28 Mart 2024


SİYASET VE AHLAK FELSEFESİNE DAİR BİR DENEME



Dr. Oğuz FİDAN

A- A+

Demokratik  devlet  içeriğini toplumsal güçlerden alır. Devlet bizatihi bir amaç olmayıp toplumun biçimlendirilmesi  için araçtır. Siyasi partiler hem harekete  geçirici , hem de  aracı işleri görürler . Toplumun  nabzını  tutarak ve onun  gereksinimlerinden  hareketle bunları  yasamada ve yürütmede yaşama geçirerek toplum ve devlet arasında aracılık yaparlar. Siyasi partiler bizzat düşünsel önerilirde bulunmalı  ve karar önerilirini tartışmaya sunmalıdır.

Siyaset, insanların ortak yaşamlarında gerekli bir boyuttur.  Kendisini  devletin  kurumlarıyla  sınırlamaz. Bilginin yayıldığı yada saklı tutulduğu, bilincin yada yaşam ilişkilerinin değiştiği düşüncenin oluştuğu, iradenin dile getirildiği,  erkin  kullanıldığı  yada  çıkarların temsil edildiği  her  yerde siyaset  yapılmaktadır.

Siyasetin   kaçınılmaz  olanı  yönetmekten  ötede farklı  bir  işlevi  olmalıdır, güvenilir olmak  ve  böyle kalabilmek  için  faaliyet alanlarını  güvence  altına  almak ve  yeni  görevlere  yönelmek  zorundadır.

Siyaset   teknoloji  ve  büyüme  alanlarındaki kararları ,  ekonomik  çıkarlara teslim  ettiği  takdirde yalnızca  uygulamakla  yetinmek  durumunda  kalacağı zorunlu  koşullar  oluşacaktır.

Siyaset  eğer  gerçek  yada  sözde  koşulların yerine  getirilmesinden  öte bir  şey  ifade  etmek  istiyorsa ,  yurttaşların bilinçleri ve  katılımlarınca taşınmalı  ve yürütülmelidir.

Siyaset   toplumsal  güçleri  harekete  geçiren ,  faaliyetlere  katan , bilgilendiren ,sorunlara  bilinçli yaklaşımı  sağlayan , karar verme  yeteneğini  geliştiren , uzlaşmaya  yada  çoğunluk  kararına vardıran  özgür ve  sonuçta açık bir  yurttaşlar  diyaloğu  bütünü  olarak yürütülür.

Yurttaşlar  diyaloğu  demokratik  kültürün  bir  ifadesidir. Yurttaşlar  diyaloğu   için düşünce  ve yayın  özgürlüğü  vazgeçilmez  bir nitelik  taşır .  Tüm yurttaşlar  kendilerinin ve  kendilerinden  sonra  gelecek  kuşakların  yaşam  şanslarını  etkileyecek  konularda  düşünce  üretmek  ve  bu  düşüncelerini yaymak  hak  ve olanağına  sahip olmalıdır. Devlet  bilim ve medya  temelli  bir  düşünce oluşumunun  ve  böylece demokratik bir tartışma  kültürünün  ön  koşullarını  yaratmalıdır.

Yurttaşlar  diyaloğu  , daha  fazla devlet  değil, daha  fazla  demokrasi  anlamı  taşımaktadır.

Demokrasi  günümüzde evrensel  bir  değer  haline  gelmişse ,  toplumları  ve dünyayı  daha insanca  kılmada uyandırdığı  umutlar  yüzündendir.

Yeni  liberalizmin (Neoliberalizm) ”daha  az  devlet” derken  bir  göremediği de budur.

Devleti “gece bekçisi” ya da “sınırları  koruyan “ bir  güç  durumuna  indirgeyip  , toplumun  ,liberalizm  adına piyasa  güçlerine , yani aslında  tekelci  kapitalizmin  yağmacı  güçlerine teslim  etmek  ve bütün   iktidarın  piyasaların  olduğunu  kabullendirmektir . Bütün  değerlerimiz  ekonomikleştirilmekte ve değersizleştirilmektedir.

İnsanlığın  beş  milyon yıllık tarihinde insanlar  kendileri  için  hep  daha  iyiyi aramışlar ve  kardeşlik  hukuku  temelinde eşitlik  ve  adalet  üreten bir yönetim  olan demokrasiyi  tespit  etmişler ve  bunu  günümüzde temsili  demokrasiden de ileriye  götürerek halkın  yönetime direkt katılımının  sağlandığı doğrudan  demokrasiye  geçme çabası  içine  girmişlerdir.

Yeni  dünya  düzeni  tarihin  ve ideolojilerin  sonu  ,  otoriterlik  , hegemonya ,  modernleşme , müdahalecilik , savaşlar , sömürü , çevre  felaketleri  eleştirileri ve  çeşitli  kimlikler  arası çatışma toplumun -  toplumsallaşmanın  sonu  görüşleri  ile  bütünselleşmiş   durumdadır.  İlginç  olan   bu  muhalif dilin  yeni  dünya  düzeninin  dengesizliğinin  de   gerekçesini  oluşturmasıdır.

Verili  dünya  düzeninin  aşılması budur. Bunları  aşacak genişlikte   bir  çözümü  yeni  değerleri  zorunlu  kılmaktadır,  günümüz  sorunlarını  sadece Türkiye’ ye özgü  bir  durum olmamak  gerekir.

Mevcut  durum  benzer  sorunların  ağırlığı  ve  biçimi  değişse  bile ,  tüm  dünyanın  ortak , birlikte  çözmesi  gereken  uygarlık  sorununu  yakıcı  bir  biçimde ortaya koymaktadır.

Biz  , Türk  halkı  olarak ahlaki değerlerimizi  mi  yitirdik? Hayır  böyle  bir iddia da  bulunamayız , çünkü  büyük çoğunluk düzgün  bir  yaşam  sürmeye özen  gösteriyor.  Bununla  birlikte insanların  başkaları  adına  karar  verdiği  kamusal  alanda ,  ahlakın kenarından  köşesinden  ufalandığını   görüyoruz. Toplumumuzun   dört  bir  yanında bu  güne  kadar  görülmemiş ölçüde  başkalarını  hiçe sayan bir  bencillik , kendinden başkasını  düşünmeme   ve  açgözlülük  yayılmaktadır . Toplumsal  ahlak  çöküşü  artarak  devam  etmektedir .   Hemen  hemen her  yurttaş  bunu  görebilir.

Politik  ve  yönetici  sınıf içinde  yaşanan skandallar hiçbir zaman son  on yedi  yılda olduğu  kadar  üst üste  gelmemiştir. Aynı   zamanda   alışılmamış   boyutlara  ulaşan  işsizlik , yolsuzluk  , yoksulluk  ve  yasaklarda  gelecek  üzerine ağır  gölgeler  düşürmekte ve  kaygılar  oluşturmaktadır.

İnsanlar,  politikacılarla yöneticilerin  işlerini  gerçekten  hakkıyla  yapacak  ehliyette  olup  olmadığını  yada  gün  gelip  ülkenin  tamamıyla işsizliğe, sefalete,  yoksulluğa  , yolsuzluğa ve  yasaklara  teslim  olup olmayacağını sorar  ve sorgular  hale  geldiler.

Pek çok insan  iyi  işleyen  bir ekonomik  düzende ,  sosyal  adaletin  egemen  olduğu özgürlükçü  bir  açık  toplumda  yaşadığı  konusunda  güvenini yitirmiş  bulunmaktadır.  Eğer  geleceğe yeterince  güvenle  bakamazsak  pek  çok  insan  ahlaki açıdan  çöküş  yaşayabilir.  Politik  sorumluluk  taşıyan herkes  için en başta gelen  ödevlerden  biri  bu  çöküşü  durdurmak  olmalıdır.

Ülkemizdeki    herkesin  pek  çok hakkı  vardır.  Anayasa  bunları  tek  tek  sıralar  ve güvence  altına alır. Herkes  kendi  kişisel  yararını  sağlamak  , kendi  mutluluğunu   aramak  için çaba  gösterebilir  ve üstelik  bunu  yapmalıdır da,  ama  her birimiz başkaları  için  ve  aynı  zamanda   bütün  bir toplum  için de sorumluluk  taşımaktayız  , bu  sorumluluktan görevler  doğar  bu  görevler  ise yasalarda  yer  almazlar.

Bizim  üzerinde  durduğumuz hukuki  değil  ahlaki sorumluluk  ve  görevlerdir.  Eksiklerimizi  ve ihmallerimizi görebilmek için  cesur  olmalıyız. Ekonomik  ve  sosyal  sorunlarımızı  çözebilmek  için  cesur olmalıyız.  Kamusal  ahlakı hayata  geçirmek  için  cesur  olmalıyız. Şundan hiç  kuşkum  yok ;  değişim  mümkündür ,  gerçi  şu  an  sıkıntılı  bir  dönemden  geçiyoruz  ama  bu sıkıntıyı biz kendimiz  yarattık o  zaman  bunu  yine  kendimiz  yenebiliriz. Elbette erdemler ve  ahlak  reçeteyle edinilemez.

Politik  bir  yargı  ve  önderliğe  ihtiyacımız  var  , özelliklede  içinde  bulunduğumuz  sosyo - ekonomik  çöküntünün  üstesinden gelmek  ve altı milyon  kişilik  ek  istihdam  yaratabilmek  için bütün  yönetici seçkinler arasında  en  güçlüsü  olan politik  sınıf  şunu  kavramak  zorundadır. Eğer bu  politik  yapıyı  kuramazlar ise ülkemizin  durumu  kısa  sürede  kötüye  gidebilir.(geniş halk  yığınlarının  farklı  sınıfların  olduğu  her  dilden  her  renkten  bir  yapı )

Uluslar arası ünlü  spekülatör ,  George  Soros  şu  sözlerinde  yerden göğe  kadar haklıdır. ”İlkelere  inanmanın  yerini başarı  kültü  almış  bulunuyor . Toplum  hafızasını  kaybetmiştir ama  uygar  bir  toplumun  ana  ilkesi ,  en  güçlülerin hayatta  kalması  olamaz “

Telkin edilen  ahlak ile  yaşanan ahlak   arasında  doğal  olarak  her  zamana  bir  fark  olagelmiştir ama  bu fark sanki  büyümektedir  . İnsanların  günlük  davranışlarında  bireycilik  ve bencillik  gittikçe  daha  çok  ağır  basmaktadır.

Zincirlerinden  boşanmış  bir  özgürlük  vahşete ve  suça  yol  açar. Her  toplumun  bağlara  ihtiyacı  vardır kurallar olmadan ,  gelenek  olmadan ortak kabul  gören   davranış  normları  olmadan  hiç  bir  cemaat varlığını  sürdüremez  der Kontes  Marion  Dömhoft.

Tabi  ki    erdemler  olmadan barış  içinde  bir arada  yaşayamayız.  Günümüzde  düzen  kendini  hiçbir  değere  ve gerçeğe bağlanmadan  mutlaklaştırmaktadır.  Bu   nedenle  sadece “ahlakın  sefaletinden “ değil  yeni  döneme  uygun “sefaletin  ahlakından “ söz  etmek  gerekir.  Her  türlü  değersizleşmenin sapmanın  , belirsizliğin , hiçbir   sabitin  olmaması  bunun  bir  ifadesidir.   Bu  nedenle  çözüme dayalı  ortak  bir  otoriteden ve  ahlaktan söz edilemez  hale  gelmiştir.

Günümüzde  dürüstlük  ,  hakkaniyet,  vicdan  , adalet , insani  fedakarlık  , sorumluluk  ,yurtseverlik saygı , hoşgörü , mütevazilik , eşitlik  , özgürlük  gibi  ahlaki  değerler  soygun   ve sömürüye  dayalı otoriter  düzen  içinde uyumlu  olmanın bir  parçası  olduğu  müddetçe  desteklenmekte bunun ötesinde  değersizleşmektedir.

“Evrensel  vicdan “ diye  bir  şeyden eser  kalmamışsa   eğer  onu  yeniden yaratmak  gerekir  buda daima  dünyanın  neresinde olursa  olsun  ezilenlerin , mustazafların  hakkını  savunmaktan geçer. Böyle  bir meşru  savunum  içinse  şehir ,  bölge ,  etnisite  (secere – soy  saplantısı )din , mezhep ve birey  ekseninde  tekil  ve  dar  düzlemlerde  sürdürülen kan   davalarının terk  edilmesi  gerekiyor. En  başta da  maliyeti çok  ağır olan örtülü  ve  açık  ırkçı  islama - fobi  ve  İslam  istismarı (AKP yönetimi  bunu  çok iyi  yapıyor) geliyor  ve  uzunca  bir  süredir siyam  ikizidirler.

Ortaçağlaşmanın  göstergesi  olan ve  T.Hobbes’ un  “herkesin  herkesle  savaşı  “ olarak  adlandırdığı  durumun  çözümü  tekno - devleti  güçlendirmekten  geçmiyor ,  elbette  ona  sayısız farkçılıkları `                                            körüklemekten  geçmediği  de gayet  açık.

Sağıyla – soluyla –dindarıyla –laikiyle ,  günün   hakim  zihniyetine derinlemesine  nüfus  eden  farkçı ve tikel  etik anlayışından , eşitlikçi  , özgürlükçü ve dayanışma ruhu içinde   bir  dünya  doğmayacağı  gibi total tahakküm  kapsamında  her  geçen  gün bu zıtlıklar daha da genişleyecektir.

Kutadgu  Bilig’de   öngörülen  devlet ahlakında  ve  idaresinde  vazife  ve  sorumluluk  ilk  önce  yöneticiye yüklenir.  Devlet yöneticisinin ve  beyin  vasıfları üzerinde  önemle  durulmakta ve uzun uzun  bahsedilmektedir. Halk  içinde boy  asaletli  olmalı,  özü  sözü  doğru  ve tabiatı  güzel ,halka iyi davranan cömert , yumuşak  huylu   ,mütevazi , sabırlı ,salim  , cesur asil tabiatlı  olmalıdır. Bey de (yöneticide )olmaması  gereken ve kendisinden uzak tutması  gereken vasıflar  ise  ; acelecilik , cimrilik  hiddet , inatçılık ve  yalancılıktır.

Ahlaki  değerlerin özünde  insani  doğaya yönelik  duyulan derin  bir  saygı  vardır.   İnsanın  doğasının kötü  olduğu  fikrinden  hareketle   Machiavelist  siyaset  anlayışı  yüzyıllardır   ahlakı  siyasete kurban 

eder  ve devleti  rasyonel  -pragmatik  esaslar  üzerine   kurar.  Ancak  devlet  ahlakı  siyasete  feda eden  bir  zihniyetle asla  inşa  edilemez.   Devlet ,  ahlaki  değerler   üzerinde  temellenir.

 

Ahlaklı  bir  devletin  en önemli  özelliği  sosyal  bir  devlet  düzenini  kurmasıdır.  Sosyal  devlet  bir  sadaka  devleti  değildir . Devletin  sürekli  olarak  vatandaşlarına  yardım  etmesi  onları  tembelliğe  ve  acziyete  itecektir.  Sosyal  devle t  vatandaşlarının  kabiliyetlerini  yükselten  ve  onun kabiliyetlerine imkan  tanıyan  devlettir.  Sosyal devlet  toplum  içerisinde dayanışma  kültürünü  harekete  geçirir.  Sorumluluk  ve  dayanışma  kültürünün  harekete  geçirilmesi  ile  devletin  ekonomik  ve  örgütsel  yükü  hafifleyecektir. Toplumsal bütünleşme  sağlanacak,  sosyal  kesimler  arasında birbirlerine    yönelik  olumsuz algıların  nefret  duygularının  ve  çatışmaların önüne  geçilecek  , bu kesimler  arasındaki  sosyal  mesafe  kısalacaktır . İnsanlar, haklarının  korunulduğu  ve  güvenle yaşadıkları böyle  bir  devlet  yönetiminde ahlak dışına  çıkarak , sistemin  düzenini  bozma lüzumunu  duyacaklardır.  1980 sonrasında  toplum  çözüm  yerine bireyin  düzenden  pay  alması ve çıkarların   öne  çıktığı bir piyasa   ekonomisinde ,  bundan da çıkar  odaklı  kazançlar  sağlandığında  hem  muhafazakarlar (Türkçü- İslamcı –Yeni Osmanlıcı ) hem liberaller  hem de sosyal demokratlar aynı  sistemin çarkları  içerisinde çürümeye  ve  yozlaşmaya  başlamışlar, batı  kimliğini paylaşmamak  hem de yaşam  tarzı düzeyinde   batı tüketim  anlayışını ve  değerlerini  benimsemek  arasında  çelişki  görmemişlerdir.  Günümüzde siyasette    sıkışmışlık  ,  çözümde  belirsizlik  , ilişkilerin denetimin elde  olmaması ile  siyasi  düşkünlük  , toplumsal  açmaz  ve  çürüme  birliktedir. 1950  yılından  günümüze  kendilerini  çeşitli  biçimlerde tanımlayan birbirine  karşıt siyasi kadrolar özellikle muhafazakar  olarak  görülen  DP , AP ,milliyetçi cephe (AP, SP,MHP), ANAP , DYP , RP-DYP ,AKP  iktidarları  döneminde siyasi  açmaz  ile  yolsuzluklar ,siyasi  ahlaksızlık , toplumsal  çürüme  birlikte  ortaya  çıkmıştır. 1980 sonrasında da  ortak  devlet  ile  toplum  arasındaki  ilişkilerde  üretimden  kaynaklanmayan  pay   alma  çabası siyasete  katılarak mümkün  olduğundan , tartışma ve  itişmede bu  düzeyde  en çok  öne  çıkmaktadır.

Bu gelişme  sonrasında  artık  sadece    yönetimde   değil  , toplum  düzeyinde de sürekli  bir   bunalım  , kimlik  sorunu  (kimliksizleşme ) hiçbir  değerin  ve  gerçekliğin  savunulamaz  hale  gelmesi yadırganmamaktadır. Toplumun  her  düzeyinde düzene  uyumsuzluğun ,  düzenden  pay almaya dönüşmesiyle  post  kavgası  temel  ilişki  ve  çelişkilerin  yerine  geçmiştir.

17  Aralıkta  başlatılan “yolsuzluk  ve  rüşvet operasyonu “ ve  bunun  karşılığında hizmet  hareketine yönelik  operasyonların   amacı   iktidar  kavgası  ve itişmeden başka bir şey  değildir.

12 Eylül  1980 darbesinin  ardından devlet  tarafından  Türk – İslam  sentezi olarak  bilinen  bir  kültür  politikası  yürürlüğe  sokuldu. Buna  göre  kontrol  altına  alınamayan radikal  sol  akımların yarattığı rejim  değişikliği  tehlikesi , Türk toplumunu  muhafazakarlaştırmak  sureti  ile bertaraf  edilecekti. 1980’  li yıllardan  itibaren  toplumun  muhafazakarlaşması  devlet  tarafından teşvik  edilirken  siyasal  düzlemde de soldan  boşalan alan  siyasal  İslam  akımı  tarafından  doldurulmaya  başlandı.

2000’li  yılların  başında,  siyasal  İslamcı milli  görüş  geleneğinin  içinden çıkan  ve  kendisini muhafazakar  demokrat  olarak tanımlayan  bir  kadro  ülkeyi yönetmeye başlayacaktı.

Siyasal  İslam  çizgisini izleyen  RP (refah  partisi ) ve  milli  görüş  hareketinin içinden çıkan ADALET  VE  KALKINMA  PARTİSİ (AKP) kadroları  1980’ li ve  90’ lı yıllarda siyasal  açıdan  kendilerini  merkez 

sağ ve  sola izafe  ettikleri  ahlaki  yozlaşmadan özenle  ayırmışlardı.  Nitekim   AKP ‘ yi iktidara  taşıyan dönemler  arasında  geçmiş  yılların yolsuzlukların üstesinden gelmekte başarısız  olmuş   hükümetlere  duyulan tepkininde payı   bulunmaktaydı.  Bir  başka  deyişle geniş seçmen  kitleleri tarafından  siyasal   İslamcılara  ve onun  dönüşümünü  ifade  eden muhafazakar  demokratlara  akımlarda  farklı  olarak  daha  yüksek  ahlaki   standartalara  sahip  olma  yönünde  bir  atıf  yapılmıştı.

2002 ‘de  hükümeti  kuran  AKP  ye  yönelmiş toplumsal  beklentiler  arasında   rüşvetten ,   patronajdan  ve   siyasal  konumları kişisel  imtiyaz  amacıyla  değerlendirmekten  uzak “  temiz  bir  siyaset “  inşa etmesi  öne  çıkmaktaydı. Bu nedenle   AKP ‘  nin  iktidara  gelmesi  öncesinde yürüttüğü seçim  kampanyasına damga  vuran  söylemler  “hortumların kesilmesi  , yolsuzluğun  önlenmesi , yasakların  kalkması , yoksulluğun  ortadan  kaldırılması    “ idi.

 

 AKP ‘ nin  lideri  RTE ,  bu  ifade ile  önceki  hükümetler  döneminde  kamu  kaynaklarının  yağmalanmasını  durdurmayı  kastediyordu. Hatta  AKP  hükümeti , kuruluşunu  izleyen  aylarda  millet  vekili     lojmanlarını  satışa  çıkartarak  hiçbir  kesimin  imtiyazlara   sahip  olmaması  gerektiği  şeklindeki  söylemi  güçlendirmiştir.Ancak  , 2002  yılından  günümüze  kadar  gelen  AKP  hükümetleri  döneminde  çok  sayıda  siyasal  ahlak problemi   yaşandığının  ve  temiz  bir  siyaset  yaratmak  adına Türkiye’ nin  geçmiş  hükümetlere  oranla  çok  anlamlı  bir  yol  katedememi ş  ve  hatta  bazı  ahlaki  kazanımları  yok ederek  daha da  kötüye  götürmesi , muhafazakarlaşma  ile  ahlakileşme  arasındaki  ilişkinin  doğrudan  bir  ilişki  olmadığını  göstermiştir.

 

AKP’ nin   yönetici  çekirdeğinin   İstanbul  başta  olmak  üzere  ülkenin  çok  sayıda  kentini  yönetmekten  gelen  bir  belediyecilik  tecrübesine   sahip   oldukları      bilinmektedir. Ancak  zincirleme  göçün  yarattığı  kentsel  rantların  belediyeler  eliyle  dağıtımı  işinin  örgütlenmesi , bir  siyasal  tecrübe  olarak  ulusal  yönetim  üslubuna  dönüştürüldükçe  bir  dizi  ahlaki sorunun  ortaya  çıkması  kaçınılmaz  hale  gelmiş  görülmektedir. Kamu  yönetimi  konusundaki  stajını  belediyelerde  yapan  muhafazakar  kadro   , kentsel   rantları  dağıtma  işini  “hizmet “  koduyla  yürütmüş  ve ulusal  iktidarı  eline  aldığında  bu  yönelimini  sürdürmüştür.

 

Erdoğan’  ın   AKP  yönetimindeki  merkez  çekirdeğinin  İstanbul  belediyesini  yöneten  ekip  olması  ve  gerek  dış  borçlanma  ,   gerekse  inşaat  sektörünün  dinamizmini  devreye  sokan  bir  rant   ekonomisinin    uygulanması  , belediyecilik  ve  rant  yaratma  arasındaki  ilişkiyi  ulusal  bir  ekonomi  stratejisine  çevirmiştir. Arazi   rantı  ve kamu  ihaleleri  üzerinden  oluşan  kaynakların  dağıtılması  sırasında  davetiye  çıkmaması  kaçınılmaz sayılmalıdır.

 

Türkiye’ de  1980 ‘ler den  başlayarak  siyasetin  bir tekniğe  indirgenmesi  sonucu  siyaset  alanının  daralması  ve  ideolojik  farklılıkların  önemsizleşmeye  başlaması  sonucu  , partiler  ve  politikacılar kendilerini  diğerlerinden ahlaki  temizlik  vurguları  ile  ayırmaya  başladılar.İdeolojik  ve siyasi  olarak  benzeşen  partiler  iş  yapma  ( teknik  ) becerileri  ve ahlaki  özellikleri  ile  farklılaşmaya  çalışmaktadır  oysa  bu  noktada  son  derece  önemli  bir  boyut gözden  kaçırılmaktadır  dikkatler  politikacıların  ahlaklarına  çevrilmektedir.   Fakat   ahlaklı  politikacıların  savundukları  politik  programların   ahlaki  boyutları  tartışılmaktadır.

 

Çünkü  siyasal   kararların  alınması  ve  kamu  taleplerinin  karşılanması  özünde  bir  siyasi  program meselesidir.  Sosyal  adalete  karşı  ilgisiz  olan  eğitim  ve  sağlık  gibi  alanları  özelleştirerek  parası  olanlara  hizmet  götürmeyi  meşru  görme,  milli  kalkınma  dinamiklerini  desteklemek  yerine  iç ve dış  borçlarla   ülkeyi  yöneten  üretici  güçleri  değil  rantiyeyi  besleyen  bir  iktidar  programının  çatısı  altında  toplanmış  politikacıların  tek  tek  bakıldığında  ahlaklı  olmalarının  bir  anlam  ifade  etmediği  görülmektedir.

 

Muhafazakar  ve kökten  dinci  akımlar  siyasal  iddialarının  temeline  ahlakilik  vurgularını   koymaktadırlar .   1970’ lerin   sonlarından  bu  yana  bir  dizi  faktöre bağlı  olarak muhafazakarlaşmanın  karşılıklı  olarak  birbirini  etkilemek sureti ile  hem  toplumda  hem  siyasette yükselişine  tanık  olunmaktadır  buna  karşın  muhafazakarlaşmanın  ne toplumda  nede siyasette daha  yüksek  ahlaki    standartlara   yol açmadığı  görülmektedir.  Günümüzde  muhafazakarların  ahlaki  standartları  daha  yüksek  bir  toplum  kurma  iddialarının  dayanıksız  olmasının  ilk  ve en  genel  nedeni  ,  ahlakın  kaynağının  sadece  din  olmamasıdır.

Ahlakın    sosyo - ekonomik  temellerinden  kopartılarak  salt  kültürel  bir tercih  gibi  düşünülmesi  indirgemeci  bir yaklaşım  olarak  görülebilir  öte  yandan siyasetin  ahlak  yoğun  bir  kurum  olması  siyasal  kararların  ve yönetim  tarzlarının  tarih  boyunca  ahlak  tartışmalarının davet  etmesine  yol açmıştır.  Dinin  siyasallaşması  ,  ilk  anda anlaşıldığının  aksine  siyasetin  uhrevileşmesi  değil  , aksine siyasetin  dini  fethetmesi  ve  dinin  sekülerleşmesini  beraberinde  getirir.

Siyaset  tarafından  dünyevi  amaçla fethedilen  ve  işlevselleştirilen  dinin ,  toplumun  ahlaki  düzeyini  yükseltmekte önemli  bir etmene  dönüşemediği  görülmektedir.  Aksine  böyle  bir durumda  dinin  kendisi  yoğun  bir  tartışmanın  ortasına  düşecek ahlaki  bir  kriz yaşamaya  başlamaktadır.   Neoliberalizmle  uyumlu   bir  köktendinci   muhafazakarlık , yoksulluğu  ve ekonomik  adaletsizliği ortadan  kaldırmayı  hedeflemektedir.

Yüksek  ahlakın  ekonomik  ve toplumsal  temelleri  oluşmadıkça  ahlaki  standartların  yükselmesi  iddasının   geçerliliği  zayıflamaktadır.  Ülkemizde  alıcısının  ve  satıcısının   bu kadar  çok  olduğu  ancak  siyasal  ve  sosyo  ekonomik  uygulamalarda  ise  hiç  olmayan  veya çok  az  olna  şey  din  ve onun  yarattığı  ahlak  anlayışıdır. “ DAHA  İNSANCA  BİR  DÜNYA  İÇİN  ONU  DEĞİŞTİRMEK  GEREKİR.”

1.5 milyar    insan  açlık  ve sefalet  içinde  yaşarken  1  milyarında  gönençle  sarmaş – dolaş  olduğu  bir  dünya  ile  yetinemeyiz ,  Ama  dünyayı  değiştirmek  için  de ,  farklı  bir  gelecek  kurmak  gerekiyor  onu  kurmakta  elimizde .  Fikirlerimizi  , davranışlarımızı  , kurumlarımızı  gözden  geçirmeli  yolumuzun  üstündeki  molozları  temizlemeli , yürüyüşümüze “BÜYÜK  İNSANLIĞI  “ KATMALIYIZ.

Türkiye’  de   özellikle  son  bunalımların  arkasından başlamış  tartışmalar , ekonomide  ve poltikada yapısal  bir  değişiklik  gereğini  hemen  herkesin  kabul  ettiğini  gösteriyor  şu da  açıklık  kazanmış  durumda ;  ülke   ekonomosini   düzeltmek  için , öncelikle  siyaseti  düzeltmeli  çünkü ekonomiye  yön  veren  siyaset  kurumudur. Siyasette de  önce  anayasadan  başlayarak  devleti  ve  devlet  yurttaş  ilişkilerini  çağdaş  temeller  üzerine  oturtmak  ,  demokratik  oyunun baş  aktörleri  olan  siyasal  partilere  seçim  yasalarına  köklü  değişikliklere  gitmek gereği  üstünde de  anlaşma  görülüyor !...

Herkes ,  Türkiye ‘ nin   bugün  içinde  bulunduğu “BÜYÜK  ALDATMACANIN  “ farkında   olmalıdır. Ortaya  sürülen  sahte  oyun  şudur, sorun  bir  yanda  değişimden  yana  olmayanlar Türkiye ‘ nin  kapalı  kalmasını  savunanlar ,   tutucular  , hantal devlet  yapısından  yana  olanlar  , özgürlüklerin  gelişmesini  istemeyenler  ; onların  karşısında da  değişimden  , demokratikleşmeden  yana  olanlar “varmış  gibi “ ortaya konuyor  böyle  bir  izlenim  uyandırılıyor.  Oysa gerçek  şudur ;   Değişim  , özgürlük  , demokrasi  deyip  yabancı  güç  odaklarının   (AB ‘ NİN , İMF ‘ NİN , DÜNYA  BANKASININ  , ÇOK  ULUSLU  ŞİRKETLERİN ) Türkiye’de ekonomik  , politik  , sosyal  , kültürel  ve askeri  eğemenliğini   sağlayarak  Türkiye’yi  “ tek  yanlı  “ dışarıya  bağlayıp sömürgeleştirmeye  çalışanların   karşısında  , değişimi  Türkiye’yi  sömürgeleştirip  bölmeden  karşılıklı  çıkarlar  doğrultusunda,halkın  yararı  , halkın  refahı  , halkın  gerçek  özgürlüğü  için  isteyenleri  “milli ve  yerli  “ cephesi  bulunuyor.

Birinciler ,  sorunlara  dışarıdan  bakarken  ikinciler Türkiye’ den  bakıyorlar. Birinciler, değişim ve özgürlük oyunu oynarken,  ikinciler  değişimi  ve özgürlüğü   “ halkın  yanında halk   için “ istiyorlar. Türkiye ,  bu gün  bir  yol  ayrımına girmiştir  herkes  artık  hangi  tarafta  olduğunu  belirlemelidir . Gün  karar  günüdür .

Biz  , barışçı  bir  dünya , yaşama  yeteneğine  sahip  bir  doğa  ve sosyal  açıdan  adil  bir  toplum  için mücadele  ediyoruz.  Biz  korunmaya  değer  olanı  korumak  ,  yaşamı  tehdit  eden  tehlikeleri  uzaklaştırmak  ve  ilerleme  yolunda  cesaret  vermek  istiyoruz.

BİZ ,  BARIŞ  İSTİYORUZ.

Biz ,   tüm  insanların  ortak  güvenlik içinde  yaşayacakları  , aralarındaki  anlaşmazlıkları  , savaş  yada silah  yolu  il e değil  , bilakis  insana  yaraşır bir  yaşam  yolunda  barışçı  rekabet  içinde  çözecekleri  ,  doğu  ve  batı  arasındaki  anlaşmazlıkların  dostluk  politikası  ve  tartışma  kültürü   içinde aşılacağı  , adil  bir dünya  düzeninde  , Türkiye  ve  tüm dünya   halklarının  bağımsız  gelişme yolunda  eşit şansa  sahip  olacakları  bir  dünya  istiyoruz.

Biz ,    yeni  bir  ekonomi  biçimi  ile  tüm  insanlığın  ve  doğanın  yaşamasını  sürekli  kılmak  istiyoruz. Biz ,    kadın  ve  erkeğin  toplumsal  eşit  olduğu  ayrıcalıksız , ayrımsız  ve  hiç  kimsenin  dışlanmayacağı  , insani  koşullarda  çalışma  hakkına  sahip  olacakları  ve  her  türlü  emeğin  eşit   değerlendirileceği   bir  toplum  istiyoruz.

Biz,  demokrasiyi  tüm  toplumda  , ekonomide  , işletmelerde  ve  iş yerlerinde  gerçekleştirmeyi , ekonomik erki  sınırlayarak denetim  altına  almak  istiyoruz.

Biz  , stratejik  derinlik  ve yeni  osmanlıcılk  altında stratejik  sığlık  , perspektif  zayıflık  ,  iç  barışı  ve  uluslar arası barışı ve güvenliği  tehlikeye  atan bir  dış  politika  istemiyoruz .

Demokratik   hukuk  devletinde  yalnızca yasalarca  meşru  kılınmış  ve  sınırları  belirlenmiş bir  iktidara  yer  vardır.  Yargı , adaletin  ihtiyaçlarına  hizmet  eder.

Biz,  temel  değerlerimizi   gerçekleştirecek  ,  özellikle  daha güçsüzleri  koruyacak  ve doğal  yaşam  kaynaklarımızı   korunmasına  yardımcı  olacak  bir  hukuk  istiyoruz. Yargı  yolu  eşit  bir  biçimde  herkese  açık  olmalıdır.  Biz  yuttaşlarımızın  kabul  edilebilir  bir  süre  içinde yasal  haklarını  elde  etmelerini  istiyoruz.  Yargıcın kararı  bağlayıcıdır  , yargı  bağımsız  olmalıdır . Yurttaşları  koruma , suçları  kovuşturma   ve  hukuk  devletini  güvence  altında  tutmakla  görevli  olan  polisin ,   yuttaşların   ve  devlet  kurumlarının  eleştirilerine ve  yardımlarına  ihtiyacı  vardır. Siyasal  çatışmalar polisin  ve  yargının  sırtından  sürdürülemez. Ceza  hukuku  ve  infaz  yasası  da  hukuk  devletimizin  işlemesine  hizmet  eder . Hedefi  ,  yurttaşları  ve  toplumu  korumak ,  kısas  uygulamadan  suçluları  yeniden  topluma  kazandırmaktır. Tartışmasız  bir  siyaset   düşünülemez  .  Nasıl  tartıştığımız , hangi  amaçlar  için  tartıştığımızın  aynasıdır. İktidar  yolunda  mücadelede   her amaç  , her  aracı  meşru  kılmaz,

Umut  , tehlikelerin göz ardı  edilmesi  ile  değil  , açık  diyaloğ  içi,nde  aydınlanarak  filizlenir. Biz  dünya  üzerinde  bir  cennet  vaat etmiyoruz ,  fakat  tehlikeleri  birlikte  göğüsleyebilir ,   riskleri  birlikte  azaltabilir , yeni  ve  daha iyi , daha  adil bir  düzeni  birlikte  kurabiliriz.

 

5 milyon  yıllık  insanlık tarihinde Aristo ‘nun  dediği  gibi  “ siyasal  hayvan “  olan  insanın  beşeri  birikim  ve kazanımlarıyla   animal  ( hayvani )  duygulardan  ve  eylemlerden  uzaklaşarak  huminal ( insani ) değerlerle   bezenmesi   yaşadığımız  dünya  ve Türkiye  ölçeğinde de  eşit  ve  ortak  olarak demokratik  süreç  içerisinde  üretime  katılabileceğimiz  , demokratik  bir  işlevsellik    içerisinde yönetilebileceğimiz  ,  ürettiğimiz  katma  değeri  adil   bir  şekilde  paylaşabileceğimiz  bir  siyaset , bir  Türkiye  , bir  dünya  istiyoruz.

Biz  ne  olduğu    belli  olmayan   , güçlerin  tek  elde  toplandığı  otokratik  despotik  yapıyı  ortaya çıkaran  bir  başkanlık  ya da   demokratik  olmayan  parlamenter  sistemde de  yönetilmek  istemiyoruz.

Biz  güçler  ayrımını  savunan denge  denetleme  sistemi  olan  ve  bütün demokratik  kurumların  işlerlik kazandığı  bir başkanlık  sisteminde  ya  da anti demokratik  yapılardan ve vesayetten   arındırılmış   kuvvetler  ayrılığı  sistemine  dayalı  demokratik  parlamenter sistemle  yönetilmek  istiyoruz.

Temsili  değil  doğrudan demokrasi  istiyoruz  , milli  irade    fetişizmi  değil , anayasadan  kaynağını   alan  ve  yasama – yürütme – yargı eli  ile  uygulanan  milli  egemenlik   istiyoruz.

                                                                                                                         

 

 

 

Yorumlar (0)



Bu makaleye ait yorum bulunmamaktadır