Almanya Gezi Notları (18)
Hiçbir şarkı bir roman yazdırır mı? Bana yazdırdı. Sarı Gelin türküsü 2015 yılında bana “Saro” romanını yazdırdı ki o da yayınlamaya hazır onlarca kitap dosyam gibi yayımlanmayı bekliyor. Bir türkü, bir hikaye; önce hikayeyi dinledim derinden, sonra hikayenin türküsünü dinledim içeriden. Kurgu geldi oturdu türkü ile hikayenin çatısına. Temeli atmak, tuğlaları dizmek, tuğlaların arasına harç katmak zor olmadı. Sanırım ince işçilik lazım. Belki de bunun için yayımlamakta acele etmiyorum. Üslubun gerçek özünü ve niteliğini ortaya koyan ince işçiliktir. Yani kitabı baştan sona bir daha, bir daha dikkatli okumam gerek ta ki romanın kendisi “bitti” diyene kadar. Saro’nun acısı ve hüznü olduğu gibi duruyor içimde. Aradan sekiz yıl geçmiş ve ben o romanı roketlerin altında yazıp bitirdim. İnanılmaz ama gerçek. Romana başladıktan kısa bir süre sonra üzerimize roketler yağdırmaya başladılar. Birkaç ay sürdü, sonra baktık roketlerin bize isabet etme ihtimali artıyor, romanı bitirdim ve çıktım gittim. Absürt bir şaka gibi.
*
Nürnberg’de yaşayan bir adamın hikayesi. Adam uzun yıllar boyunca Almanya’da yaşıyor. Adam bakıyor ki çocukları elinin altından kayıp gidiyor. Şirketi var, maddi durumu çok iyi ama aile huzur yok, herkes kafasına göre yaşıyor. Adam geçen yazın radikal bir karar alıyor: Almanya ile kökten ilişiğini kesmek ve Türkiye’ye kesin dönüş. Her gurbetçi kesin dönüş hayaliyle yaşar. Tek bir amacı vardır: Biraz para kazandıktan sonra kesin dönüş yapmak. Bu adam bu hayali gerçekleştirmek üzeredir. İş yerini satar, çocukların okuluyla ilişiğini keser, evini satar; yani Almanya ile hiçbir ilişiği kalmaz. Yola çıkarlar, kesin dönüyorlardır. Sonra yolda ne oluyorsa aile geri döner. Gerçekten kesin dönüş yapanlar çok azdır. Çoğu ölünce ya da hayattan tekaüt olunca kesin dönüş yapar.
*
Türkiye’de hem devletin hem de toplumun dayattığı kurallar ve sınırlar var; burada ise sadece devletin koyduğu kurallar var. Bu durumu toplum baskısıyla açıklayabiliriz. Burada komşu polis gerçeği var. Komşuların sürekli seni gözetlerler, yanlış bir şeyini gördüler mi hemen ilgili birimlere haber verirler. Bu herkes için geçerlidir; komşu komşunun polisliğini yapmaktadır. Asıl mesele kendi olmak, özgür olmaktır. Türkiye’de en zor şey insanın kendisi olması ve özgür olmasıdır; çünkü kendin olunca ve özgür olmak isteyince devlet ve toplum birlikte önüne bir sürü engel koyuyor. Bizde toplum ve devlet kendi kafalarına buyruk olanlardan korkar, biat eden kişiler isterler ki bunlara kişi demek artık ne kadar doğrudur, tartışılır. Silik kişilik müsveddeleri daha doğru. Burada devletin çizdiği sınırlar ve ortaya koyduğu kurallar dairesinde kendin olabilirsin, özgürlüğünü sonuna kadar kullanabilirsin; toplumsal olarak önünde hiçbir mani ya da engel yoktur.
*
Die Kilian Kilisesi/Heilbronn
Muazzam kilisede gezerken Tanrı’nın kilisede olup olmadığını düşündüm. Mülk Allah’ın, Allah her yerde; konu bu değil. Demek istediğim Hristiyanlar ile Tanrının ilişkisi. Onlar Tanrının hakikatine ne kadar yakınlar? Kilian kilisesinde gezerken Hristiyanların Tanrının hakikatinden uzak düştüğünü düşündüm. Dıştan kiliseye bakınca sade gözüküyor ama kilisenin iç mimarisi çok karışık. Gördüğüm bütün büyük kiliselerde bu karışıklığı gördüm. Kilisenin içinde çok sayıda figür/aracı/sembol var ve bunlar kalp ve kafa karışıklığının dışa vurumu. Bu da durum insanların neden Tanrının hakikatine uzak düştüğünü açıklıyor. Tanrı her yerde, ben buradayım, diyor; ama insanın kalbi bozuk ve aklı çarpık olunca Tanrıyı hissedemez layıkıyla; çünkü hakikatten uzak düşmüştür.
Tanrı sonsuzluktur; hakikat Tanrı ile insan arasında kutsal bir merdivendir. Sonsuzluk ile sonlu arasında her zaman mevcut bu kutsi merdiven. Kalbi selim ve aklı düzgün olanlar (Kuran’ın ifadesiyle akıl eden bir kalbe sahip olanlar) kutsi merdiveni basamak basamak çıkarak buradaki hakikatten oradaki sonsuzluğa uzanırlar. Hristiyanlar burada, ilk basamakta kalıyorlar, hakikate doğru gidemiyorlar. Onları burada tutan çok engel (figür/aracı/sembol; yanlış algı) var.
Tanrının varlığına inanmak akılla olan anlık bir aydınlanmadır kalbin rahminde. Asıl mesele bu aydınlanmanın sonrası. Sonrası gelmiyor. Diyebiliriz ki Allah’ın verdiği akılla ilk bilinen varlık da Allah’tır. Allah kendi varlığını bulma nimetini her kuluna ikram eder; fakat aklın kutsal merdivenini basamak basamak yürüyüp hakikatin sonsuzluğuna ulaşanlar pek azdır.
*
Heilbronn’dan dönerken bahnofta bir kadın ve oğluyla tanıştık. Baktım Türkçe konuşuyor. “Türk müsün?” diye sordum. Türkiye’den bir şehir ismini söylemesini beklerken “Makedon Türk’üyüm” dedi ve konuşmasına şöyle devam etti: “Dedem Türk’tür. Dedelerim eskiden Türkiye’den (Osmanlı İmparatorluğunu kastediyor dönemsel olarak) Makedonya’ya göç ettiler. Göçmeniz.”
Göçmen kelimesini duyunca bir tuhaf oldum. Muhacir deseydi bu kadar tuhaf olur muydum; sanmıyorum. Aklımda şu soru belirdi: Kim, nereye, neden göç ediyor? Hep göç, içeriden dışarıya, buralardan ötelere, Balkanlardan Anadolu’ya, Anadolu’dan Avrupa’ya… Ne kadar çok göçmeniz ne kadar çok göçmenlik var hayatımızda. Sürekli bir yerlere konup göçüyoruz. Yanlış anlaşılmayı göze alarak kadına “Müslüman mısınız?” diye sordum
“Tabi ki Müslümanım” dedi.
Müslüman kelimesini duyunca bir başka yakınlık oluştu aramızda. Makedon kadından iki kelime kaldı bana: Göçmen ve Müslüman. Unutmamam lazım; belki de bu bir hatırlatmaydı, kim bilir.
*
Garda yine ekmek parası için yollara düşmüş biriyle tanıştık. Mardinli. Burada deport olmuş, Paris’e gidecek treni sorup duruyordu. Paris’te dayıları varmış, onların yanına gidecekmiş. Aramızda şu diyalog geçiyor:
“Mardin’e dönmeyi düşünmüyor musun?”
“Gelirken bütün gemileri yaktım, bütün köprüleri attım.”
“Neden?”
“Yapamam oralarda. Oralar bana dar geliyor. Ben hayatı yaşamak istiyorum, taşlar arasında ömür çürütmek istemiyorum.”
Taşlar deyince sanki içime görünmez büyük bir taş oturdu, gencin gözlerinin içine baktım.
“Neden taşlar diyorsun?”
“Mardin hep taş, her taraf taşlarla dolu. Taşların arasında boğulacak gibi oluyorum; dayanamıyorum.”
“İlk defa Mardin’in tarihi taşlarından rahatsız olan bir Mardinliyle karşılaşıyorum.”
Gözlerimin içine bakıyor genç. İçime oturan taşı gördü mü gözlerimde?
*
İsmail ile bir daha konuştum. Onun geri dönüş kararını biliyordum. Asıl merak ettiğim kız kardeşinin nişanı atıp atmadığıydı. İsmail’in kız kardeşinin kaderine müdahale edip etmeyeceğini merak ediyordum. İsmail ile diyalogumuz:
“Amcamın evinde kaldığım için rahat biçimde nişan işine karışamıyorum.”
“Neden?”
“Bu işi, yani nişan işini yapan amcam oldu. Bu yüzden amcam nişan işinin bir an önce evlilikle neticelenmesini istiyor, bunun için de çok uğraşıyor.”
“Amcanın bunda ne çıkarı var?”
“Tam olarak ne çıkarı olduğunu bilmiyorum ama bildiğim amcamın o adam gibi karanlık ve kirli işleri var, daha doğrusu işlerini beraber yürütüyorlar.”
“Beraber iş tutuyorlar.”
“Denilebilir.”
“Ne yapmayı düşünüyorsun?”
“Bu ayın sonunda Türkiye’ye döneceğim. O zaman amcama karşı hiçbir minnetim kalmaz; her şeyi olduğu gibi söyleyeceğim.”
*
İtikadı sağlam olmayan Müslümanın yazarlıkta çok dikkatli olması gerekir. İnsan yazarak yazı kabiliyetini geliştirir ama itikadını oturtamaz. İtikat kalpte ve beyinde olup biter. Eğer itikatta eksiklik ya da boşluk varsa bu yazıyla giderilmez; tam tersine bu eksiklik ya da boşluk yazıyla daha da büyüyebilir, içinden çıkılmaz bir hal alabilir. Yazarken bu yazdığım itikadıma uygun mudur ya da değil midir, diye düşünüyorsak, daha baştan itibaren ciddi bir sorun var, uçurumun kenarında uçarı kelimelerle dans ediliyor demektir. Yazdığımız her şey itikadî olarak kafamızda bitmiştir; biz düşüncemizi en iyi biçimde ifade etmek için düşüncemizi defalarca veya farklı tarzlarda yazmalıyız. İtikat yazımızı bağladığımız direktir. Kelimeler düşüncelerimizi direğe bağlayan çelik halattır. Gemi ise yazarın vermek istediği mesajdır. Bu üçünü birbirinden ayırmamak, birbirine karıştırmamak gerekir.
*
Sohrab Sepehri’ye kulak veriyorum: Başlangıcın Çağrısı. Sohrab sen de biliyorsun ki yol beni çağırıyor, yol beni benden alıp götürüyor. “Kim beni çağırdı: Sohrab!”
“Annem uykuda, Menuçehr, pervane; belki de tüm şehir uykuda.” Herkes uykudayken ben gitmeliyim Sohrab. Ben ayrılığın son süvarisiyim, hep yollarda olmalıyım. Ayaklarımda kaderin görünmez ayakkabıları.
“Ayrılık kokusu var havada; yastığım sığırcık kanatlarının şarkısıyla dolu.” Bizim sığırcık kuşlarımız, Sohrab. Çocukluğumuzun sığırcık kuşları. Kalbimin çocuk ceplerinde sakladığım sığırcık kuşları. Çocuk mezarlarını unut Sohrab. Kulaklarımızda yeni bir Başlangıcın Çağrısı, alnımızda yeni bir yolun yazgısı. Yolcu yolunda gerek Sohrab.
“Gitmeliyim bu gece…” Anlıyor musun dostum. Yola düşmeliyim, Başlangıcın Çağrısına kulak vermeliyim. Kendime yeni ölümler bulmalıyım. Başkalarının hayatında çürütülmüş bitişlerle yol gidilmiyor. Bunu en iyi sen bilirsin. Yaşamın bu kıyısına kazdığımız sonsuzluk kuyularını, ölümün öbür yakasına attığımız görünmez köprüleri unutma Sohrab. Biz doğar doğmaz yola yazıldık ve her Başlangıcın Çağrısı’na kulak verdik. Bitişler gözümüzü korkutmadı hiç, mağlubiyetler hiçbir zaman moralimizi bozmadı.
Biliyorsun Sohrab: “Hiç kimse aşk dolu gözlerle toprağa bakmadı. Hiç kimse bahçenin görünümüne tutkun olmadı. Hiç kimse bahçedeki küçük kargayı ciddiye almadı.” O zaman sorun yok dostum. Yılgınlığa yer yok. Umutsuzluğa mahal yok.
“Kederliyim; bir bulut gibi. Gitmeliyim bu gece.” Hiç kimse beni tutamaz buralarda. Kederim sırtımda bir yük, kederim benden büyük, kederim yağmur yüklü gök. Kederim neden mezar taşlarına benziyor Sohrab? Söyler misin yoksa yine susar mısın? Neden ben konuştuğumda sen susuyorsun, sen sustuğunda ben olmuyorum Sohrab? Anlıyor musun? Hiçbir arada olamıyoruz. Ben senden “zamana benzer tek kelime bile duymadım.” Zaman ve mekan dışıydık konuşmalarımızla, suskunluğumuzla. Ben konuştukça zamanın bir tarafına düşüyordum, sen sustukça mekanın bir tarafına savruluyordun. Ben zamanın mağduruydum, sen mekanın mağlubuydun. Buydu bizim yazgımız.
“Sadece yalnızlık gömleğimin sığacağı valizi alıp gitmeliyim, bu gece.” Geldik yolculuğumuzun can alıcı noktasına: Yalnızlık. Yalnızdık Sohrab. Hep yalnızdık. Ben zamanın bir tarafına düşen konuşmalarımla, sen mekanın bir tarafına savrulan suskunluklarınla yalnızlığımızı dayanılır ve çekilir kılmaya çalışıyorduk.
“Yaşlı çınarların olduğu bir yere gitmeliyim.” Yaşlı çınarlarımızı bulup Bitişin Çağrısı’nı beklemeliyiz dostum. Ben iç konuşmalarımla, sen yersiz yurtsuz suskunluklarınla. Kaderimizin ayakkabılarını giyip yola çıkmalıyız dostum.
Misafir