29 Mart 2024


Demokrasi ve Hukuk olmadan Cumhuriyet yaşar mı?



Abdulbaki ERDOĞMUŞ

A- A+

Cumhuriyetin 98’inci yıldönümü kutlanıyor. 2 yıl sonra da 100’üncü yıldönümü. 

Kazanımları inkâr edilemez ,ancak demokrasi hedefine ulaştığı da iddia dahi edilemez. 

Peki mümkün olan, geçmişin krizlerinden çıkış mı, çöküş mü?

Bilindiği gibi geç kalmış Osmanlı modernleşmesi imparatorluğun çöküşünü durduramamıştı. Modernleşmeyi dayatanlar dahi imparatorluğun çöküşünü hızlandırmak için büyük gayret gösteriyordu.

Kuşkusuz gelişmiş meşruti Avrupa karşısında çöküş engellenemezdi, ancak ayrışmalar, bölünmeler daha barışçı gerçekleşebilirdi. 

Ancak Osmanlı, meşruiyeti yönetimi ve varlığı için bir tehdit olarak gördüğünden, müstebit uygulamalarını artırarak sürdürdü. 

Sonuç itibariyle meşrutiyete direndikleri için yıkılıp tarih oldular.

Cumhuriyetin kuruluş inşasında gerçekleşen elitlerin ittifakı ise “meşrutiyet”, “ortak vatan” ve “ortak devlet” temelinde oluşmuştu. 

Mutabakatla ve daha sonra Teşkilat-ı Esasiye ile tesis edilen bu “ortaklık”, anayasal güvenceye dayandırılmadan tek taraflı olarak kısa bir süre içinde sona erdirildi.

Büyük Millet Meclisi’nin açılışında asli unsurların temsilcileriyle yer alması, çoğulculuğun ve farklılıkların korunacağına dair bir tablo ortaya konsa da katılımın az olması muhtemel gelişmelerin habercisiydi.

Zira Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ve Meclis-i Mebusan üyelerinden oluşan 324 milletvekiliyle kurulan meclis, 115 milletvekilinin katılımıyla açılmıştı. Durumdan kuşkulanan bazı aydınların uyarılarına rağmen Cumhuriyetin kurulmasıyla her şeyin yoluna gireceğine inanılıyordu. 

Haksız da değillerdi. 

Birleştirici unsur olarak “Hilafet” dahi Meclis’in uhdesine alınmıştı.

Ayrıca farklı unsurlardan oluşan Osmanlı elitleri, Osmanlı sistemi gibi çoğulcu, çok kimlikli, çok dinli, özgürlükçü bir cumhuriyet projesine inandırılmışlardı. 

Meşrutiyeti “dünyevi saadet” olarak tanımlayan Bediuzzaman Said-i Nursi Cumhuriyeti de “adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibaret” olarak tanımlayarak meşrutiyet ve cumhuriyete destek vermiş, başta Kürt aşiretleri olmak üzere Müslüman unsurların destek olması için de yoğun çaba harcamıştı.

Özellikle Müslüman unsurların bir “meşrutiyet ve hukuk” rejimi olarak kurulacağına inandıkları Cumhuriyetten beklentileri, her kesimi bir hukuk sistemi ile hak, özgürlük ve kimlikleriyle kucaklamasıydı. 

Bin yıl birlikte yaşayan ve istiklal mücadelesinde omuz omuza veren farklı unsurlar, meşrutiyet/demokrasi temelinde yeni ve muasır bir ülkenin inşa edileceğine inanıyordu. Elbette muhalifler de vardı, ancak çoğunluk çoğulcu ve hürriyetçi cumhuriyet projesinde ve “ortak vatan” paydasında birleşmişti.

Modern/çağdaş cumhuriyetin gereği de bu değil midir?

Ne yazık ki böyle olmadı. 1924 Anayasası ile örneği ve benzeri olmayan bir cumhuriyet sistemi ortaya çıktı. 

Farklı unsurları yok sayan, çoğulculuğu reddeden, tarihle bağını kesen ve aynı zamanda hedef olarak gösterilen “muasır medeniyet” ilkeleriyle de bağdaşmayan bir siyasal düzen inşa edilmişti.

“Demokratik-laik-sosyal-hukuk devleti” iddiası muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için önemli bir yol haritası olsa da, gerçekleşmesini önleyecek başka formüller başından itibaren düşünülmüştü.

Bu nedenledir ki, yüz yılın tamamlanmasına sadece 2 yıl kala Cumhuriyet hala,demokrasi ve hukukun üstünlüğü ile taçlandırılmadı. Sivil Anayasa bir tarafa, siyasal irade ile yapılmış bir anayasası dahi olmadı. Bu yöndeki çabaların tamamı gizli veya açık müdahalelerle engellendi.

1946 ile başlayan ve trajedi ile sonuçlanan gelişmelerin 1924 anayasa ruhunun bir sonucu olduğunu düşünüyorum. 

Dikkat edilirse, demokrasi ve hukuk çabaları hep sonuçsuz kalmıştır.

Kanaatime göre Osmanlı yönetim sisteminin iki ilkesi tamamıyla cumhuriyet rejimine dahil edilerek çoğulculuk, demokrasi ve hukuk devletinin önü duvar gibi örülmüş oldu.

Birincisi, Osmanlı yönetim sisteminde Müslümanlar ve Gayr-i Müslimler ayırımı üzerinden yaşam bulan “millet” uygulaması, ikincisi ise saltanat ve sultana itaat yerine “devlete ve kurucu partiye itaat” zorunluluğudur. 

Böylece Osmanlının iki kutsalı mahiyet değiştirerek devam etmiştir.

“Millet” artık din temelinde değil daha katı bir uygulama ile “etnik” bir unsuru tanımlayan bir ilkeye dönüştü. Osmanlı’dan geriye kalan halkların tamamı “millet” tanımı içinde tekleştirildi. Artık çoğulculuğu inkâr eden bir sistemde demokrasiye geçmek nasıl mümkün olacaktı?

1946 yılına kadar tek parti yönetimi vardı ve partiye itaat devlete itaat olarak karşılık buluyordu. Yasalar ve hukuk sistemi “Tek Parti” yönetiminin ideolojisi ve keyfiyetine göre şekillenmişti. Bu durumda artık hukuk devletinden de söz edilebilir miydi?

DP (Demokrat Parti) iktidarıyla yıkılan “tekçilik” ve “tek parti” düzeni, yeni bir umut olarak demokrasiye ve hukuk devletine yol alırken askeri bir darbe ile önü kesilerek Türkiye yeniden geçmişin tutsağı yapıldı. 

İhtilalciler, ”tek parti yönetimi” imkanının artık olmayacağını bildikleri için tek parti işlevini yürüten “askeri vesayet” sistemini kurdular. Böylece “parti devleti” yerine “ordu devleti” inşa edildi. 

Bu değişimi dahi “demokrasi” adına alkışlayan aydınlar, düşünürler, akademisyenler, siyasetçiler ve geniş halk kitleleri oldu. Bu durum toplum-demokrasi, toplum-hukuk devleti ilişkisini göstermesi bakımından da önemlidir.

27 Mayıs 1960 darbesinden sonra 12 Mart 1971 muhtırası ve 12 Eylül 1980 müdahalesi ile “Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürüldüğü” gerekçesiyle siyasi istikamete müdahale edilmiştir. 

Esas olarak, ülkenin geleceği için tehlike kabul edilen “çoğulculuk, demokrasi ve sivil-özgürlükçü bir anayasa” ihtimalinden başka bir şey değildi. Başından itibaren Türkiye’nin enerjisi, kaynakları, demokrasi ve hukuk devletine geçişini önlemek için harcanmıştır. 

Demokrasi amacı olmadığı halde demokrasiye bir örnek oluşturacağı için Refah-Yol hükümeti 28 Şubat 1997 “post modern” bir darbeyle uzaklaştırılmıştır. 

Bütün bunlara rağmen demokrasi ve hukuk talepleri daha güçlü bir şekilde gelişti. Bunu tetikleyen dünyadaki gelişmeler olduğu kadar, Türkiye’nin AB (Avrupa Birliği) üyeliği için gösterdiği kararlılığın rolü de büyüktü.

Demokrasi ve hukuk devleti olma yönünde toplumsal desteğin zirveye çıkması, “tek millet ve devlete itaat” anlayışı için tekrar tehdit olarak görülmeye başlandı. Demokratik hukuk devleti olmanın yolunu kesen 1924 anayasasının ruhu, 27 Mayıs 1960 ihtilali, 1971 muhtırası, 12 Eylül Askeri cuntası, 28 Şubat post modern müdahalesi gibi projelerin bileşkesi olarak 15 Temmuz 2016 olaylarıyla yeni ve daha derin bir vesayet projesi ortaya çıktı. 

Bürokrasi-kurumlar-TBMM-iktidar-muhalefet-siyasi partiler-üniversiteler-sivil kuruluşlar-cemaatler ve dini gruplar yeniden vesayet sistemine göre şekillendirilmekte.

Cumhuriyetin, “muasır medeniyet” standartlarında demokrasiye dönüşmesini tasavvur ederken tam yüz yıl geriye, hatta istibdat dönemine, yani en başa döndürecek bir fiili durumla karşı karşıya geldik. 

Yeni durum, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ile Türkiye artık parti devleti de değildi, “Tek Adam” yönetimine geçilmişti.

Yıllardır yürütülen “Başkanlık sistemi” çalışmaları ABD modeli demokratik bir “başkanlık” ile sonuçlanması beklenirken “Türkmenistan” modeli gibi bir yönetim sistemi ile sonuçlanması, bir “cumhuriyet başarısı” olarak kutlanmaktadır!

Muasır cumhuriyetler ancak demokrasi ve hukukun üstünlüğü ile medeni sistemler sınıfına dahil olurlar. 

Demokrasi ve hukuk olmadan barış içinde yaşamak mümkün değildir.

Otoriter cumhuriyetlerin medeni dünyanın dışında kalarak savaş-terör-yoksulluk girdabında mahpus kalacağını bilmemiz gerekir. 

Milli ve dini hamaset ile bize dayatılan alan burasıdır.

Demokrasi ve hukuk hakimiyeti dışında bu alandan çıkmak mümkün değildir. Birlikte barış içinde özgürce yaşamanın, medeni ve gelişmiş bir toplum olmanın güvencesi çoğulculuk-özgürlük-eşitlik-demokrasi ve hukukun üstünlüğüne bağlı bir cumhuriyettir. 

Ceberrut yönetimler yıkılmaya ve tarih olmaya mahkumdurlar.

 

 

Yorumlar (0)



Bu makaleye ait yorum bulunmamaktadır