15 Mayıs 2024


Akışa Takılan Korse



Serhat ŞABAB

A- A+

Tam bir sene oldu ‘megakent’ İstanbul’a taşınalı, hayatımın en büyük dönüm noktalarını yaşarken ben, her gün birbirine yabancı yüz binlerce telaşlı ruhu görüyorum sokaklarda. Herkes bir yere yetişme derdinde; kimi birine varmak, kimileri de sanki kendinden kaçmak istercesine korkuyla koşuşturuyor bu şehrin her bir karışında.

Alışamıyorum bu kadar insanla aynı anda bu sokaklarda yürümeye, idrakim kabul etmiyor binlerce çift gözün varlığını. Bu durum birazcık korkutuyor beni hatta. Nasıl olabiliyor bu Allah aşkına? İki insan geçiyor yanımdan, biri sevdiğini toprağa daha yeni gömmüş, kokusu üstünde hala, öteki yürekteyse yeni bir baharın heyecan rüzgarları esiyor…

Evet hayat dediğimiz şey birazcık da böyle bir bileşen haklısınız ama düğün ile matemi aynı caddede görmek tuhaf geliyor hala bana…

Ha bir de benlik yarışları var bu şehrin havasında, gösteriş kokuyor buradaki çaylar, kaymaklı çay yapan kahveciyi arıyorum her yerde… “kıtlama çay veren yok mu?” diye haykırasım var çoğu zaman…

İçime kapanıyorum sonra, çayımı kaynatıyorum evimdeki dört göz ocakta, usul usul demlensin istiyorum o küçük gözdeki en kısık ateşte, onun da acelesi yok ne de olsa

Ancak öyle tadını alıyor, kokusunu buram buram içime çekiyorum. Sonra gökyüzünü izlemeye çalışıyorum, evimin çıkmaya mecal vermeyen bu dik bayırında. Can havliyle başımı çıkıyorum pencereden ama ne mümkün, bol kaçak katlı apartman müsveddelerinden fırsat yok burada da…

Kim olmaya çalışıyorum, burada ne yapıyorum? Bu soruyu soruyorum kendime, reels videolarından fırsat bulursam şayet. Arka planımda hep bir ses var, bir de gözümü kamaştıran bir ışık, ‘düşünce bandı adını taktım, telefonum bu mahiyetine…  

Geçen fena kapana sıkıştım aslında, davul sesli MR cihazının içerisindeyken, kulaklık verdi gerçi sağlık görevlisi sesten rahatsız olamayayım diye. “Kafamın içindeki sesler için de bir kulaklık verebilir misiniz?” demek istedim ama içimde kaldı yine...

Çok ilginç bir deneyim oldu aslında bana, odağımı hiç bozmadan, düşünce bandına da takılmadan tam 15 dakika kendimle konuştum davul sesli MR cihazında… Affetmeyi düşündüm, sonra Allah’ın ne kadar güzel bir affedici olduğunu gördüm ve “Hakikaten affedicilik ilahi bir esma” dedim, biz ise birini ancak kavgamız bittiğinde yani vazgeçtiğimizde affedebiliyoruz. Allah ise bütün kusurlarımıza rağmen affediyor ve tekrar ‘sarıp sarmalıyor kulunu sinesinde’ tekrar kapıları açabiliyor her defasında…

Ben bu düşüncelerin arasında gezinirken “Affetmeyen kişi affolunmaz.” sözü cereyan etti kulaklarımda, sonra dedim ki “Allah hepimizi affa mazhar olanlardan eylesin” – insanın bir başkasını affetmesini üsten bir bakış olarak da görmemek lazım esasında, kalben rıza hali olarak ifade edebiliriz bunu ya da içten bir helalleşme durumu olarak da görebiliriz. Tabi evvela kendine merhamet edip, hoşgörü sahibi olmalı sanki insan?

Sonunda çıktım beyaz tabuttan, sonuçlarım benden önce gitmişti doktorun odasına, “tümör mü yoksa kanser mi?” ürkekliğinde bakam gözlerimi gören hoca, “telaş etme, fıtığın varmış ha bir de birazcık belin kaymış” deyince sevindim aslında.

“Sana güzel bir fizik tedavi uygulayalım, sonra yine bakarız çaresine” diyerek telkin etti beni sağ olsun.  

Fizik tedaviye başladım başlamasına, çok da iyi geldi ama bir de ne olsun? İnternet çekmiyor salonda, kaldık mı düşüncelerle yine baş başa? Oysa bütün gün saklambaç oynuyor, sobelenmeden saklanıyordum ne de güzel onlardan…

Yanıtlarının bende olmadığı sorularla çıkıyorlar karşıma, bildiğim tek şeyin “iyi bir insan olarak geçip gitmek” olduğunu söylüyorum onlara. Yaşamı da çok seviyorum aslında, mevsimlerden ilk baharı en çok da bir masumun yanağında açan buketlerden öpüp koklamayı… Suyu, sesini ve üstünde kayık misali batmadan salınabilmeyi ve sonra içimden gelen “hiç bitmesin bu salıntı” sesini seviyorum.

Kulaç atmadan ve kimseyle yarışmadan, dalgaların beni bir yerden bir yere götürmesini çok seviyorum. Günaydın demeyi, kolaylık dilemeyi ve Allah’a dua etmeyi de bir başka seviyorum.

Ben yine başka şeyler anlatınca tadı kaçıyor tabi onlarında, fizyoterapistim geliyor sonra ve “geçmiş olsun Serhat bey, şimdi daha iyi misiniz” sorusuyla seansın bittiğini ve hayallerimi alıp yarın aynı saate gelmem gerektiğini söylüyor. “Bu arada bir şeyleri içinize çok atmayın, fıtık yapar” diyor bir de komikmiş gibi…

Sedyeden kalkarken Şems-i Tebrizi’nin şu cümlelerini anımsıyorum:

“Şu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen hiç ol… Menzilin daima yokluk olsun. İnsanın bir çömlekten farkı olmamalı. Çömleği sağlam tutan dışındaki şekil değil, içindeki boşluktur. İşte tıpkı bunun gibi insanı da insan yapan şey, benlik zannı değil, hiçlik bilincidir.”  

Sonra ayakkabılarımı giyerken başlıyor yine kavgam, var olma çabam; görünür ve bilinir olma isteğim, “ne diye hiçlikten bahsetti ki şimdi” diyorum homurdanarak… Küçükken babam yanaklarımdan daha fazla öpseydi de yine bu kadar bilinmek ister miydim acaba, eve gidince söylesem yine öper mi ki usulca?

Söylenmeyi kesip korsemi sarıyorum belime, yavaşlatıyor beni bir süredir, “dur diyor, sakin ol, esenlikle geç şu sokaklardan, soluklan biraz” bak hele şu gökyüzüne söyle tekrar o şarkıyı, umut et; merhameti hisset, telaş etme ve artık yaşamı özgürleştir…

Belki de hepimizin bir korseye ihtiyacı var, bu şehrin dar sokaklarından usulca akmak ve ilk baharı temaşa etmek için dağların yeşermesi; ağaçların yine çiçek açması için en çok da masum yüreklerin tebessüm etmesi için

 

 

Yorumlar (0)



Bu makaleye ait yorum bulunmamaktadır