16 Nisan 2024


Hem Masada Hem Sahada ama Büyük Zararda



Haluk ÖZDALGA

A- A+

AKP içinde dış politikada maceracı bir damar daima mevcut oldu. Bu damarın sözcüleri, önemli dış politika konularını kulaktan dolma bilgiler ve klişelerle yürütmeye çalıştı. 

Mesela önceki tüm Cumhuriyet hükümetlerini Ortadoğu’da, ‘etliye sütlüye karışmamakla’ ve bölgeyi ‘bataklık’ olarak görmekle suçlayıp durdular. Onlara göre Türkiye daima ‘hem sahada hem masada’ olmalı, o nedenle tüm çatışma alanlarında yer almalıydı!

Bu anlayış giderek, uygulanan siyaseti haklı çıkarmaya tek başına yetecek bir slogana dönüştü: ‘Filanca bölgede hem sahada, hem masada olacağız’.

Ancak AKP içinde dış ilişkileri, ülke çıkarlarını maksimize ederek yönetebilecek kadrolar da vardı. Onlar sayesinde iktidar yıllarının ilk bölümünde ABD, Avrupa Birliği, Kıbrıs, Irak dahil hemen her alanda parlak başarılar elde edildi, Türkiye’nin itibarı küresel zirve yaptı.

Bu iki kesim arasındaki en kritik çatışma 1 Mart 2003 tezkeresinde yaşandı. ABD Başkanı George W Bush, Afganistan’dan sonra Irak’ta da savaş kararı almıştı. İşgali kuzeyden başlatacak 62 000 Amerikan askerine ve yüzlerce savaş uçağına Türkiye’nin topraklarını açmasını istiyordu.

Batılı ülkelerin son 150 yıl içinde Ortadoğu’ya yaptığı sayısız askeri müdahale arasında olumlu sonuç veren tek bir örnek yok. Yıkım ve felaket dışında sonuç doğurmadı. Üstelik bu kez Irak savaşının gerekçesi, Saddam rejiminin kitle imha silahlarına sahip olduğu ve El Kaide örgütüyle işbirliği yaptığı gibi iki büyük yalan üzerine kuruluydu.

Ona rağmen iktidar partisi içinde büyük bir grup, kapıları açmaktan ve TSK’nın Amerikan askerlerinin yanında Irak savaşına girmesinden yanaydı. Çünkü hem sahada hem masada olmak gerekiyordu! 

TBMM’de AKP’nin 361 milletvekili vardı. Teskerenin kabulü için 268 oy gerekiyordu. Ama sadece 264 kabul oyu çıktı ve öneri reddedildi. İktidar partisi 95-100 arası fire vermişti.

İyi ki öyle oldu. Daha sonra ABD Dışişleri Bakanı olan Madeleine Albright’ın “Amerikan dış politikasının tarihteki en büyük felaketi, Vietnam’dan daha kötü” diye nitelediği Irak batağına sürüklenmedik. 

Elbet gerektiğinde sahada olunur; yani askeri güç kullanılır. Alman General Carl von Clausewitz’in ünlü ifadesinde vurguladığı gibi “savaş, siyasetin başka araçlarla devamıdır.” Bu veciz sözcükler doğru anlaşılmalı: Öncelikle elinizde sağlam bir siyaset olmalı, siyasetin imkanları sonuna kadar kullanılıp tüketildikten sonra koşullar zorunlu kılıyorsa askeri güç yoluna gidilmelidir. Ama ideolojik saplantılar üzerine kurulu çürük bir siyasetin devamı olarak sahaya çıkarsanız, kaderiniz ağır bedel ödemek olur. Ne kadar suçu başkalarına atsanız da fayda etmez.

AKP içinde maceracı dış politika yanlıları giderek diğerlerini tasfiye etti ve ideolojik temelli siyasetin önü açıldı. Suriye ve Libya örneklerini ele alabiliriz. 

Mart 2011’de başlayan Suriye krizi dönüm noktası oldu. “İlkesel, ahlaki ve reel politik olarak”, hemen her açıdan, Cumhuriyet tarihinin en çürük dış politika kararları alındı. Daha kötüsünü bilen varsa lütfen söylesin!

İlk günlerden itibaren, bu satırların yazarı dahil, ciddi eleştiri dile getiren pek çok çevre vardı. Suriye’de askeri yoldan rejim değişikliği için koşullar uygun değildi, içerde yeterli bir muhalefet dışarda asgari düzeyde uluslararası görüş birliği yoktu. Obama yönetiminin Esed’i devirmek için askeri müdahalede bulunmayacağı belliydi. AKP’nin ısrarla ABD’ye askeri müdahale çağrısında bulunması vahim bir yanlıştı. Esasen Amerika askeri müdahalede bulunmak istese, Türkiye şiddetle karşı çıkmalıydı. Bu savaş bölgede El Kaide ve Cihatçı Selefi terör gruplarını güçlendirecekti (bunu söylediğimde daha henüz IŞİD/DAEŞ ortada yoktu). Tamamen farklı amaçlar peşinde koşan Suudi Arabistan ve Katar yanlış yol arkadaşıydı. Ankara’nın işbirliği yapacağı en uygun grup Suriyeli Kürtler idi. İsrail en azından Golan Tepelerini ilhak etme fırsatı elde edecekti. Suriye, Irak ve İran’ın parçalanması veya destabilize olmasına kadar uzayan sonuçlar doğabilirdi ki, Netanyahu’nun temsil ettiği İsrail’deki aşırı sağ çevrelerin, ABD’deki evanjelikerin ve neo muhafazakarların en önemli stratejik hedefi buydu (şimdilik sadece kısmen gerçekleşti, ama hikayenin sonunu henüz görmedik). Türkiye Suriye’de en çok zarar eden müdahil ülke olacaktı, vs. Bunları defalarca yazdım. Tabii AKP hepsini kulak ardı etti, tersini yaptı.

2017 başında yeni ABD Başkanı Trump’ın Suriye muhalefetine desteği kesmesiyle rejim değişikliği hedefinin tutmadığı ve AKP’nin Suriye siyasetinin iflas ettiği belli oldu.

Bunun üzerine AKP yönetimi, karşı cephede yer alan Rusya’yla işbirliğine başladı. Daha önce dolaylı şekilde yer aldığı sahaya, bu kez doğrudan üç askeri harekat düzenledi: Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı. Hatay’a komşu İdlip vilayetine de, Astana mutabakatı çerçevesinde asker yerleştirildi. 

Artık AKP siyaseti, tam anlamıyla hem sahada hem masada yer alıyordu. 

Düzenlenen üç askeri harekatın başlıca iki hedefi olduğu açıklandı: Sınırda bir ‘terör koridoru’ oluşmasını engellemek ve sayısı dört milyona yaklaşan Suriyeli mültecilerden olabildiğince çoğunun dönüşünü sağlamak.

Kuşkusuz iki hedef de doğru.

Ama von Clausewitz’in kavramlarını kullanarak soralım: Siyasetin imkanları sonuna kadar kullanıldı mı? Gerçek o ki, sahaya asker göndererek elde edilmek istenen her iki hedefi de, siyaset yoluyla elde etmek mümkün. En azından bu yol, sonuna kadar denenip tüketilmiş değil.

Sınırda bir ‘terör koridoru’ oluşumunu önlemenin ve Suriyeli mültecileri geri göndermenin en sağlam yolu, Şam hükümetiyle işbirliği. Ama AKP iktidarı o doğrultuda deneme yapmayı dahi reddediyor.

Suriyeli Kürtler için AKP’nin önerdiği çözüm ne? Suriye’nin toprak bütünlüğü içinde, Şam yönetimi ve Kürtlerin kendi aralarında anlaşacağı bir çerçevede Kürtlerin kendilerini yönetme hakkını da içeren çözüm, Türkiye’nin çıkarına en uygun olanı. Ama AKP’nin ne istediği belli değil. 

Suriye Kürtlerinin toplam nüfusu 2 milyon civarında, bazı tahminlere göre 2 milyonun altında. Bu topluluktan gelebilecek terör tehdidi, bugün veya yarın, Türkiye tarafından kolayca bertaraf edilebilir.

Suriye’nin ve Irak’ın toprak bütünlüğü sadece ezbere tekrar edilecek bir ilke değil. Önümüzdeki dönemde bölgede yaşanacak muhtemel gelişmeler açısından kilit önem taşıyor. Ne var ki AKP’nin izlediği siyaset, bu önemin farkında olduklarını göstermiyor.

AKP iktidarının İdlip’te de nasıl bir çözüm istediği belli değil. Bugün itibariyle İdlip’in yaklaşık %40’ı Şam yönetimi elinde. Kalan kısmın yaklaşık %80’ini, El Nusra’nın devamı azılı terör örgütü HTŞ yönetiyor. Rusya ve Suriye’nin, HTŞ devletçiğine uzun süre izin vermeyeceği muhakkak. Soçi anlaşmasına göre bu örgütün ağır silahları Türkiye tarafından toplanacaktı, aradan 17 ay geçti, sonuç yok.

Suriye ve Rusya HTŞ’nin üzerine gidince, Ankara’dan itiraz sesleri yükseliyor. AKP ne istiyor? HTŞ yönetimi altındaki statükonun devam etmesini mi? AKP’nin planladığı gibi Türkiye sınırına yakın bölgede bir milyon mülteci yerleştirmek de sürdürülebilir değil. İdlip’te en uygun çözüm yine, AKP iktidarının tahrip ettiği Şam işbirliğinden geçiyor.

Türkiye’nin bugün Suriye’de karşılaştığı tüm sorunlar izlenen yanlış siyasetin sonucu. Yukarıda önerdiklerimizi biraz olsun gözeten bir yoldan gidilseydi bugün bu sorunları yaşamazdık.

AKP’nin hem sahada hem masada olalım siyaseti, şu ana kadar Suriye’de olumlu sonuç vermedi. Türkiye hem sahada hem masada ama büyük zararda. Çünkü kazançlı çıkmanın mutlak koşulu, elinizde hedefleri iyi belirlenmiş sağlam bir siyasetin bulunması. Eksik olan tam da bu.

İdlip’te ve Suriye’nin diğer bölgelerinde karşılaşılan dev sorunların altından nasıl kalkılacağı belli değil. Hedefi açık ve net belirlemek savaşın ana kurallarından biridir. Hangi hedef elde edilirse başarıya ulaşılmış olacak ve savaş son bulacak? Hedef ilhak ve misak-ı milli sınırları mı? Hangi koşullarda askerler geri çekilecek? Belli değil. Durumu tanımlamak için belki en uygun ifade, kervan yolda düzülür anlayışı.

Suriye’nin kuzeyine düzenlenen üç büyük askeri harekatın nasıl son bulacağını henüz bilmiyoruz ama doğurduğu en can alıcı siyasi sonuç ortada: Suriye Kürtleri sorunu, şimdi uluslararası platformun en önemli gündem maddelerinden biri haline geldi! Böylece PKK’nın yıllardır güttüğü başlıca hedeflerden biri gerçekleşti. Halbuki doğru olan, Kürtlerin sorunlarına çözümün dış müdahalelerden uzak ve yaşadıkları ülke içinde bulunması. Belli ki AKP dış siyasette adım atmaya oldukça meraklı ama ikinci ve üçüncü adımları çok iyi hesaplayamıyor.

Bu koşularda AKP’nin hem sahada hem masada olalım siyasetinin Suriye’de zarar doğurmaya devam etme ihtimali yüksek görünüyor.

Zarar elbette AKP’nin kendisi için de geçerli. Son dönemde AKP’nin oylarında görülen düşüşün arka planında yatan başlıca nedenler Suriye çıkmazından kaynaklanıyor.

Bir sonraki yazımızda Libya’daki benzer durumu ele almayı umut ediyorum.  

 

 

Yorumlar (0)



Bu makaleye ait yorum bulunmamaktadır