06 Ekim 2024


Tanrı ile Konuşmalar -5- 'Deprem'



Faik Öcal

A- A+

Hayatımı depremden önce ve depremden sonra diye iki döneme ayırsam, yeterli olur mu Tanrım. Bu ayrım her şeyi açıklar mı yoksa deprem gerçeğini daha belirsiz mi kılar? Bundan tam bir sene önce deprem oldu ve depremi hissetmediğim bir günüm dahi yok. Anlıyorum ki bu dünyada bir konuktan başka bir şey değildim, elimin altındaki sayılı günlere bakıp.

Dünyaya ve hayata olan bakış açım kökünden değişti. Depremde birçok yakınımı, dostumu, arkadaşımı kaybettim. Hangi birini anlatsam ki. Çocukluk arkadaşım Duru’yu mu, kardeşim gibi sevdiğim Çetin’i mi, birlikte çalıştığım Hüseyin’i mi, kitap dostum Sevgi’yi mi anlatsam. Hayat yolculuğuna beraber başladığımız arkadaşlarımın üzerine yıkılan evlerini mi anlatsam. Oysa beraber taşlarla ev yapmasını öğrenmiştik çocukluk arkadaşlarımla. “Holık” derdik bu çocukluk evlerimize. Taşları uygun biçimde dizme ustalığı kazanmıştık ama depremde evlerimizin tepemize yıkılmasının önüne geçememiştik.

Büyüdük ve evlerimizi başkalarına yaptırmasını öğrendik. Evlerimizi kendimiz yapsaydık, belki hiç yıkılmaz evlerimiz ama biz işin tembelliğine ya da ucuzluğuna kaçtık, evlerimizin inşasını başkalarına devrettik, hatta birbirimizi örgütledik. Bununla kalsa iyiydi, başkalarının bizim için yaptığı evleri hiç denetlemedik. Başkalarının bizim için yaptığı evlerin mezarımız olduğunu öğrendiğimizde artık çok geçti.

Enkazın altında kana bulanmış beyaz yazmayı çıkarıyorum. Ağlıyorum, kanlı yazmayı yüzüme sürüyorum. Sadece ölümün Duru kokusu geliyor. Seni böyle bırakıp gitmemeliydim, canımı kurtarmak telaşına düşmemeliydim. Yüreğimin üzerinde kanlı yazman, kaçıp gidiyorum ama içimdeki depremlerle birlikte. Boynu kırıldı çocukluğumun, yol haritası yıkıldı gençliğimin, can yeleği yırtıldı hayatımın.

Çetin ile bir daha kader yolculukları yapamayacağız, yol ayrımlarına girmeyeceğiz. Bir daha tepesindeki küçük kızı babasının omuzlarına melek öpücükleri kondurmayacak. Kıyamet ayrı düşmüş eşlerin mezarlarının arasında kopacak. Ben bilmeyeceğim Tanrım, büyümeyeceğim. Susacağım içimdeki günübirlik depremlerle.  Mavi akşamlarla dilimi dağlayacağım, asla dönüp bakmayacağım yazılar yazacağım. Buraya kadarmış dostum deyip, nasip neşteriyle kalbimi dağlayacağım, ağlamaya devam edeceğim.

Seni sana okuduğum Mem şiiriyle hatırlayacağım, hep de Nemrut’un eteklerinde, bir gün batımında bir başına ya da bir gün doğumunda birlikte. Fark eder mi Hüseyin? Evinde başkalarının sahip çıkmadığı çocuklarla gittin. Dilimin ucunda bir Mem şiiri. Zin’imiz olmadı Hüseyin. Zin’imizi bulamadık. Ben kayıp bir Mem, sen ölü bir Mem, kavuşamadık Zin’lerimize. Belki de bizi bir araya getiren de bu oldu: Zinlerine kavuşmamak. Belki de bunun için Mem şiirini sevdik.

Ben aynı şiirin bu tarafındayım, sen öbür tarafındasın; Nemrut yine yerinde duruyor Hüseyin. Neden Nemrut yerinde duruyor, her şey böyle altüst olmuşken, değişmişken. Gün doğumları ayrı olmuş bir olmuş, fark etmiyor dostum. Sadece acıtıyor anısı. Bir türlü unutamıyorum Zin’inin ebediyen yitiren Mem’i. Bir türlü kendimi affedemiyorum. İçimin bir köşesinde hep Zin’ini arayan bir Mem olacak, öylece kalacak.

Senin kitapları sevmeni, kitaplara aşık olmanı sevdim. Ne güzel bir kitap dostuydun. Gençliğini kütüphanelerde geçirdin. Bir kütüphaneden başka bir kütüphaneye geçerken görürdüm seni. En sonunda memleketinin kütüphanesinde görmüştüm seni. Yakındın artık ailene, sevdiklerine. Yakındın hiç üzerine almadığım ölüme. Yakındın kütüphanenin altında kazılmış aile mezarlığına. Gittin ailenle birlikte, geride hiçbir şey bırakmadan. Ne bir çocuk ne de açık bir kapı. Kitaplarınla gelmiştin ve onlarla gitmiştin, geldiğin gibi sade ve asude. O çok sevdiğin çocuk kitapları gibi.

Seni hep çocuk kitaplarıyla hatırlayacağım. Küçük Prens’i ne kadar çok severdin. “Ben de Küçük Prensesim” derdin. Küçük bir prensestin ve bir yıldız gibi kayıp gittin masal ülkesine, sonsuzluğa karıştın. Her çocuğun mutlaka Bach’ın Martı kitabını okumasını isterdin. Genç Martılar Kitap Kulübünü kuracaktın. Umutların ve hayallerin öylece enkazın altında kaldı. “Ben Samet Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ıyım” sözlerin hala kulağımda. Aynı kitapları sevmemiz tesadüf değildi. Belki de bizi karşılaştıran de aynı kitapları sevmemizdi. Gerçek kitap dostları saflığı ve özgürlüğü anlatan kitapları severlerdi. Seni çocuk kitaplarınla hep kalbimde yaşatacağım

Sonra depremi anlatan bir çocuk kitabı yazmak isterdim. İnsanlar depremi unuttu Sevgi. Ateş düştüğü yeri yaktı ve yakmaya devam ediyor. Ocağına ateş düşenler ateşlerinde yanmaya devam ediyorlar. Depremzedelere uzaktan bakanlar, çoktan kendi hayatlarına döndüler. Biz orada öylece kaldık ölülerimizle bir. Artık ölümüzle dirimizi birbirinden ayırt edemiyoruz.

Halimizi sen biliyorsun Tanrım. Söz de yandı ocağımıza düşen ateşlerde. Sözün küllerini avuçluyorum savuruyorum dünyaya, insanlara. Dünyaya ve insanlara ziyadesiyle güvenmişiz. Bağışla bizi Tanrım.  Bağışla Sevgiyi…

 

 

Yorumlar (0)



Bu makaleye ait yorum bulunmamaktadır