Milliyetçilik; Türkiye’de sivil bir kitle ideolojisi olarak kabul görmüş değildir. Avrupa’da olduğu gibi seçkin, aydın ve entelektüellerin de ideolojisi değildir.
Devlet ideolojisi olarak yargı, yürütme, siyaset, bürokrasi, spor, sanat gibi kurumsal ve toplumsal alanın tamamına yasalarla dayatılarak ve zor kullanılarak hâkim kılınmıştır.
Esas olarak Türkiye Cumhuriyeti, bazı batı devletleri gibi milli ve milliyetçi değerlerle kurulmadı. “Türk ulusu” iddiasıyla da kurulmadı. Devlet ve yönetim bilincinin oluşmadığı ve Osmanlı döneminde “maraba” muamelesi görmüş Anadolu Türkünün “Türklük” temelinde bir devlet kurma hayali de yoktu.
Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk ve İttihatçı arkadaşlarının öncülüğünde Kürtlerin ve Anadolu Türkünün desteğinde başlatılan Millî Mücadele sonucunda, etnik bir temele dayanmayan bir cumhuriyet devleti olarak kuruldu.
Halkın milliyetçi duyguları ve talepleri zaten yoktu.
Başlangıçta çoğulcu bir toplum için “ortak değerler” seçilmişti. Ancak daha sonra çoğulculuk yerine “Teklik/TÜRKLÜK”, ortak değerler yerine “etnik milliyetçilik/Türkçülük”, rejimin ana ilkesi olarak yer aldı.
Adına “milliyetçilik” dense de bu ideolojinin amacı Osmanlı döneminde “tebaa ve maraba” olan bir toplumdan “Türklük kimliği” ile bir millet oluşturmaktı.
Maraba Kürtleri de bu projeye kendi rızalarıyla dahil etmek pek zor olmadı ancak “Tebaa” değil, “Osmanlı müttefiki” bilincinde olan Kürt aşiretlerini, Kürt ulema ve aydınlarını ikna etmek mümkün olmadı.
Kürtler, kendilerini hem ‘asli unsur’ hem de daha ‘asil’ görüyorlardı. Mezopotamya halklarının asalet anlayışı aşiretler aidiyetine göre belirlenmişti. Bu nedenle de Kürt aşiretlerini “maraba” seviyesine indirgeyerek tarih ve kimliklerinden soyutlayarak dayatılmış bir “üst kimlik” etrafında birleştirmek mümkün olmadı.
Ayrıca “Türklük” üst kimliği, bilimsel ve evrensel ilkeleri olmayan, ortak paydaya ve ortak değerlere dayanmayan, tarihi kökleri güçlü olmayan yukarıdan/masada belirlenmiş bir etnik aidiyete dayanan konjonktürel bir durumdu. Bu durumu “milliyetçilik” ile izah etmek de mümkün değildir.
--
En masum ve müspet tanımıyla milliyetçilik; “ait olduğu milletin varlığını sürdürmesi ve yüceltmesi için diğer bireylerle birlikte çalışmak, bu çalışmayı ve bilinci, diğer kuşaklara da yansıtmak” olarak ileri sürülmektedir.
Oysa Türkiye, Millî Mücadelenin başat aktörlerinden Kürtler başta olmak üzere farklı unsurlardan oluşuyordu ve “Türklük” en başta Kürtleri kapsamıyordu. Bu nedenle de “Türk milliyetçiliği”, “ortak payda” olarak kabul göremezdi. Etnik aidiyeti; cahil ve militarist gruplar dışında herhangi bir toplumsal kesime bir “gurur ve üstünlük” gerekçesi olarak sunmak gerçekçi değildi.
Esas olarak Japonya benzeri gelişmiş ülkelerde olduğu gibi Türk halkının refahını ve medeni toplum olmasını amaç edinen bir milliyetçilik anlayışı da hiç olmadı.
Özde ulus ve milleti esas almayan devşirilmiş Türk tipi ulusçuluk ve milliyetçilik ideolojisi, padişah yerine devleti tanrılaştırmak ve Anadolu Türkünü kul-köle olarak tutmaya hizmet etmiştir.
Milli/ulus devlet inşasında devlet odaklı bir siyasal hareket olarak etkinleştirilmiş ve daha sonra “devlet milliyetçiliği” olarak resmî ideoloji haline getirilerek kurumsallaştırılıp topluma dayatılmıştır.
Türk halkı için yararlı ve inandırıcı olmayan bir milliyetçilik anlayışına, onurlu ve kimlik sahibi asil Kürtleri inandırmak nasıl mümkün olacaktı?
Bunun için baskı, dayatma, asimilasyon ve gerektiğinde katliam gibi ceberut politikalar uygulanmaya konulmuş, göreceli ve sahte bir “birlik” ancak sağlanabilmiştir.
Hiçbir uygulama Kürtleri tamamıyla teslim almamış ve “Türklük” potasında eritememiştir. Uygulamalar sadece sorunun biçimini değiştirmiş ve hep bir ‘Kürt meselemiz’ olmaya devam etmiştir.
Konjonktür ve koşullar değişmesine rağmen hala geçmişte kalmak, geçmişte ısrar ve inat etmek bir ülkenin yararına değildir. Bu bağlamda din ile de harmanlanarak etkinleşen “Türk ve devlet milliyetçiliği” sadece Kürtler için değil, ülkemizin geleceği için de bir tehdit unsuru olmaktadır.
--
Din ile harmanlanmış devlet milliyetçiliğinin, en az faşizm ve ırkçılık kadar tehlikeli ve tahripkâr olduğunu artık görmeliyiz.
“Kürtlük” adına dağa çıkanlar da “Türklük” adına sokağa inenler de devlet milliyetçiliğini güçlendirmektedirler. Kabul etmeliyiz ki milliyetçilik artık kurumsal bir statükoya dönüşmüştür.
Statükoyu korumanın olumsuz sonuçları ve ağır tahribatı Kürt meselesinde çok açık biçimde kendisini göstermektedir. Söz konusu tehdit ortadan kalkmadan Kürt meselesinin çözümü de mümkün olmayacaktır.
Ülke ve insan sevgisi için milliyetçi olmaya ihtiyaç yoktur. İnsan olmak, ahlaklı ve erdemli olmak ‘yurtseverlik ’için yeterlidir. Bu bağlamda Kürtlerin ‘yurtsever’ olmadığını iddia etmek doğru değildir.
Altını çizerek belirtmeliyim ki Kürtleri yok sayarak, ötekileştirerek, düşmanlaştırarak muasırlaşmak ve barış içinde medenice yaşamak ve özgürleşmek asla mümkün değildir.
Birlikte, insanca, kardeşçe, özgürce yaşamak için statükoya hayat veren dinbazlığa, ayırımcılığa, ırkçılığa, etnik ve devlet milliyetçiliğine karşı demokratik siyasi bir duruş ortaya koymanın zamanı geçiyor.
Kürtler ve Türkler olarak cehaletimizi ve korkularımızı yenip birlikte yaşama duyarlılığımızı artıramazsak, dinle harmanlanmış etnik ve devlet milliyetçiliğinin kurbanları olacağımızı hatırlatmak istiyorum.
Demokrasi ve hukuk neden ortak paydamız olmasın?
Demokrasi ve hukuk devleti; tekçi, ırkçı, etnik milliyetçi, dinci, ümmetçi, komünizm gibi ideolojilerle hayat bulamaz. Söz konusu ideolojilerle daha çok ayrıştığımız ortadayken etnik kimlik ve ayırımcı ideolojilerde ısrar etmemizin ülkemize bir yararı olmayacaktır.
Kürt meselesinin de söz konusu ideolojik bağnazlıklarla giderek daha da derinleşeceğini artık görmek gerekiyor.
Misafir