28 Mart 2024


Kürt Sorunu (3): AKP’nin Çözüm Süreci Niçin Yanlıştı?



Haluk ÖZDALGA

A- A+

2007 seçimlerinden sonra AKP bir dizi demokratik açılım süreci başlattı. İnanç ve ibadet özgürlüğü ihlal edilen Alevilerin haklarının teslim edilmesine dönük Alevi Açılımı bunlardan biriydi.

Ardından Kürt Açılımı geldi. Bu isimlendirmeye tepki nedeniyle, ‘Demokratik Açılım' ve 'Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi’ gibi tanımlar da kullanıldı. Kamuoyu sonunda Çözüm Süreci ifadesini benimsendi.

Açılım çalışmaları Temmuz 2009’da İçişleri Bakanı’nın koordinatörlüğüne bağlandı ve faaliyetler yoğunluk kazandı.

Altı yıl geçtikten sonra yapılan Haziran 2015 seçimlerinde HDP %13,1 oyla kendi rekorunu kırarak güçlenirken, AKP meclis çoğunluğunu kaybetti. Hemen ertesi ay Ceylanpınar’da iki polisin evlerinde uyurken şehit edilmesi, Çözüm Süreci’nin görünürdeki bitiş nedeni oldu. Açılan davada, tüm sanıklar ‘cinayet’ suçundan beraat etti. Ceylanpınar katliamı hâlâ tam olarak aydınlanmış değil.

AKP tekrar askeri çözüm yöntemini benimsedi. Artık Kürt sorunu olmadığını iddia ediyor. Buna yeni inkarcılık diyebiliriz.

Böylece AKP’nin Alevi Açılımından sonra Kürt Açılımı da hüsranla son bulmuş oldu.

Bugün bazı çevreler, Abdullah Öcalan’la müzakere ve onun PKK’yı ikna etmesi üzerine kurulmuş Çözüm Sürecine dönmeyi öneriyor. Ancak sağlıksız temeller üzerine inşa edilen sürecin başarılı olma şansı o gün de pek yoktu, bugün de yok.

 

Abdullah Öcalan ve PKK

1999'da yakalanan Öcalan önce, bütün gücüyle Ankara'yı ikna ederek idamdan kurtulmaya çalıştı. Ben bu ülkeyi çok seviyorum, annem zaten Türk, bu devletin benden istediği her hizmeti yapacağım, artık bundan sonra sadece barış için yaşayacağım gibi sözleri o günlere ait.

Türkiye’de 1984'ten beri kimse idam edilmemişti. Bir süre sonra idamdan kurtuluş ışığını görmesiyle birlikte Öcalan, küçük bir tavır değişikliği yaptı. PKK'nın silahlı mücadeleden vazgeçmesi karşılığında serbest kalmaya çalışacaktı. Bunun için, tutuklu olmasına rağmen PKK üzerindeki etkisinin devam ettiğini ispatlaması, ama örgütün silahları bırakmaması gerekiyordu. 

1999'da yargılandığı mahkemede kararın açıklanmasından kısa bir süre sonra, PKK'nın Türkiye dışına çekilmesini istedi. Bu zor karar, üstelik çekiliş yolunda militanların ağır zayiata uğramasına rağmen uygulandı. Pek çok PKK'lı çekilmeye karşı çıktı, fakat hepsi tasfiye oldu. 

2002'de ölüm cezası kaldırıldı, infaz riski kalmadı. Öcalan tutuklandıktan sonra devlet görevlileri doğal olarak onunla zaman zaman görüşüyordu. Bu görüşmeler ağırlıklı olarak bilgi toplamaya dönüktü. Öcalan bu görüşmeleri yeterli bulmuyor ve en üst düzeyden yetkilendirilmiş siyasi temsilcilerle müzakere yapmak istiyordu. PKK’nın da desteklediği bu müzakerelerde kendileri açısından kilit konu, Öcalan'a ‘kişisel perspektif’ verilmesiydi; daha açık ifadeyle, önce ev hapsine çıkarılması ve sonra serbest bırakılmasıydı.

Ancak Öcalan arzuladığı müzakere zeminini elde edemedi ve 2004'te tekrar silahlı mücadele karan aldı. Bu kez, mücadelenin demokratik siyaset içinde yürütülmesini isteyen PKK'lılar karşı çıktı. Sayıları daha az olmakla beraber onlar da tasfiye edildi ve Öcalan’ın kararı yine uygulandı.

Bu tasfiyeler Öcalan'ın örgüt içinde ağırlığının daha da artması sonucunu doğurdu. Öcalan’ın PKK terörünü kendi amaçları için pazarlık unsuru olarak kullanması kolaylaştı. 

Örgütün yaptığı her şey elbette Öcalan'ın kontrolü altında değil. Üst düzey kadrolar arasında en has Apocu görünüp kişisel iktidar hesapları nedeniyle farklı hareket edenler de olabilir. Ama Öcalan'ın onaylamadığı önemli bir adımı PKK'nın atması çok zordur.

PKK saldırılarının tırmanışa geçtiği günlerde Öcalan, bu işi bir haftada bitiririm, ama sadece ben bitirebilirim diye çıkışlar yapmaya devam etti. Nihayet AKP’nin Çözüm Süreci ile Öcalan, yıllardır beklediği muhatap alınma amacına ulaştı.

 Çözüm Süreci sırasında Öcalan internetten kolayca erişilebilen bir yol haritası açıkladı, bunu birkaç kez revize etti. Yol haritasında asla aşırı taleplere yer verilmemişti. Federasyon veya özerklik gibi hedefler bulunmuyordu. Af çıkarılması, %10 seçim barajının düşürülmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, yeni bir anayasa, kadın ve çevre sorunları gibi ılımlı talepler vardı. Öcalan ayrıca ısrarcı olmadığını, bu makul taleplerle ilgili her hususun müzakereye açık olduğunu vurguluyordu. Çözüm planında "stratejik önem arz eden" ve ödün verilmeyecek tek bir husus vardı: Kendi konumu.

Öcalan’ın özgürlüğe kavuşmak arzusunu beşeri açıdan anlamak kolaydır. Ama bu özlemin Kürt sorununun çözümünde ana unsur yapılması, sorunun çözümü için doğrudan Kürt halkı yerine Öcalan’ın muhatap alınması acaba ne kadar doğrudur?

AKP’nin tercih ettiği yaklaşım, kadim bir uygulamayı hatırlatıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nda farklı etnik cemaatlerin başındaki kişiye millet başı (etnark) denirdi. Mesela Balkanlarda yaşayan milyonlarca Ortodoks uyruk için millet başı, Fener Rum Patriği idi. Patrik, milyonlarca Ortodoks tebaanın davranışı ve sadakatinden sorumlu idi. Osmanlı yönetimi sorunların çözümü için doğrudan Ortodoks halkı değil, Patrik’i muhatap alırdı. 

Bu ilişkide Patriğin kendi kişisel çıkarlarını ön planda tutması ender görülen bir durum değildi. Ama Osmanlı yönetimi, sorun çıkınca faturayı Patriğe keserdi. Mesela bir Rum ayaklanmasından sorumlu görülen Patrik, Patrikhane kapısına asılarak idam edilmişti. Tabii şimdi biliyoruz ki bu sistem sonuç vermedi.

 

AKP’nin amacı

AKP’nin Çözüm Sürecinden değişik beklentileri vardı. Bunların başında, HDP üzerinden Kürt oylarını alarak Başkanlık sistemini getirmek yer alıyordu.

İmralı Tutanakları adıyla kamuoyuna sızan dokümandan, bu konunun görüşüldüğü anlaşılıyordu. Öcalan şunları söylüyordu: “Başkanlık sistemi düşünülebilir. Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz. Biz AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz.”

Ama “Seni başkan yaptırmayacağız” diyen HDP lideri Selahattin Demirtaş farklı bir çizgideydi.

Öcalan’ı iyi tahlil ettiği rahatlıkla söylenebilecek Akademisyen Ali Kemal Özcan’a göre, Demirtaş’ın sözleri “Tarihi bir hataydı. Bin yıllık Türk-Kürt ilişkilerinin en büyük kazalarından biriydi.” (Al Monitor, Amberin Zaman mülakatı, 20.9.2019).

Özetle, Çözüm Sürecinin iki baş aktörü AKP ve Öcalan’ın, birbirinden farklı ama Kürt sorunuyla doğrudan ilişkisi olmayan hedefleri vardı. 

AKP’nin kurguladığı Çözüm Süreci başka yanlışlar da içeriyordu. Somut olarak neler yapılmak isteniyor, belli değildi. Hangi reformlar yapılacak, süreç hangi hedeflere ulaşınca başarılı kabul edilecek, o da belli değildi. Yol haritası yoktu.

Süreç şeffaf da değildi. Öcalan’la yapılan görüşmeler sürecin belkemiğini oluşturuyordu ama başta o görüşmeler, önemli bütün işler büyük bir gizlilik perdesi altında götürüldü. 

Halbuki büyük reformlarda halk desteği hayati önem taşır ve o nedenle kamuoyuna kapsamlı bilgi verilmelidir. İktidarın gizlilik arzusu öylesine güçlüydü ki, İmralı’da iktidarın gözetimi altında Öcalan’la yapılan bazı görüşmeler İmralı Tutanakları adı altında bir gazetede yayınlanınca, başta gazetenin genel yayın müdürü üç gazetecinin işine son verildi!

Araba devrildikten sonra yol gösteren çok olur. Ama henüz araba devrilmeden önce, burada ifade ettiğim eleştirileri değişik ortamlarda defalarca dile getirdim. Onun yerine nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini anlattım. Bir ara Çözüm Sürecinin baş sorumlusu olarak görev yapan siyasetçi arkadaşımıza sözlü olarak bildirdim. Faydası olmadı.

Mesela o günlerde, sürecin muhtemelen PKK’nın hem siyasal hem askeri açıdan daha önce hiç olmadığı kadar güçlenmesiyle sonuçlanacağını defalarca ifade ettim. 

Siyasi açıdan güçleneceği görülüyordu, çünkü iktidar Öcalan ve PKK’yı Kürt halkının temsilcisi olarak kabul etmiş, onunla müzakere yapıyordu. Doğu ve Güneydoğu’da, güçlü Kürt kimliği taşıyan ama PKK’ya muhalif, irili ufaklı örgütlenmeler içinde yer alan geniş bir kesim vardır. Kürt coğrafyasında demokrasinin güçlenmesi açısından hayati rol oynayan ve değişik siyasi çizgilerde yer alan bu grupların hepsi, PKK’nın şiddeti ve baskısı altında yaşar. O günlerde bölgeye yaptığım gezilerde, bu kesimde yer alan insanlar “Artık PKK’ya muhalefet yapmayacağız, yapamayız. Çünkü ülkeyi yönetenler dahi, onları Kürtlerin temsilcisi kabul ediyor” diyordu. Öyle oldu, PKK siyaseten daha önce hiç olmadığı kadar güçlendi.

Askeri açıdan güçleneceği de belliydi. Çünkü ülkede istikrarsızlık yaratmak isteyen yabancı merkezlerin, siyasi desteği artmış PKK’ya daha çok silah temin edeceğini öngörmek için kahin olmaya gerek yoktu. Öyle oldu.

Son olarak, beceriksizce kurgulanmış ve başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da, Çözüm Sürecinin bazı olumlu yönlerine işaret edelim. İlk defa bir iktidar, Kürt sorunu için siyasi çözüm arayışına, askeri olmayan bir çözüm arayışına girmiş oldu. Bu kadarı dahi önemli bir kazanımdır. İkinci olarak, yetersiz da olsa, TRT Şeş gibi bazı olumlu adımların atıldığını belirtebiliriz.

Peki, doğru çözüm yolu nedir? Gelecek yazımızın konusu bu olacak.  

Kürt Sorunu (4): Çözüm Demokratik Reformlar

21. yüzyıl başında Türkiye’nin önündeki en yaşamsal konu Kürt sorunudur. Suriye savaşı bağlamında özellikle son iki yıl içinde yaşanan gelişmelerle, sorun uluslararası zeminlerde önde gelen bir gündem maddesine dönüştü. 

Kürt sorununun nasıl çözüleceği veya demokrasi, insan hakları ve gönüllü birlik temelinde çözülüp çözülemeyeceği, Türkiye’nin kaderini belirleyecek. Bu sorunu çözemeyen bir Türkiye’nin, demokrasi ve iktisadi gelişme dahil önünde duran diğer hedeflerin üstesinden gelmesi çok zor.

Artık Kürt milliyetçiliği safsata ve abes fikirlerden türetilmiş politikalarla idare edilmeyecek bir noktaya geldi. Gerçekçi ve ayakları yere basan tahlillere dayanan yaklaşımlara ihtiyaç var. Önümüzde artık kaybedecek on yıllarca daha zaman kalmadı.

Sadece askeri yöntemlerle sorunun çözülmesi mümkün değil. Başarısızlıkla son bulsa da, AKP iktidarının uyguladığı Çözüm Süreci, siyasetin büyük ölçüde bu gerçeğin farkında olduğunu gösteriyor. Yakın zamanda görev yapan ve askeri mücadelenin başında yer almış bir Genelkurmay Başkanı’nın da aynı şeyi ifade ettiğini dikkate alırsak, askerler dahi bu gerçeğin bilincinde.

Öyleyse nasıl?

Ülkü bütünlüğünün kalıcı olmasının tek yolu, gönüllü bir beraberliği sağlamaktan geçiyor. 21. yüzyılda Türkiye için mümkün olan tek yol bu.

Kürt sorunu bir milli kimlik ve milliyetçilik meselesidir. Türkiye’nin koşullarında doğru çözüm, iki parçadan oluşuyor: Birincisi, köklü ve cesur demokratik reformlar. İkincisi, Avrupa Birliği üyelik perspektifinin kazanılması ve AB üyeliği.

Türkiye'nin refahı, modernleşmesi ve demokratikleşmesi için en iyi ve doğru yol, AB’nin temsil ettiği değerler çerçevesinde bir düzen kurarak olabilecek en kısa süre içinde Avrupa Birliği'ne katılmaktır.

AB üyeliği Türkiye’nin bütünlüğünün en büyük güvencelerinden biri olacaktır. Ülkedeki Kürt nüfusun ezici çoğunluğunun, AB üyesi bir Türkiye’den ayrılmayı arzu etmesi düşünülemez. Sadece bu neden dahi, AB üyeliğinin Türkiye’nin birinci önceliği olması için yeterlidir.

Evet, AB bugün kendi içinde ciddi sorunlarla karşı karşıya ve bunların en azından bir bölümünün nasıl çözüleceği henüz belli değil. Ancak bunların hiç biri, Türkiye’nin AB üyeliği sonucunda başka türlü elde edemeyeceği kazanımlara sahip olacağı gerçeğini değiştirmiyor.

Bir taraftan Kürt kimliği (Kürt realitesi) kabul edilirken, onun ayrılıkçı boyutlara varmasını durdurmanın esas yolu ise, demokratik ve kültürel hakların kabul edilmesinden geçiyor. Demokrasi ve kapsamlı bir reform paketinin uygulanmasından geçiyor. 

Böyle bir paket başlıca üç parçadan oluşabilir:

- Üniter devlet yapısı içinde, güçlü yerel yönetimler. Esasen Kürt sorunundan bağımsız olarak, nüfusu 100 milyona doğru giden Türkiye, mevcut aşırı merkeziyetçi yapısıyla yola devam edemez. 

- Hukuki düzenlemeler. Anayasa ve yasaların eşitlikçi bakış açısıyla gözden geçirilmesi.

- Dile ilişkin konular.

Türkçe elbette resmi dil olarak kalacaktır. Ama ülkenin bir bölümünde kamu hizmetlerinin iki dilde verildiği bir düzene geçiş planlanabilir. Gayrimüslim vatandaşların dilinde veya Batı dillerinde eğitim verilirken, Kürt dilinde eğitimin yasaklanması sürdürülebilir değildir. Ana dil eğitimi veya ana dilde eğitim konuları ilk bakışta göründüğünden daha karmaşıktır ve çok farklı uygulama seçenekleri vardır.

Böylesine kapsamlı bir reform sürecinin sahipliğini üstlenecek bir siyasi iktidarın hazırlayacağı reform paketi, kamuoyunda tartışıldıktan sonra son şeklini almalıdır. Tartışılacak konular hayli geniştir ve ayrıntıları tartışmanın yeri burası değildir.

Böyle bir paketin hayata geçirilmesinde, AKP’nin yaptığı gibi Öcalan veya PKK’yla müzakereye gerek yoktur.

Türkiye’nin çağdaş düzeyde bir temel haklar ve demokrasi rejimine ulaşabilmesi için, PKK’nın veya Öcalan’ın desteğine, onayına ihtiyaç yoktur.

Onlarla görüşülecek tek konu, eğer isterlerse, silah bırakmalarının, dağdan inmelerinin ve topluma kazandırılmalarının yolunu açmaya dönük düzenlemeler olabilir.

Mevcut kadroların bir bölümünün sivil siyasete dönüşü de mümkün olabilir. Ancak bunun mutlak bir koşulu vardır: Siyasi tekel hevesinden koşulsuz vazgeçmeleri gerekiyor. Türkiye’de var olan çoğulcu demokrasiden farklı, zora dayalı bir siyasi tek parti düzenine ülkenin belli bölgelerinde göz yumulması mümkün değildir. Türkiye’nin genelinde olduğu gibi, Kürt coğrafyasında da ortaya çıkacağı muhakkak olan çoğulcu siyasi yaşamın zor yoluyla ezilmesi kabul edilemez.

Terörle mücadelenin kazanılmasının temelini, hukuk ve demokrasi alanındaki reformların kararlılıkla gerçekleştirilmesi oluşturacaktır. Terörü ve şiddeti besleyen zemini kurutacak şey, hak ve özgürlükler alanında sahip olmamız gereken demokratik olgunluk düzeyine ulaşmaktır.

Beslendiği ortam ortadan kalktıktan sonra PKK bildiği yolda devam ederse, elbette verilecek cevap vardır: Haklar ve özgürlükler düzenine kararlılıkla sahip çıkarken, terörün ve şiddetin üstüne de aynı kararlılıkla gidilmesi.

Türkiye'nin en temel iç sorununu barış içinde ve başarıyla çözüp çözemeyeceği, yalnız Türkiye'de yaşayan değil, tüm Ortadoğu Kürtlerinin kaderini etkileyecek. Kürtlerin bu ülkenin demokrasi ve refah içinde yaşayan gönüllü yurttaşları haline gelmesi hem Türkiye'nin zaman zaman aşırı ölçülere varan korkularına son vereceği, hem Ortadoğu Kürtlerinin Türkiye'ye bakışını değiştireceği için, onların da demokrasi ve refah yolunda gelişmesine büyük katkılar sağlayacak. Böyle bir gelişme, Ortadoğu Kürtleri için de en büyük ödül olacaktır.

Aksine bir gelişme, yani Kürt sorununu demokrasi, refah ve gönüllü beraberlik temelinde çözmeyi başaramaması, Türkiye'nin karanlık bir gayya kuyusuna yuvarlanmasına neden olabilir. Türkiye için 21. yüzyıl, Anadolu ve Ortadoğu Kürtleri ile beraber parçalanmaların, acıların, yıkımların ve gözyaşlarının yüzyılına dönüşebilir

Doğru politikaların uygulanınca, bölünme korkusunun dayanağı olmadığını ortaya çıkaracaktır. Asıl korkulması gereken ve bölünmeye yol açacak olan, yanlış politikalardır. Unutmayalım ki, bölünmeyi engelleyecek olan şey milliyetçilik değil, herkesin kimliğine ve kültürüne saygılı, hukuk güvencesi altında ve eşit haklara sahip yurttaşlık temelinde inşa edilecek bir yaşam biçimdir. 

Türkiye'deki sorunun çözülmesi durumunda, Ortadoğu Kürtlerinin tüm dünyaya açılmak için, Türkiye ve Türkiye Kürtlerinden daha iyi bir seçeneği yoktur. Hatta kıyaslanabilir bir başka seçeneğe dahi sahip değiller. 

Bin yıldır olduğu gibi bugün de Türkler ve Kürtler ortak bir kadere bağlı görünüyor. Çünkü kendi içinde Kürt sorununu çözememiş bir Türkiye'nin, başka hiçbir konuda kalıcı bir başarı kazanması mümkün değil. İyi işleyen bir demokrasiye sahip olması da, ekonomisini düzeltmesi de, kendi bölgesinde sahip olması gereken stratejik etkinliğe ulaşabilmesi de ve nihayet Avrupa’yla bütünleşmeyi başarabilmesi de buna bağlıdır.

 

Kürt Sorunu (5): Reform Nasıl Yapılır?

Önceki yazılarımızda Kürt sorunun değişik yönlerini inceledik. Sorunun nedeni olarak gösterilen iktisadi geri kalmışlık ve dış güçlerin tahriki gibi gerekçelerin hepsi önemli olmakla beraber, önümüzde duran konunun esası itibariyle bir milli kimlik ve milliyetçilik meselesi olduğunu vurguladık.

AKP iktidarının 2009-2015 yılları arasında Kürt sorununa dönük olarak yürüttüğü Çözüm Süreci önemli bir tecrübeydi. Bir ara sürecin yürütülmesinde üst düzey siyasi sorumlu olarak görev yapan zamanın Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın belirttiği gibi “hükümetin açılım politikasının temeli, sorunun sadece askeri yöntemlerle çözmenin mümkün olmadığı düşüncesine dayanıyordu.” (Yalçın Akdoğan, Demokratik Açılım Sürecinde Yaşananlar, s.18, Meydan Yayıncılık).

Ama AKP’nin Çözüm Süreci büyük bir başarısızlıkla son buldu. Bizim görüşümüze göre, süreç yanlış kurgulanmıştı ve baştan başarısızlığa mahkumdu. Bunu da gerekçeleriyle anlattık.

Demokratik toplumlarda, Kürt sorunu gibi büyük konular ancak köklü ve cesur reformlar yaparak çözülebilir. Sorunun çözümü için gerekli kapsamlı reform paketinin neleri kapsaması gerektiğini de özetledik. 

Ancak içeriği doğru bir reform paketini oluşturmak kendi başına yeterli olmayabilir. Reform sürecinin de doğru yönetilmesi gerekir. İşte son yazımızda bu konuyu işleyeceğiz: Büyük reformlar nasıl yapılır?

 

Reform sürecinin dört ilkesi 

Reform yaparken muhakkak dikkat edilmesi gereken dört önemli ilke olduğunu söyleyebiliriz. Bunlara uyulmazsa, reformdan istenen sonuçları elde etmek mümkün olmayabilir.

Birincisi, reform zamanında yapılmalıdır. 

Gecikerek yapılan reform değerini kaybeder. Faydası bazen sıfırın altına iner, faydadan çok zarara neden olabilir, sonuçta reform karşıtlarına avantaj sağlayabilir. 

Gecikmiş reform, karşıtları tarafından sorunun sadece daha radikal yollardan çözülebileceğinin kanıtı olarak kullanılır. Sadece kendi tarihimizde değil, bugün de bunun çok örneğini vardır.

Ne yazık ki Osmanlı yönetimi, İmparatorluğun şiddetle ihtiyaç duyduğu reformların yapımında çok gecikti. Bunun bedelini ağır şekilde ödedi. 

İhtiyaç duyulan reformlar daha erken tarihlerde yapılsaydı, İmparatorluğun akıbeti nasıl olurdu? Bu soruyu olgular temelinde cevaplamak mümkün değildir. Ama sadece bir öngörü olarak diyebiliriz ki, İmparatorluk yine dağılsaydı dahi, süreç kendisi için çok daha uygun koşullarda gerçekleşebilirdi.

Kürt sorununu demokratik reformlar yaparak makul bir çözüm yoluna koyabilmek için zaman henüz çok geç değil. Ama 21. yüzyılın ilk çeyreğini tamamladığımız şu dönemde, önümüzde daha on yıllarca zaman olduğunu söylemek de gerçekçi değil. 

İkinci ilke, bir reform sürecinde perakende, yani tek tek belirlenen adımlar atarak reform yapma yoluna gidilmemelidir. 

Reform karşıtları sahip olduğu meşruiyet alanını genellikle adım adım genişletmeye çalışır (salam politikası). Reform sürecini yönetenler, başarı için bunun tersi yapmalıdır.

İşe başlarken elde gerçekçi, içeriği belirlenmiş ve uzun vadede ayakta kalabilecek bir uygulama paketi olmalıdır. Buna yol haritası da diyebiliriz. Böylece işin sonunda varılması tahayyül edilen durumu bilmek mümkün olacaktır.

Böyle bir yol haritasının başlangıçtan itibaren elde bulunması pek çok yönden hayati önem taşır. Her şeyden önce reform sürecinin sahibi olanların, yol haritası sayesinde daha yüksek bir özgüvenle süreci yönetmeleri mümkün olacaktır. Reform karşıtlarının eleştirileri, çarpıtma ve engellemelerine karşı koymak kolaylaşacaktır.

Tabii demokratik toplumlarda yapılan reform süreçlerinde yol haritası daha da önem kazanır, çünkü aşağıda değineceğimiz gibi, sağlam bir yol haritası olmadan kamuoyunu ikna etmek zordur.

Yol haritası muhakkak bir zaman programı da içermelidir. Ucu açık bir zaman dilimi içinde reform olmaz.

AKP’nin Çözüm Süreci bu açıdan başarılı değildi. Kamuoyuna açıklanan bazı programlar vardı ama ortada kapsamlı bir yol haritası yoktu. İşin sonunda nereye ve hangi hedeflere varmayı hedeflediği açık şekilde ortaya konmuş bir reform paketi kamuoyuna sunulamadı.

İşin daha da ilginç yönü, iktidarın elinde olmasa da, içerik değil fakat şekil itibariyle burada ima ettiğimize benzeyen bir yol haritası PKK lideri Abdulah Öcalan tarafından açıklandı, birkaç kez revize edildi ve kamuoyunda tartışıldı. Öcalan’ın yol haritası hakkında iktidarın ne düşündüğü ise hiçbir zaman açıkça belli olmadı.

Bu noktada hemen üçüncü ilkeye işaret edebiliriz: Kamuoyunun desteği kazanılmalıdır. Demokratik toplumlarda bunun yolu, yapılmak istenen şeyin, yani kapsamlı bir yol haritasının açık bir şekilde anlatılarak destek sağlanmasıdır. Sürecin sonunda hangi hedeflere ulaşılacak, neler başarılacaktır? 

Kamuoyunu kazanmanın şeffaflıktan başka yolu yoktur.

Ancak o şekilde kamuoyunda doğabilecek ‘bu işin sonu nereye varacak’ endişeleri azalacak, karşı tarafın ve reform karşıtlarının işi baltalamaya dönük propagandaları inandırıcılığını kaybedecektir.

AKP’nin Çözüm Süreci, kamuoyu ilişkileri açısından da fevkalade başarısızdı. Çünkü şeffaflıktan çok uzaktı. Daha önce değindiğimiz gibi, sürecin iki başoyuncusu AKP’nin de Abdullah Öcalan’ın da hayli farklı temel hedefleri vardı. Ama bunlar kamuoyuna açıkça ifade edilebilecek şeyler değildi ve edilemedi.

Kollanması gereken dördüncü ilke, reform sürecine bir kez başlandığında hedefe varana ve süreç tamamlana kadar hiç durmadan yola devam etmektir. Bu genellikle üzerinde az durulan, fakat kritik bir konudur. 

Reform sürecine ara verilmesi, duraksama veya yavaşlama, inisiyatifi reform karşıtlarına kaptırmanıza ve zemin kaybetmenize yol açar. Reformu yönetenlerin niyetinin sorgulanması, kararlılığından kuşku duyulması ve karşıtların süreci sabote etmesi için fırsat doğar. O güne kadar yapılan reformlar ve elde edilen başarılar unutulmaya başlanır, karşılık bulmak zorlaşır.

Reform sürecinin dört ilkesi özetle; reformların zamanında yapılması, işin başında sağlam bir yol haritasının elde bulunması, kamuoyunu kazanmak için şeffaflık ve hedefe ulaşana kadar sürecin hiç duraksamadan sürdürmektir.

 

Toplu reform 

Özellikle birden fazla alanda reforma ihtiyaç olduğu durumlarda, değişik alanlardaki reformların topyekun bir değişim programı altında yürütülmesi sadece zaman kazanmak açısından değil, sinerji sağlayacak bir yaklaşım olduğu için tercih edilebilir. Böyle bir yaklaşım iyi yönetilirse, kamuoyunu ikna imkanını artırabilir, herhangi bir reformdan ilk planda yararlanacak kesimlerin diğer reformları desteklemesini kolaylaştırabilir, muhalefet ve direnişi azaltabilir.

Türkiye bugün tam da böyle bir durumdadır ve farklı alanlarda kapsamlı reformlara ihtiyaç vardır. Kürt sorununun çözümüne dönük reformlara ilaveten hemen akla gelebilecek birkaç örnek daha sıralayabiliriz:

- Yargı reformu.

- Türk Silahlı Kuvvetler reformu.

- Eğitim reformu.

- Yerel Yönetimler reformu. 

 

Yukarıdaki liste sadece bir örnektir, elbette değişebilir. Bu reformların içeriğine de burada girmeyeceğiz. Kısaca işaret etmek istediğimiz husus, birden fazla reform paketinin eşzamanlı gerçekleştirmenin sağlayacağı avantajlardır. 

Her reform paketini toplum içinde destekleyen kesimler farklı olacağı için, birden fazla alanı kapsayan toplu reform sürecinde toplam destek artabilir. Böylece sadece kamuoyu desteğinin artması değil, bizzat reform surecini yönetenlerin daha cesur davranması için de uygun bir ortam sağlanabilir. 

Son olarak, böylesine cesur ve reformcu bir iktidar öngörülebilir gelecekte işbaşına gelir mi diye sorulabilir. Bunun uzak bir hayal olduğunu kabul etmek herhalde en gerçekçi tutum olacaktır. 

 

Yorumlar (0)



Bu makaleye ait yorum bulunmamaktadır