06 Mayıs 2025


Karanlık Acılardan Yüce Aydınlıklara Diyarbakır’dan Amed’e Gezi Notları (3)



Faik ÖCAL

A- A+

Urfa

Asmışım cüzümü boynuma, tam iman tahtasının üzerinde sallanıp durur kıyamlarım, secdelerim, rükûlarım. Kıyametimi sürüyorum cüzlerle bir. Rabbim koru ve bağışla. Gerçekten korumana ve bağışlamana muhtacım.

Artık yol arkadaşımdır Kelam’ın, yıllar evvel Beyrut yolunda kurduğum hayalim. Nereye gidersem kalbimde Kuran her daim, dilimde o kadim lisan, ellerimin rahlesinde aynı Mushaf, bul ve yitir, böyle yola devam.

Mülkün sahibi olan Rabbim işaretlerini bekliyorum. Çantamdaki kitaplara bakıyorum, iki risale. Said Nursi ve Kuşeyri risalesi. Birinci Kürtçe yazılmış, ikincisi Türkçe, göğsümdeki Arapça.

Urfa deyince tatsız anılar geliyor hatırıma. Takriben bundan üç ay evvel, 6 mayıs günü, tam da bu saatlerde, yani ikindi sularında, tanıdığım biri kesin sonuçlu intihar teşebbüsünde bulundu. Ölümüne bileklerini, boğazını kesti, karnını deşti. Onun deyişiyle, “Hesapta bu dünyada bir daha yaşamak olmayan” intihar teşebbüsünde bulundu ama gel gör ki merhametlilerin en merhametlisi, sonsuz merhamet sahibi Allah onun kendi hayatına alçakça ve korkakça yaptığı bu suikastı geri çevirdi, hiç hak etmemesine rağmen ona hayatını geri bağışladı, canın tenle olan son bağı da kopmak üzere iken ona bir şans daha verdi.

Hatırlıyorum 11 mayıs günü onu görmeye gelmiştim, birçok tanışı görmüştüm hastane önünde. Sonra çiçek almıştık, kendisine Hadi olan Rabbimden hidayet dilemiştim. Ama onu yatağında gördüğümdeki ifadesini hiç unutmadım. Sanmıştım ki İblis gelip onun yanına oturmuş, orada bana sırıtıyor, ben galip geleceğim göreceksin, diyor. Dehşete düşmüştüm ve korkmuştum. Onun hayata ve varoluşa dair görünen ipleri iblisin elindeydi şimdilik ve o hiç mi hiç bunun farkında değildi, umursamaz tavırlarıyla iblisin suyuna gidiyordu, ekmeğine yağ sürüyordu, Allah’ın kendisine bağışladığı hayatı iblise peşkeş çekiyordu. Bunun farkında olmaması ve ateşe körükle gitmesi, hem beni kahrediyordu hem de öfkelendiriyordu. Kendi kendime, insan nasıl bu kadar kör olabilir, diyordum. Neden gözleri açılmaz da hakikati göremez. Bu nasıl bir inat, kibir, umutsuzluk. Hiç mi açık kapı bırakılmaz görünmez alemlere. Ben Rabbimden umudumu kesmemiştim, madem ki Rabbim imkansızı imkanlı kılarak ona hayatını geri vermişti, bu aslında büyük bir işaretti kurtuluşa ve hidayete dair. O an gelecekti, yakınım büyük bir pişmanlıkla aslına, özüne dönecekti, tövbe edecekti ve af dileyecekti bütün bu yaptıklarından dolayı. Bütün bir ömrünce hamt edecekti Rabbine. O günün geleceğine inanıyorum, çünkü içinde bulunduğu hayata dönüşün koşulları bunu gösteriyor.

Ona birkaç defa ulaşmaya çalıştım, ama o hayata ve Rahman’a ait bütün kapıları kapatmaya devam etti ısrarla, inatla, taassupla. Kendini içi boş bir gurur ve kör bir cesaretin içine hapsetmişti.

Ona bakıyorum. Her haliyle hayat umurumda değil, diyor. Neden? Çünkü yaratıcı ile olan bağlarını koparmış kendince. Ama yaratıcı, bu yaratığıyla bütün bağlarını kesmemiş daha, o bunu biliyor. Yaratıcının hala onda umudu var ya da öfkesi. İnşallah umuttur bu bekleyişin rengi.

Gariptir, hayatını umursamaması hayata dair bir görüş ve anlam olup çıkmış. Değişik bir şey olup çıkmış. Nasıl böyle oldu. Hiçbirimiz farkında olmadık, çünkü hiç konuşmuyordu, içini kimseye açmıyordu. İntihara teşebbüs edince onun içindeki çığlığı duyduk, hayata dair bütün umutlarını yitirmişti. Soğuk, katı, duygusuz çığlığı hepimizin aklını başından aldı, bizi dehşete düşürdü. Hiç böylesini görmemiştik, böylesi hiç başımıza gelmemişti. İlk defa bir intihar gecesine kaldık, sabahlara kadar dua ettik, öldük öldük dirildik. İçimizdeki biri ebediyen cehennemde kalabilirdi, bu ihtimal ve düşünce bizi dehşete düşürüyordu, kahrı u perişan ediyordu. Aklımızı kaçırmaya ramak kalmıştı. İntihar gecesinin sabahında iyi haberler almasaydık belki aklımızı kaçırıp çıldırmış olurdu içimizden birileri.

Nasıl olup da böyle biri aramızda yaşamıştı da fark edememiştik. Neden görmemiştik, kendimize çok kızdık, kendimizi pek kınadık, yazıklandık, muhakkak bu intihar teşebbüsünde hepimizin bir suçu, mesuliyeti vardı. Aynı intihar gecesinde hep bu ve bunlara benzer suçlayıcı ve kahredici düşünceler arasında gidip geldik, ölüp ölüp dirildik.

Daha dehşetli olansa şu. Neden intihar ettiğini hiç kimseye hissettirmedi. Daha doğrusu, bunu nasıl başardı. Yani intihar önce nasıl kapalı kutuyduysa, intihar sonra daha da kapalı oldu, daha çok içine kapandı. Sanki intihara teşebbüs eden o değilmiş gibi. Biz intihara teşebbüs etmişiz gibi bir durum ve psikoloji ortaya çıktı.

Herkese kabul ettirmiş, kendisi istemeden asla açılmayacağını. Korkarım o hiç açılmayacak, hep kapalı bir kutu olarak kalacak. Ama Rabbim dilerse, bu kapalı kutu bir hazine sandığına dönüşebilir, bu hazineden çok güzel ve paha biçilmez mücevherler, elmaslar, taşlar çıkabilir. Umudumuz ve duamız bu. Rabbimizden hiç umut kesmedik, kesmeyeceğiz inşallah. “Ya Hadi” dedik inanarak, umut ederek, af dileyerek, merhamet umarak.

Bu olay, hepimizin yakınlarımıza karşı ne kadar kör, sağır, ilgisiz ve aciz olduğumuzu göstermekle kalmadı, tasdik etti aynı zamanda nefsimizin ve dünyanın kölesi olduğumuzu. Ver her halükarda Allah’a muhtaç olduğumuzu, gerçekten elimizden hiçbir şey olmadığını.

İblisin ateşi içimize düşmüş, görmemişiz, fark etmemişiz. Fark ettiğimizde dışarı atmaya veya söndürmeye çalışıyoruz. Esefle görüyorum ki ateşe bir şey yapamıyoruz, çabalarımız ateşin hararetlendirmek başka bir şeye yaramıyor. “Ya Hadi! Ya Rahman! Ya Rahim!” diyoruz sonsuz acizliğimizle, “Yardım et bize. Yakınlarımızın içine düşmüş ateşleri söndürelim, helak olmaktan kurtulalım.”

Aynı günün gecesinde bir arkadaşımın evine gitmiştim. Geceyi onlarda geçirmiş, sabah da Harran harabelerinin yolunu tutmuştuk. Ne derler, sanki antik bir kentin hayali duruyordu Harran’da, daha ilginci hep duracaktı. Kentin hayalinin yanında dünyanın ilk Üniversitesi olduğunun burada kurulduğu söylendiği için, bu üniversite ile beraber Sabit Bin Kurra, El-Battani isimleri de bu kentin hayalindeki yerini almıştı. Harran Antik Kent, bir bakıma Sabit Bin Kurra demekti. Sabit Bin Kurra 9. Yüzyılda yaşamış, Matematik, Astronomi, Tıp konularında birçok ilkin sahibi, Yunancadan, İbranicede, Süryaniceden Arapça’ya birçok tercüme yapmış Beytül Hikme’nin en önemli tercümanlarından biri. Diğer tercümanlar, İbn el-Mukaffâ, Huneyn b.İshâk, Ebû Bişr Matta b. Yûnus, Yahyâ b. Adî, Ebû Osmân ed-Dimeşkî. Kurra, Sabii inancındadır, gerçi sonradan Müslüman olduğu söyleniyor ama kanımca Sabiilik’te kalmıştır, Abbasi Halifeleri de hiç baskı yapmamıştır.

Harran’dan adeta tarihe yolculuk yapmıştık görünmez kanatlarla, zamanın dışına çıkarak. Çünkü birçok medeniyetin birikimlerini bu eski kentte bulmuştuk. Sonra gözlerimizin önünde uzanıp durmuş Harran ovası, ayaklarımızın altındaki zemini çekip almıştı. Kendimizi arı kovanı şeklinde kerpiçten yapılmış evlerden bulmuştu. Evlerde hala yaşayan insanlar vardı, sanki binlerce yıl öncesine gitmiştik. Sadece kıyafetlerimiz aynıydı, insanlar eski zamanlardan kalmış gibiydi.

 

Ne ben eski benim ne koşular eski koşullar ne de dünya eski dünya. 1948’de resmen kurulan İsrail, İslam coğrafyasına, bilhassa da Filistinlilere kan kusturmaya devam ediyor. Binlerce Filistinli hayatını kaybetti. Dünya seyretmeye devam ediyor. Müslümanlar ufak çaplı gösteriler, yürüyüşler, protestolar yapıyor, basın yoluyla tepkilerini ortaya koymaya çalışıyor; ama yetersiz. Yapılan zulmün karşında bunlar pek az, yine de hiç yoktan iyi. Sonuç olarak değişen bir şey yok, Müslümanlar ölmeye devam ediyor, kimse bu katliamların önüne geçmiyor, geçemiyor.  Müslümanlar ne zaman aklını kullanacak, merak ediyorum. Neyi bekliyorlar? Çoğu Müslüman için Filistin seyirlik bir haber, seyret geç. Çoğu Müslüman Filistin’in haritada nerede olduğunu bilmez, dahası ilgilenmez. Çoğu Müslüman, gündelik hayatın popüler tüketici kültürüne kapılıp gitmiş. Başkasının derdiyle dertlenmeye fırsat bulamamış. Böyle Müslümanların çoğunlukta olduğu bir toplumun –cemaat değil- tam ortasındayız. Onlar gibi olmaktan korkuyorum, onlar gibi başkasının derdiyle dertlenmemekten, başkası için acı çekmemekten dehşetli korkuyorum. Başkası için yaşamayan, dertlenmeyen, acı çekmeyen, ruhen ölmüş demektir. O kadar çoklar ki her yerdeler. Rabbim, Sana sığınıyorum. Beni böyle bir Müslüman toplumuna bırakma. Özlenen, beklenen, Asrı Saadet’e adanmış, bu uğurda yorulmuş, canını, malını her şeyini feda etmiş cemaate kavuştur.

Şiir tekrar düşüyor heybeme, acının ve hasretin tam yerinde:

“Ey develerin sürücüsü!
eğer uğrarsan bir gün Hacir’e
durdur hayvanları biraz
bir selam ver
çünkü öyle özlemişler ki seni
dönmüşler çılgına
Da’d’ı, Rebab’ı ve Zeyneb’i bağır orda
Hind’i, Selmâ’yı ve Lübna’yı
bağır ve dinle aynı anda.”

Karanlıklar yıldızları ortaya çıkarmak için vardırlar. Karanlık olmasaydı yıldızların bir anlamı olmazdı. Kim söylemişti, buna benzer bir sözü. Geçenlerde bir yerde okumuştum. Etrafım karanlık acılarla dolu, Rabbimi bilmek cehdi, nur olup saçılıyor etrafıma, önümü aydınlatıyor, işaretleri okuyabiliyorum, nerede olduğumu, nereye gittiğimi biliyorum. Karanlık acılardan yüce aydınlıklara, işte benim hikayem, başka da şansım yok. Bir yolunu bulup yüce aydınlıklara çıkmalıyım, karanlık acıları kırmalıyım. Ruhumdan bir bıçak belirecek, bütün görünmez kirleri kesecek, zehirli damarları, ucuz köprücükleri. Rabbim, sen varsın, beni gördüğümü görüyorum. Gösteren Sensin. Yardımına açıkça ve ziyadesiyle muhtaç olduğumu da biliyorsun.

 

 

Yorumlar (0)



Bu makaleye ait yorum bulunmamaktadır