Çevremizdeki hemen bütün ülkeler, son yüzyıl içinde yıkılır yahut rejim değişikliğine uğrarken, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını ve bütünlüğünü koruyarak ayakta kalmasında, 1946 sonrası batı demokrasilerinin safını seçmiş olmasının etkisi büyüktür.
Türkiye Cumhuriyeti 100. yılını geride bıraktı.
Bu 100 yıl için, kuşkusuz olumlu olumsuz çok şey söylenebilir.
Öncelikle, ‘cumhuriyet’ yönetim biçimi ve zihniyet olarak, geçmişten köklü bir kopuştu. Bir ailenin (Osmanlı hanedanının) 600 yıl süregelen saltanatına son verildi; devletin başı Millet Meclisi içinden ve Meclis tarafından seçildi.
Bu kararlılık, yönetim anlayışı açısından bir devrimdir.
Devletin başının, bir aile yerine, milletin temsilcilerinden oluşan Meclis içinden ve Meclis tarafından seçilmesi, kaçınılmaz olarak Meclisi önemli bir güç haline getirdi. Uygulamada tam gerçeği ifade etmese de ‘Hakimiyet bi-la kayd-ı şart milletindir’ (Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir) özdeyişi, milleti -kuramsal da olsa- tebaa olmaktan ‘yurttaş’ olmaya yükselten yeni bir zihniyetin işaretiydi ve olumluydu.
Ancak, bir kurtuluş savaşı sonrasında ve zor koşullarda ilan edilen cumhuriyet, hem bu koşulların, hem de dönemin dünyasındaki siyasi ortamın etkisiyle başlangıçta demokratik kural ve kurumlardan uzaktı.
1924’de Kurtuluş Savaşı önder kadrolarının, 1930’da Atatürk’ün -bizzat özendirmesiye- yakın çevresinin yaptığı yeni parti denemeleri* başarısız oldu ve talihsiz sonuçlarla karşılaştı. Türkiye Cumhuriyeti, 1923’den 1946’ya ‘Tek Parti’ (CHP) tarafından otoriter bir anlayışla yönetildi.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın, batı demokrasileriyle Sovyetler Birliği arasında paylaşıldığı ve kutuplaştığı dönemde Türkiye, tarihi bir kararla batı demokrasileri safını seçti.
1946’da yeni siyasi partiler kuruldu; tam demokrasi açısından önemli eksikler olmakla birlikte çok partili yaşama, 1950’den itibaren de serbest seçimlerin yapıldığı yeni bir sisteme geçilmiş oldu.
Çok partili siyasal sisteme geçme kararı, modern Türkiye’nin tarihinde cumhuriyetin ilanından sonra alınan en önemli ve -bence- cumhuriyetin sürekliliğini sağlayan en değerli siyasi karar olarak görünüyor.
1923-2023 döneminde yakın çevremizde bulunan hemen bütün ülkeler rejim değişikliği ve çoğu halen süren devlet ve yönetim krizleri yaşadılar, yaşıyorlar.
Genç Türkiye Cumhuriyetiyle neredeyse eş zamanlı kurulan Sovyetler Birliği’nin (SSCB) ömrü 70 yıl sürdü; yıkıldı ve dağıldı. Balkanlar ve Kafkaslardaki sözde sosyalist, gerçekte SSCB uydusu diktatörlükler de ancak bu dağılmadan sonra bağımsız devlet olma yoluna girdiler.
Yunanistan’da krallık, İran’da Şahlık devrildi. Irak ve Suriye’nin otoriter yapıları, darbeler ve baskılarla yarı dağılmış durumdalar.
Bütün bu cangılın ortasında, Türkiye Cumhuriyeti, -zaman zaman derin ekonomik ve toplumsal krizler yaşasa da- ayakta duruyor ve yoluna devam ediyor. Bu sonucu sağlayan, 1946’da başlayan ve -bütün eksik ve aksaklıklarına rağmen-, düşe kalka inatla sürdürmeye çalıştığımız çok partili siyasal sistem, tek sözcükle demokrasi tercihidir.
Türkiye, serbest seçimlere dayalı çok partili sistemi tercih etmiş ve bu anlayışa dayalı uluslararası kuruluşlara katılmış olmasa, 1960, 70 ve 80 darbecileri, bir yılda, iki yılda seçimlere gitmek zorunda kalmaz, Baas rejimleri gibi on yıllarca yönetimde kalmaya kalkarlardı.
Nitekim, 1960 darbesini yapan komite içinde bu niyette olanlar vardı; iktidarı sivillere devretmek istemeyen bu cunta (Türkeş ve arkadaşları) tasfiye edildi ve Türkiye 1961’de yeniden seçime gitti.
1971 Muhtırasına giden günlerde yine benzer bir hareket, bu kez sözde bir Devrim Meclisi kurmak ve 9 Mart 1971’de, kalıcı olarak iktidara el koymak amacındaydı; 12 Mart 1971 muhtırası bu girişim önledi ve muhtıracı komutanlar, bütün acımasız uygulamaların perde arkasında bu anlayışı da tasfiye ettiler ve Türkiye -Ecevit’in CHP’sinin 1. parti olduğu- 1973 seçimlerine ulaştı.
12 Eylül 1980 cuntası bile, cumhuriyete ve demokrasiye açıktan son veremedi; 1982 anayasası yoluyla kendilerini güvence altına alarak, kısıtlı bir demokrasiye geçmek zorunda kaldılar.
Bütün bu eşiklerde, Türkiye çok partili siyasal sistem ve batı demokrasileri safında açık bir irade sergilememiş ve bu yolda bir toplumsal oydaşma oluşmamış olsa, her darbe yönetimi, bir başka darbe ile devrilene kadar iş başında kalmaya çalışır, Türkiye bu kavgaların ortasında varlığını ve bütünlüğünü korumakta zorlanır, yıkılmasa bile mutlaka parçalanırdı.
Bu anlamda, Türkiye, sadece Cumhuriyetin 100. yılına ulaşmasını değil, varlığını ve bütünlüğü koruyabilmesini de, üç çeyrek asırdan önce demokrasi tercihi yapmış ve nice bedeller pahasına da olsa, bu tercihinden sapmamış olmasına borçludur.
Bu gerçeğin kavranmasının, dünü anlamak açısından olduğu kadar, ülkenin ve devletin geleceğini düşünmek açısından da önemli ve yol gösterici olduğuna inanıyorum.
Cumhuriyetin 100. yılı, halkın coşkuyla sahip çıkması dışında bence hakkıyla, yeterince önemsenerek ve değeri bilinerek kutlanamadı.
İktidar çevreleri, tarih bilinci eksikliğinden kaynaklanan bilgisizlik ve kıskançlıkla 100. yılı sıradanlaştırmaya çalıştı; hele, devletin önde gelenlerinin kutlamalarda, bir İngiliz gemisiyle İstanbul’dan kaçan talihsiz bir isimle** özdeşleşmiş bir mekanı seçmesi, onyıllarca akıldan çıkmayacak bir başka talihsizlik oldu.
Öte yandan muhalefet de, halkın coşkusunun gölgesine sığınarak durumu konserler, süslemeler, konfetilerle idare etti.
Oysa, Cumhuriyetin Yüzüncü Yılına asıl yakışan, başta tarihçiler olmak üzere, dünyanın en önemli bilim insanlarının katılımıyla Ankara’da büyük bir ‘uluslararası konferans’ toplamak ve bu konferansa sunulan bildiriler ve tartışmaları gelecek kuşaklara kalacak bir başvuru kitabı olarak yayınlamaktı.
Partiler, üniversiteler, cumhuriyetin nimetlerinden yararlanan kamusal yahut sivil kurumlar böyle kalıcı bir etkinliği akıl etmediler.
Eksik olsunlar; onlar gelip geçici, Türkiye Cumhuriyeti kalıcıdır.
—
*Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (Partisi) ve Serbest Cumhuriyet Fırkası
**Hasbelkadar son padişah diye anılan Vahdettin.
Misafir