cenderelere sıkışmış olarak geçiyor. Genlerimiz, aileden gelen ve değiştirmeyi bir türlü başaramadığımız huylarımız bile bize hapishane olabilir. Evimiz, işimiz, evliliğimiz, ailemiz, mahallemiz, aşırı duyarlıklarımız, yaşadığımız coğrafya, alışkanlıklarımız, ilişkilerimiz, hatta sevgimiz, sevgilerimiz - hepsi hapishanemiz olabilir. 

 

Yazmaya, bütün bu cenderelerden, hapishanelerden kısa süreliğine de olsa kurtulmak, bir soluklanmak, ayrıca da anlamak, anlamlandırmak için yöneliriz. Unutmayalım ki yazmak sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda bir düşünme aracıdır; yazmanın büyüsü, yazma eylemine başlamanızla, yeni yeni fikirlerin zihninize üşüşmesiyle ağlarını örmeye başlar; uyku halindeki hayal gücünüz o zaman sahne alır. Bir roman yazmaya giriştiğinizde, ikili bir hayat yaşamaya başlamışsınızdır; görünen yanınız fiziksel dünyanın olağan hay-huyu içinde gündelik sorumlulukları yerine getiren yanınız; diğer, gizemli yanınız ise hayalî dünyanızda karakterler yaratmakta, onlar adına önemli kararlar vermekte, onlarla eyleşmekte, onlarla yatıp onlarla kalkmakta.

 

Bu anlamda yazmak, “zaman”ı, fiziksel dünyada yaşananları geçici bir unutuştur; başka bir dünyada başka bir “ân”a geçiştir. Çok darda kalınsa bile bir defter bir kaleme bakan, ama çok zevkli ve aynı zamanda yüzleştirici bir kaçamaktır.     

 

“Dünyamız terör, cinayet, tecavüz üzerine kurulu; asla sevgi, aşk, mantık ve sağduyu üzerine değil.” cümlenizden yola çıkarak sizin için aşk, sevgi ve sağduyu ne değildir ?

 

Bu cümle “Topaç” romanımdan; “Topaç” bir distopya ve romanlarım arasında en sert ve politik olanı; yirmi küsur yıl önce yazmıştım ama tuhaf bir şekilde tam bugünün romanı. Zikrettiğiniz, romandaki karamsar cümlelerden biri. Neyse, iyi ki bana “bu cümlenizi açıklayın!” demediniz!

 

Sorunuza gelirsek: Aşk ve sevgi, dayatma değildir. Tarafların, kendi doğru bildiklerine binaen  birbirinin bireysel özelliklerini, tercihlerini bastırmaya çalışması değildir. Karşısındakinin farklı değerlerini kendi değerlerine benzetme çabası değildir; onu olduğu gibi kabul etmek, zaaflarına rağmen, hatta zaaflarından dolayı sevmektir. İllâ her dakikayı yapışık ikizler gibi birlikte geçirme baskısını hissetmemektir. Birbirine hapishane değil, birbirine “kendi” olabileceği özgür bir cennet sunmaktır. Birbirinin, paylaşmak istemeyebileceği duygu ve bilgileri, kendine ait bir “mahrem alanı” olabileceğini unutmamaktır.

 

Birbirini “sevgili”, “karı”, “koca”, “Türk”, “Kürt”, “Müslüman”, “Hristiyan”, “erkek”, “kadın” vs. gibi tanımlarla ve bu tanımlara kodlanmış rollerle nesneleştirmemek, etiketlememektir; yani onu bir özne ve kararlarını kendi verebilir bir özgür birey olarak görmektir. Kıskançlık doğal sayılabilecek bir duygu olsa da, kıskançca davranmamaktır, kıskançlığı aşkla karıştırmamaktır; kıskançlığın mülkiyetle bağlantılı bir duygu olduğunu, hiçbir bireyin başka bir bireyin mülkü olamayacağını kendine hatırlatmaktır.

 

Söylememe gerek var mı bilmiyorum; elbette ki fiziksel veya sözel veya psikolojik şiddetin aşkla, sevgiyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur.      

 

Şöyle bağlayayım: Aşk ve sevgi için bu düşündüklerim; genel olarak insanlararası, toplumlararası, kültürlerarası bütün ilişkiler için düşündüğümün birebir aynasıdır.

 

 

 

 

İçinde yaşıyor olduğumuz dünyanın ve ülkemizin geldiği noktaya baktığımızda hastalıklar, aşırı milliyetçilik, adaletsizlikler, doğa ve tarihi eser tahripleri, tacizler tecavüzler ve ölümlerin artarak devam ettiğini gözlemliyoruz. Böyle bir zamanda  yazar, eserlerini bu olaylara kayıtsız kalarak yazabilir mi ?

 

Edebiyattan söz ediyoruz madem; bence yazar için bir konu sınırlaması veya dayatması olmamalı. Elbette ki kendimizi yaşadıklarımızdan, dünyamızın/ülkemizin halinden soyutlamamız zor. Ama yazmak içten gelen bir şey; parmaklarınız tuşlara değdiğinde veya kalemi elinize aldığınızda içinizden akacakları kontrol altına almak, “yaratıcı yazma”nın özüne, ruhuna aykırıdır. Yazdığınız, makale veya rapor olmadığına göre, şu veya bu konuda mesajlar vermek gibi bir yükümlülüğünüz olmasa gerek. Bir ressam fırçayı eline her aldığında politik tablolar mı yapmak zorunda? Bir besteci illa barış şarkıları mı bestelemeli? Dünyada yaşananlara hiç de kayıtsız olmayabilirsiniz, ama bütün bu tatsızlıklara uzak bir kurgu canlanabilir zihninizde. Okurlarınızı nasıl bir dünyaya sürüklemek istediğinizin kararını vermek, münhasıran sizin en doğal hakkınız olmalı, diye düşünüyorum.

 

 

“İçimden geçen her şeyi sansürsüzce anlatabiliyor muyum? Nerde! Beni frenleyen milyon tane mekanizma var.” diyorsunuz yine bir kitabınızda. Buna dayanarak, baskı mekanizmalarının yaratıcılığı kısıtlayan bir etken olduğunu söyleyebiliriz. Ülkemizin şu anki durumunu göz önünde bulundurduğumuzda kaleminizin önünde engel görüyor musunuz ?

 

Dünyanın en özgür ülkesinde bile yaşıyor olsak, yazmaya giriştiğimizde içimizde atmaca gibi üstümüze saldırmaya hazır bir sansür heyeti beklemededir: Yazdıkların salakça! Seni ayıplayacaklar! Annen küser! Rezil olacaksın! Seni romandaki şu karakterle kesin özdeşleştirecekler! Berbat bir yazarsın!

 

Böyle olması da çok doğal, çünkü namuslu bir yazarsak, yazmak kendimizi ve bilinçaltımızı teşhir etmek, en yumuşak karnımızı, en kırılgan yanımızı umuma açmaktır.

 

Ülkemizin şartlarına gelecek olursak: Sansür ve baskılar bugüne has değil; bugün bunun sadece dozu artmış durumda. Örneğin, benim okul yıllarımda kompozisyon dersinin tek amacı hepimizi bir kalıba sokmak, tek-tip düşünür hale getirmek, bizi klişe metinler üretmeye sevketmekti. “23 Nisan sana ne ifade ediyor?” gibi bir anlamsız konu verildiğinde, herkes bilirdi, yüksek not almak için vatan-millet-sakarya yazıları beklendiğini.

 

Lakin, baskı mekanizmalarının yaratıcılığa engel olduğunu sanmıyorum; olsa olsa ürettiklerinizi yayınlatmanıza, umuma sergilemenize engeldir belki. Eminim ki bu coğrafyada, şartlar değiştiğinde yayınlanmaya hazır pek çok dosya, çekmecelerde, kitaplaştırılacağı günü bekliyor.

 

Dahası, baskılar pek çok kez yaratıcılığı besler: Kendimize alternatif ifade yolları ararız: Şiir, metafor, alegori… Su mutlaka yolunu bulur! “Topaç” ve “Siyah Koku”, politik birer roman, birer distopya; ikisi de bu coğrafyada, 2080’lerde geçiyor. İkisinde de doğrudan geleceğe bir projeksiyon yaptım: Gidişatımız nereye? Örneğin, “Siyah Koku”da su kaynaklarının tükenmesinin ülkede ve ruhlarda yarattığı tahribat vb. pek çok temanın  yanısıra, temalardan biri, zorunlu askerliğin yarattığı travmaydı. Romanda, ekonomik kriz nedeniyle organ ticaretine girişen devlet, her vatandaşı zorunlu organ bağışına tâbi tutuyor. Uyanık okur, göndermeleri anlar, paralellikleri kurar.      

 

Sorularda da bahsettiğim sorunlar, yazarak çözülebilir mi ? Yazmak, sorunları çözmek için ne gibi önem taşır ?

 

Yazmak, öyle çok kapı açabilir ki!

 

Çok kişisel bazda; yazmak, sorunlarımızla yüzleşmek, onları deşmek, anlamaya çalışmak, onlara çözüm bulmak için mükemmel bir terapi aracıdır. Yazınız otobiyografik olmak zorunda değil; hayalî karakterlerinizi kurgularken de aslında kendinizi kurgularsınız. Sanırım bu yüzden yazarız: En başta kendimizi sağaltmak için.

 

Daha büyük çaptaki sorunlara gelince: İllâ her sorunun çözümü yoktur; örneğin ihtiyarlamak,  halledilebilecek bir sorun değildir. Ama ihtiyarlığa nasıl yaklaşacağımız, nasıl yaklaşmayı tercih edeceğimiz, tamamen bizim elimizdedir, bizim seçimimizdir. Yazarak, deşerek, hikayeleştirerek hem kendimizi, hem de okurlarımızı etkileyebiliriz. [Bu arada: İngilizce yazmak anlamındaki “to write” sözcüğü Eski Almanca’daki “rizan” (yırtmak, yaralamak) veya Eski İngilizce’deki “writan” (kazımak, kaşımak) sözcüğünden türetilmiş; deşmek gibi. İlginç bir şekilde Arapça yazmak “ketebe” kelimesinin de  kök anlamı kaşımak, oymak. Yani, sanki bir konunun derinliğine inmek için yüzeyi deşmek, kazımak; sonra da talaşları bir kenara süpürerek cevheri ortaya çıkartmak, gibi! Geleneği olan, ekosistemi sağlam, evrensel sezgiye dayalı dillerde ne kadar gizemli ipuçları var!]               

 

Buna karşılık pek çok sorun da halledilebilir türdendir: Silahlanma, çevre talanı, ayrımcılık… Yazmak hem özel ve kişisel, hem de genel ve toplumsal sorunları anlamamıza  yardımcı olur,  ki bu da çözüm aramanın ilk basamağı. Yazmakla soru sormaya başlarız. Nedenleri araştırırız. Kurgu yoluyla duyarlık oluşturabiliriz. Ayıp olmayacaksa, su kaynaklarının tamamen tükendiği bir dönemi anlattığım “Siyah Koku”dan örnek vereyim: Pek çok okurumdan, “kitabınızı okuduğumdan beri artık dişimi fırçalarken musluğu kapatıyorum”, “hangi umumi tuvalette açık bırakılmış taharet musluğu görsem, kapatıyorum” cümlelerini duydum, duymaktayım. Suyun değeri konusunda bir farkındalık uyandırmış olmak beni çok mutlu ediyor. Upton Sinclair’in “Şikago Mezbahaları” adlı, hem göçmenlerin içler acısı yaşam biçimini, hem de et endüstrisini ve işçilerin akıl almaz çalışma koşullarını anlattığı dehşet verici romanının 1906’da yayınlanmasıyla Amerika’da kıyamet kopuyor ve roman, hem mezbahalarda pek çok reforma yol açıyor, hem de o sene Et Teftiş Kanunu’nun değiştirilmesini sağlıyor.

 

 

 Bütün dünya sizi dinliyor olsaydı ve tek cümle söyleme şansınız olsaydı onlara ne söylerdiniz ?

 

Hepimiz şu güzel gezegende geçici misafirleriz; gelin, burada oluşumuzu hep beraber kocaman bir ziyafetle kutlayalım!                                                                                                              


Yorumlar (0)



Bu habere ait yorum bulunmamaktadır