27 Nisan 2024


Amerika Irak’ı niçin vurdu?



Haluk ÖZDALGA

A- A+

Bundan 20 yıl önce bu günlerde Amerika, büyük bir askeri güçle Irak işgalini ve savaşı başlattı. O vahşi savaşta, değişik öngörülere göre 300 bin ila bir milyon arasında insan öldü.

Vahşet ki, ölenlerin sayısı için 100 bin insan hassasiyetinde dahi hesaplanamıyor!

Amerika’nın saldırısı, 1970’ler ve 80’lerde kişi başı gelir itibariyle İtalya’nın yaklaşık yarısı düzeyindeki Irak’ı mahvetti. Irak hâlâ kendine gelemedi.

Savaşın 20. yılı nedeniyle bol yorum yayınlandı. Amerika, Irak’ta kitle imha silahları bulunmasını ve Irak-El Kaide bağlantısını savaşın gerekçesi yapmıştı. Şimdi hemen bütün yorumcular bu bahanelerin yalan olduğunu söylüyor.

O yalanları Washington’daki karar vericiler Mart 2003’te de biliyordu.

Kitle imha silahlarına sahip olsa dahi, Bağdat’ın ne elinde uzun menzilli füze ne başka türlü Amerika’ya zarar verme yeteneği vardı.

Ortadoğu siyasetini en basit düzeyde izleyen herkesin bildiği gibi El Kaide, işbirliği bir yana, Irak Baas rejimini can düşmanı görüyordu.

Ancak içerde ve dışardaki yorumcuların pek değinmediği kritik bir soru var: Öyleyse Amerika Irak’ı niçin vurdu?

Irak’ın geleceği Türkiye’nin geleceğini ve istikrarını yakından ilgilendiriyor. ABD’nin Irak ve Ortadoğu siyasetinin doğru tahlil edilmesi Türkiye için hayati önem taşıyor.

2000’lerin başında Amerika’nın Ortadoğu siyasetini iki paralel eğim belirliyordu ve 11 Eylül 2001’de Amerika’nın kalbine yönelen terör saldırısı sonrasında uygun şartlar oluşunca Washington savaş düğmesine bastı.

Halen süregelen bu iki paralel eğilim:

– Yeni muhafazakarlar (kısaca neo-con veya neo-kon) adını taşıyan ve dış politikada aşırı müdahaleci politikaları savunan seçkinlerin Washington’da hayli etkili olması. Adları muhafazakar olsa da, bu kesimler Amerika’nın her iki büyük partisi içinde, bazen değişik adlar altında yer alıyor.

– 1990’lardan itibaren beliren yeni bir anlayışla, Amerika’nın siyasi seçkinleri tarafından ABD-İsrail çıkarlarının tam bir özdeşlik içinde algılanması.

Amerika’nın Irak saldırısı bu iki paralel eğilimin ortak sonucu oldu.

Neo-kon’ların dış politika anlayışı özetle; dünyanın rakipsiz ekonomik ve askeri gücüne sahip ABD’nin “küresel liderlik” görevini yüklenmesi ve tüm dünyayı yönetmesi, o görevi yerine getirmezse dünyada kaos çıkacağı, dünyayı yönetirken temel dayanağın “askeri güç” olması ve gerekli görülen hiçbir askeri harcamadan kaçınmamak, açık tehdit gelmeden önce harekete geçerek düşmanın vurulması (pre-emptive defence posture) ve dünyanın her köşesine Amerika’nın tek başına müdahale edebilmesi (go-it-alone interventions) anlayışına dayanır.  

Neo-kon’ların bu anlayışı esasen, 1600’lerden bu yana geliştirilen uluslararası hukukun pek çok temel önermesini paramparça eder.

Neo-kon kadrolar genellikle değişik dernek, vakıf, lobi şirketi, stratejik araştırma enstitüsü ve medya kuruluşunda çalışır. George W Bush’un Beyaz Saray’a yerleşmesinden sonra pek çok neo-kon, yönetimde üst düzey görevlere getirildi.

11 Eylül terör saldırısından sonra Bush yönetiminin dış ve güvenlik politikası, neredeyse tamamen o kadroların yıllardır savunduğu doğrultuya evrildi. Eylül 2002’de hazırlanan yeni Milli Güvenlik Stratejisi, yukarıda özetlediğimiz anlayışla yoğruldu.

Üst düzey görevlere gelen neo-kon eğilimli pek çok isim arasında öncelikle Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz sayılabilir.

Neo-kon hareketinin en etkili isimlerinden ve Başkan Bush’un büyük değer verdiği William Kristol’e göre, özellikle Ortadoğu’da halklar Amerika’nın gücünden yeterince korkmuyordu. Kristol’ün sözcükleriyle “Amerika’dan korku (awe) duymama” ve “dünyanın tek süper gücüne saygı duymama” eksikliği vardı.

Bilindiği gibi, 20 Mart 2023’te başlayan korkunç Bağdat bombardımanına verilen ad “şok et ve korkut” (shock and awe) idi. Bu ad, ellerinin altındaki yok edici silahların heyecanına kapılan karargah komutanları tarafından icat etmiş değildi; ABD’nin nasıl küresel önderlik yapacağıyla ilgili Bush yönetimine hakim görüşlerin bir parçasını oluşturuyordu.

Kullanılan “awe” sözcüğü tam olarak, huşu duyguları ve derin saygı içinde korku duymak anlamını taşır. Hıristiyan inancında ve İncil’de, insanların Tanrı’ya karşı beslemesi gereken korku duygusu ifade edilirken kullanılan sözcüktür; zaten daha çok o tür imaların yapıldığı muhtevalarda kullanılır.

Yani neo-kon anlayışına göre, özellikle Ortadoğu halklarının Amerika’dan duyması gereken korku, Tanrı’ya karşı beslenen korku duygusu gibi olmalıdır.

Bu noktada, bağnaz Hıristiyan grupların Bush’un Ortadoğu siyasetinde epey etkili olduğuna işaret edelim; ama o konuya burada giremeyiz.

Bush yönetiminin Irak siyasetini belirleyen ikinci önemli eğilim, son yıllarda Ortadoğu’da ABD-İsrail çıkarlarının adeta özdeş kabul edilmesiydi.

Bu değişimi en iyi özetleyen belgelerden biri, İsrail’de bir stratejik araştırma kuruluşu tarafından hazırlanan “2000’lere Doğru Yeni İsrail Stratejisi” adlı rapordur. Yeni başbakan olan Binyamin Netanyahu için 1996’da kaleme alınan rapor, hem içeriği hem yazarların kimliği açısından olağanüstü özellikler taşır.  

Başbakan Netanyahu’ya sunulan rapor, İsrail’in o güne kadar izlediği siyasetin ‘tam kopma’ şeklinde kökten değiştirilmesini önerir. O güne dek Filitin sorununda izlenen “barış süreci” veya “barış için toprak” ilkeleri terk edilmeli, onun yerine “kuvvet yoluyla barış” ilkesi benimsenmelidir. Çünkü İsrail bölgede kendi stratejik çevresini şekillendirecek askeri güce sahiptir.

Ortadoğu’da ABD’yle iyi ilişkiler içinde olmayan ve bağımsız hareket edebilecek ülkelerden İsrail’e yönelecek tehditler mümkün olan her yöntem kullanılarak bertaraf edilmelidir.

Başvurulacak yöntemler; o ülkelerde ABD’yle uyumlu yönetimlerin işbaşına getirilmesi, sahip oldukları etkili silahların yok edilmesi veya o ülkenin siyasi yapısı değiştirilerek, istikrarsızlaştırılarak geriletilmesi, gerekirse parçalanarak zayıf düşürülmesi olabilir.

Rapora göre bölgede İsrail için öncelikli tehdit oluşturan üç ülke vardır: Irak, Suriye ve İran.  

Raporu kaleme alan sekiz kişilik grubun bazı Amerikalı üyeleri, 2000’de Bush’un başkan seçilmesiyle beraber yönetimde en kritik üst düzeylere geldi (Richard Perle, David Wurmser, Douglas Feith gibi).

ABD’nin Bush dönemi Ortadoğu siyaseti hemen tamamen o raporda yazıldığı gibi oldu. Sonraki yıllarda değişen başkanlara rağmen büyük ölçüde o doğrultuda devam etti.

Washington’un amacı önce Saddam Hüseyin’i devirmek, sonra Irak’ı zayıf düşürmek ve mümkünse parçalamaktı. Hedeflerine ancak kısmen ulaşabildi.

Tabii İsrail, Amerika’nın savaşı başlatması için kendi yöntemiyle muazzam baskı yaptı.

Prof. John Mearsheimer’ın anlatımıyla “Hiç şaşırtıcı olmayan şekilde, Ehud Barak, Binyamin Netanyahu, Şimon Peres ve Ariyel Şaron dahil İsrailli en üst düzey kişiler Amerika’yı savaşa sokmak için yoğun lobi yaptı. Ama o zaman dahi çok az insan İsrail lobisinin etkisi hakkında açıkça konuştu. Gazeteci Michael Kinsley’in ifadesiyle, İsrail herkesçe bilinen odadaki fildi: Herkes onu görüyor, hiç kimse ondan söz etmiyordu.”

ABD’nin mevcut başkanı Joe Biden, 2003’te savaş başladığında Senatör ve Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı olarak etkili bir görevdeydi. Bush’un başlattığı Irak savaşının en ateşli destekçilerinden biri idi.

Barack Obama 2008’de başkan seçildiğinde, Biden Başkan Yardımcısı oldu, Irak dosyası Biden’e verildi. Irak’ın üçe parçalanmasın öngören, iyi bilinen bir rapor hazırlattı ve o doğrultuda çalıştı. Ama hedefine ulaşamadı – şimdilik.

Biden on yılardır kendisi açısından tutarlı bir Ortadoğu siyaseti izliyor.

Irak’ta Amerikan askerlerini tutmaya devam ediyor.

 

Yorumlar (0)



Bu makaleye ait yorum bulunmamaktadır