Mustafa Kemal Atatürk’ün ünlü 10. yıl nutkunda “Ebediyete akıp giden her on yılda, daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde” kutlanmasını dilediği Türkiye Cumhuriyeti 100 yaşını doldurdu. Kutlu ve uğurlu olsun!
Cumhuriyet, devletin başının doğrudan yahut temsilcileri eliyle millet tarafından seçildiği rejimin adıdır. Devletin başında buyruğu hukuk yerine geçen bir müstebitin bulunduğu rejime siyaset dilinde ‘mutlakiyet’, devletin başının seçimle değil, soy bağıyla geldiği, ancak bazı kural ve sınırlara bağlı olduğu rejime de ‘meşrutiyet’ deniliyor.
Bu açıdan, yaklaşık bin yıldır üzerinde yaşadığımız topraklarda, uzun süre adına ‘mutlakiyet’ denilebilecek yönetimler altında yaşadık. Ancak 19. yüzyılda yönetim, yetkilerini paylaşacağı yeni kural ve düzenlemelere izin ve imkan verdi; daha doğrusu vermek zorunda kaldı.
1808’de Sened-i İttifak’la başlayan gelişmeler, 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanlarına ve sonunda 1876’da Kanun-i Esasi’ye (anayasaya) yol açtı. Böylece 500 yıllık Osmanlı Devleti, mutlakiyetten meşrutiyete adım atmış, devletin sınırları içinde yaşayanlar da padişahın kulları olmaktan, hukuku olan bir devletin tebaası olmaya yükselmiş oldu.
Bu ilk meşrutiyet denemesi kalıcı ve sürekli olmadı.
Hemen, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) ve ardındaki gerginlikler ortamında Sultan Hamid (2.Abdulhamid) anayasayı askıya aldı ve Meclisi kapattı.
Bu ara dönem 1908’e kadar sürdü; Şartların zorlaması ve her kesimden aydınların tepkisi nedeniyle, bu tarihte Sultan Hamid, Meclis’in yeniden açılmasını ve anayasanın yürürlüğe konmasını kabul etti.
Tarihimizde 2. Meşrutiyet veya ‘Hürriyetin İlanı’ diye bilinen bu dönem, Balkan savaşları ve Birinci Dünya Savaşı ortamında talihsiz olay ve iktidar kavgaları içinde geçti. Savaş sonunda, 16 mart 1920’de İstanbul’un işgali sonrası, bu kez işgalciler Meclis’i kapattı.
Aynı yılın Nisan ayında (23 Nisan 1920’de) Ankara’da toplanan yeni Meclis, adından ve duvarına nakşettiği vecizeden başlayarak yeni bir rejimin işaretlerini vermeye başladı. İstanbul’da dağıtılan meclisin adı ‘Meclis-i Mebusan’dı. Ankara’da toplanan yeni meclisin adı ‘Büyük Millet Meclisi!’ Devlet yönetiminde ilk kez ‘millet’ kavramı gündeme geliyor ve esas yetkilinin kim olduğunun altı çiziliyordu: “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.”
Kurtuluş Savaşını bu Meclis yönetti. Hükumet, Meclis içinden seçiliyor, Meclis başkanı aynı zamanda hükumet başkanı sıfatını taşıyordu. Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), başkomutanlık yetkilerini süre ile sınırlı olarak ve çetin müzakereler sonunda Meclis’ten alıyordu.
Aslında, dünya savaşının getirdiği büyük yıkım ve işgalden sonra, milletin kendi kaderine bizzat sahip çıkacağının ve egemenliğini artık bir soy, yahut sülale benzeri bir zümreye bırakmayacağı, daha 1919’da Amasya Tamimi imzalanırken belli olmuştu: "Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır”.
Kurtuluş Savaşının zaferle sonuçlanmasını sağlayan ve böylelikle milletin bağımsızlığını kurtaran Büyük Millet Meclisi, 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırdı. 24 Temmuz 1923’de Lozan’da Türkiye’nin bağımsızlığının uluslararası bir konferansla kabul edilmesinden sonra sıra, imparatorluğun yıkıntısı ve külleri arasından doğan yeni devletin adının konulmasına gelmişti: 29 Ekim 1923’de Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi.
Amasya’da atılan ilk imzaların sergilediği irade doğrultusunda karar verilmiş, milletin istiklalini kurtaran irade, devletin başına bir hanedan mensubunu değil, kendi içinden bir ‘ferd-i milleti’ seçmişti. Aynı gün, BMM’nin Kurucu Başkanı, Kurtuluş Savaşının Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal Paşa, genç cumhuriyetin ilk ‘Cumhurbaşkanı’ seçildi.
Cumhuriyet, sadece Milli Mücadeleyi zafere taşıyan iradenin kaçınılmaz sonucu değil,
19. yüzyılda başlayan ve büyük çilelerle sürdürülen anayasalı devlet olma, medenileşme ve çağdaşlaşma yürüyüşünün de doğal sonucu, bir anlamda Türkiye’nin dönüşü olmayan yoluydu.
Genç Cumhuriyetin ilk -ve ebedi- Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, sadece başarılı bir asker ve yetkilerini kişisel hırs ve hevesleri için kullanacak sıradan bir devlet adamı değildi. Daha Kurtuluş Savaşı günlerinde Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni kurması, Cumhuriyetin yeni başkentinin planlamasına, Türk dilinin sadeleşmesine, tarihe ve Anadolu uygarlıklarına gösterdiği ilgi, Alacahöyük Kazısını başlatması, onun aynı zamanda önemli bir fikir ve kültür insanı olduğunun da kanıtıdır.
1931 yılında Konya’dan ‘ivedi ve önemli’ kaydıyla Başbakanlığı gönderdiği telgraf onun bu büyük ufkunun ve çağını aşan özelliklerinin somut bir örneğidir:
Telgraf -sadeleştirilmiş dille- şöyledir:
“Son seyahatimde muhtelif müzeleri ve eski medeniyet eserlerini de gözden geçirdim.
1- İstanbul’dan başka Bursa, İzmit, Antalya, Adana ve Konya’da mevcut müzeleri gördüm. Bunlarda, şimdiye kadar bulunan bazı eserler korunmakta ve kısmen de yabancı uzmanların yardımı ile sınıflandırılmaktadır. Ancak, memleketimizin hemen her yanında emsalsiz hazineler halinde bulunan kadim medeniyet eserlerinin, ileride tarafımızdan çıkarılarak bilimsel bir surette korunma ve tasnifleri ve geçen devirlerin ihmali yüzünden harap halde gelmiş bulunan anıtların korunması için müze müdürlüklerinde ve kazı işlerinde kullanılmak üzere arkeoloji uzmanlarına kesin ihtiyaç vardır.
Bunun için Eğitim Bakanlığınca yurtdışında eğitime gönderilecek bir kısım öğrencinin bu şubeye ayrılmasının uygun olacağı düşüncesindeyim.
2- Konya’da asırlarca devam etmiş ihmaller nedeniyle büyük yıkım içinde bulunmalarına rağmen, sekiz asır evvelki Türk medeniyetinin gerçek şaheserleri sayılacak bazı yapılar vardır. Bunlardan özellikle Karatay Medresesi, Alaeddin Camii, Sahip Ata Medresesi, cami ve türbesi, Sırçalı Medrese ve İnce Minare derhal ve acilen tamire muhtaç haldedir.
Bu onarımın gecikmesi, bu anıt eserlerin tümüyle çöküşüne yol açacağından, öncelikle asker kullanımında bulunanların boşaltılmasını ve tümünün uzman kişiler gözetiminde onarımının sağlanmasını rica ederim.”
Mustafa Kemal’in cumhuriyet hayali, sadece devletin başının seçimle belirlenmesinden ibaret değildi. Onun cumhuriyet hayali aynı zamanda bir büyük uygarlık (medeniyet) hayaliydi.
Geride kalan 100 yılda, kuşkusuz bu yolda önemli adımlar atıldı. Ancak, O’nun hayal ettiği çağdaş uygarlık düzeyinin (muasır medeniyet seviyesinin) üstüne ulaştığımız söylenemez. Yine çoğulcu, katılımcı demokrasi alanında da büyük eksiklerimiz var.
Çağımızda demokrasi ile taçlanmayan rejimlerin, adının ne olduğu pek de önemli değil. Önemli olan, insan hak ve özgürlüklerine saygılı, hukuka bağlı, yönetilenlere karşı hesap vermekle sorumlu, güçler ayrılığını ve dengesini kurabilmiş bir yönetim kurabilmek; bireyin özgür, toplumun örgütlü ve dayanışma içinde ve devletin demokratik olması.
Önümüzdeki yüzyılda Türkiye Cumhuriyeti’nin özgür ve bağımsız bir devlet olarak yola devam etmesinin yanı sıra, dünya milletleri ailesinin gelişmiş, içerde barışık ve dışarıda saygın bir üyesi olarak yer almasını içtenlikle diliyorum.
Sanıyorum o zaman, Atatürk’ün söylediği gibi, cumhuriyetimizi daha büyük şereflerle, saadetlerle kutlamayı hak edeceğiz.
* Yazının başlığındaki ‘Dönüşü Olmayan Yol’ vurgusu, eski ve değerli devlet ve siyaset insanlarından merhum Ahmet Tahtakılıç’ın aynı adlı kitabından esinlenmiştir.
Misafir